Dört yerde olası gömü yerleri radarla taranacak...
Kayıplar Komitesi’nin belirlemiş olduğu dört olası gömü yerinde, ABD’nin Eau Claire Üniversitesi’nden bilim insanları yeraltı radarlarıyla tarama yapacak ve bu olası gömü yerlerinde insan kalıntıları bulma olasılığı olup olmadığını araştıracaklar.
ABD’nin Kayıplar Komitesi’ne sunduğu bir olanak olan yeraltını gösteren radarlarla bu tarama işlemleri, Eau Claire Üniversitesi bilim insanları tarafından yılda iki kez yapılıyor...
Cyprus Mail gazetesinin haberine göre, Wisconsin’deki Eau Claire Üniversitesi’nden iki bilim insanı GPR (yeraltını gösteren radar) ve Elektrikli Direnç Tomografisi (ERT) aletleriyle dört olası gömü yerinde tarama yapacaklar. Kıbrıs’ın güneyinde Eylence-Yeri civarında, Kıbrıs Üniversitesi yakınlarında çalışma yapılacağı, Kıbrıs’ın kuzeyinde ise Trahona (Kızılbaş), Ayirini (Akdeniz) ve Aşşa’da (Paşaköy) çalışılacağı öğrenildi.
Cyprus Mail gazetesinin yazdığına göre, “Aşşa’daki kazılarda geçmişte bazı insan kalıntıları bulunmuştu ve yeni araştırmayla beş kişinin kalıntılarına ulaşılması bekleniyor...”
Ekip Eylül 2023’te de Kıbrıs’ta benzer çalışmalar yapmıştı.
*** BASINDAN GÜNCEL...
1974 darbesinde Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı sarayına saldıran faşist komandolar anısına yaptırılmakta olan anıt protesto edildi...
Kıbrıs’ın güneyinde, Strovulo bölgesinde 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı sarayına saldırı düzenleyen darbeci komandolar için yaptırılmakta olan anıta yönelik protesto gösterisi yapıldı. Protesto gösterisine katılanlar, anıtın yıktırılmasını talep ettiler.
AKEL’in Türkçe sayfasında da paylaşılan AKEL açıklamasında şöyle denildi:
“15 Temmuz 1974'te meşru hükümeti devirmek için Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na saldıran komandoların anısına anıt dikilmesini protesto etmek için geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen sembolik etkinliğe AKEL Lefkoşa-Girne İlçe Örgütü kadroları ve üyeleri ile Kıbrıs Demokratik Direnişçiler Derneği üyeleri katıldı.
Protesto etkinliğine katılanlar söz konusu anıtın etrafına konulan kara perdenin üzerine “Tarihin tahrif edilmesine hayır” “Halk unutmuyor”, “Demokrasiyi savunanlara şan ve şeref” yazıları astılar ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmaması gerektiğini vurgulayarak, söz konusu anıtın yıkılmasını talep ettiler.”
Cyprus Mail’de yer alan haberde ise “Kıbrıs Demokratik Direnişçiler Derneği’nin geçtiğimiz Cumartesi günü, Strovulo’da yaptırılmakta olan ve Temmuz 1974’te Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı darbeye karışanları onore etmeyi hedefleyen anıtın protesto edildiği” belirtildi.
Gazeteye göre protestocular, bu protestonun sembolik olduğunu ve darbecilerle savaşta ölenler anısına siyah giydiklerini, bunun yas sembolü olduğunu belirttiler.
Cyprus Mail’in yazdığına göre drnek geçen ay Strovulo belediye başkanına bir mektup göndererek bu girişim konusunda “derin endişelerini” belirtmişti. Protesto gösterisinde derneğin bu anıtın yaptırılmasına karşı daha sert önlemler alacağı ve bu arada siyasi partilerle görüşmeler ayarlamakta olduğu da belirtildi.
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
“Veba ve Kötülüğün Sıradanlığı...”
Nilgün KARATAŞ/BİANET
Yazar-Filozof Camus’ün “Veba” romanı ve Filozof Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabı üzerine çapraz okuma yapmanın tam zamanı. Kötülüğün bir pandemi gibi yaygınlaştığı günümüzde, Camus, duyarsızlığın; Arendt ise sorgulamayan insanların kötülüğü nasıl sıradanlaştırdığını anlatıyor bize...
Camus’un Veba’sından başlayalım: 1947 yılında yayımlanan roman yazarın ikinci kitabı. Ancak Camus, bu romanı 2.Dünya Savaşı sürerken, Fransa’nın Nazi Almanyası tarafından işgal altında olduğu yıllarda yazmış. Bu nedenle Fransız Direnişi’nde aktif rol oynayan, totaliter rejim karşıtı Camus’un Veba romanı ile alegorik olarak Nazi işgalini ve savaşın insanlık üzerindeki etkilerini yansıttığı söylenir.
Ancak ben Veba’yı metaforik olarak kötülükle bağdaştırdım ve bu okumamı bu açıdan yaptım. Göreceksiniz ki özünde değişen bir şey yok; Nazi ya da başka bir otoriter rejim, savaş ya da kriz yollar hep aynı yere çıkıyor; kötülüğe.
Veba romanı; “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur” diye başlıyor, siz de lüften bu yazıyı öyle değerlendirin.
Birkaç paragraf sonra da bize Oran kentini tanıtmaya çalışan yazar şöyle bir önerme yapıyor: “Bir şehri tanımanın en kolay yolu, oradaki insanların nasıl çalıştıklarını, nasıl seviştiklerini, nasıl öldüklerini öğrenmektir.”
BENCİLLİK, KAYITSIZLIK, AHLAKİ İKİLEMLER...
Veba’da 40’ların Cezayir’inde Oran adlı bir kente patlak veren veba salgını sırasında yaşananlar anlatılıyor. Veba gerçek bir hastalık ama aynı zamanda, toplumsal yozlaşmanın, ahlaki çöküşün, dayanışma eksikliğinin, bencilliğin, umarsızlığın ve insanın kendi sınavlarıyla yüzleşmesinin bir metaforu.
Romanda anlatıcımız Dr. Bernard Rieux; salgın boyunca şehrin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini bize aktarıyor. Oran sıradan bir şehir, monoton, insanlar birbirlerinden kopuk, herkes geçim derdinde. Bu sıradan yaşam, bir gün farelerin ölmeye başlamasıyla bozuluyor.
Başlangıçta farelerin ölümü ciddiye alınmıyor, ancak kısa süre sonra insanlar da veba belirtileri göstermeye başlıyor. Hastalık hızla yayılıyor ve şehir karantinaya alınıyor. Şehrin kapıları kapatılıyor, dış dünya ile bağlantı kesiliyor.
Bu hastalık yüzünden insanlar arasındaki ilişkiler bozuluyor, toplumsal bağlar zayıflıyor. Yalnızlık, çaresizlik duygusu ve kaçınılmaz olarak ölüm korkusu tüm şehre siniyor.
MÜCADELE Mİ? KAOSTAN BESLENMEK Mİ?
Özgürlüklerinin kısıtlanması herkeste farkı tepkilere neden oluyor; kimileri bu durumu inkar ediyor, kimileri çaresizce kabulleniyor, kimileri ise salgınla mücadele etmeye karar veriyor, kimileri de yeni düzenden beslenmeyi, semirmeyi seçiyor.
Dr. Rieux, salgınla mücadele eden en önemli figür. Bir yandan hastaların tedavisi, diğer yandan salgının durdurulması derken, insanlık ve etik sorumluluk üzerine de düşünmemizi sağlıyor.
Romandaki önemli karakterlerden biri de Rambert. Bir gazeteci; başlangıçta mahsur kaldığı bu şehirden kaçmayı planlıyor, zamanla vebayla mücadele etmeye karar veriyor.
Ve günümüzde onlarca örneğini bulabileceğimiz Cottard, salgın boyunca yasadışı işlerle uğraşarak fırsatçılık yapıyor, kaos ortamından yararlanarak zenginleşmeye çalışıyor.
Camus’nün Veba’sında toplumun büyük bir kısmı, salgın başlarken kendini kurtarmaya ve varlığını sürdürmeye odaklanıyor. Şehir karantinaya alındığında, insanlar paralarını ve güçlerini koruma içgüdüsüyle hareket ediyor. Bu süreçte zenginler şehri terk etmeye çalışırken, fakirler kapana kısılmış bir şekilde kaderlerine boyun eğiyor.
Para ve güç uğruna yapılan yolsuzlukları, kendilerini kurtarmak adına başkalarını feda etmeye varan soysuzlukları ise Cottard karakteri üzerinden okuyoruz.
Veba, toplumsal krizler ve bireysel ahlaki sorumluluklar açısından zengin bir metin. Hem toplumsal şiddetin ve baskının bir metaforu olarak, hem de para ve güç için masumların nasıl harcandığını bu roman üzerinden okuyabiliriz. Olaylar bir şehirde geçiyor ancak insanlığımıza dair evrensel sorular barındırıyor.
KAOTİK ORTAMLARDA RAHATLAYANLAR...
Okurun dikkatini bu karakter üzerinden bir noktaya çekmek istiyorum. Salgın öncesinde Cottard, yasadışı faaliyetlerle uğraşan ve geçmişinde gizli suçlar işlemiş bir karakter. Ancak salgın patlak verdiğinde korkuları azalıyor, pervasızlığı artıyor. Çünkü toplumsal düzenin bozulması ve kaos ortamı, onu adaletin ve kanunların gözünden koruyor. Toplumdaki kaotik durum Cottard’a rahatlama getiriyor...
Cottard, felaket ortamını kendine maddi kazanca dönüştürmekten çekinmiyor. Çocukların öldürüldüğü savaşa ‘odun’ taşıyanlar ya da yeni doğan bebekleri hastanede ‘bakım’a alıp ölüme terk edenler gibi…
Gelelim bu romanı okurken okuduğum, Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı (Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil) eserine. Arendt'in Adolf Eichmann'ın Kudüs'teki yargılamasına ilişkin gözlemlerine dayanarak yazdığı bu eser, Nazi Almanya’sında sıradan bir bürokratın ortalama bir insanken ve bu sıradanlık içinde işlediği suçların korkunçluğunu anlatıyor.
İki kitabı birlikte değerlendirmek ilginç bir yaklaşım olacak sanırım, çünkü bu eserde yazar, kötülüğün büyük bir kısmının “büyük bir şeytanlık” ya da “bilinçli kötü niyet” yerine, insanlardaki düşünme eksikliğinden, itaatkârlıktan ve sorgulamadan rutin işleri yürütme eğiliminden kaynaklandığını söylüyor.
Evet ortada öyle büyük bir kötülük var ki; öyle “sıradan” görünüyor ki şeytan bile dahil olamıyor.
KÖTÜLÜK SİSTEMATİK HALE GELİYOR...
Anlattığına göre Eichmann, “görev bilinci” ile hareket etmiş ve emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirmiş. Böyle söyleyince hakikaten çok sıradan duruyor, ancak Eichmann’ın Hitler'e “Yahudi Sorununun Nihai Çözümü” önerisiyle Holokost'un en büyük organizatörlerinden biri olduğu gerçeğini de aklımızda tutalım.
Arendt, tarihsel bir rapor niteliği taşıyan bu eserinde totalitarizmin doğası ve totaliter yapılar içindeki kötülüğün nasıl gerçekleştiğini analiz ediyor, kötülüğün sistematik bir hale nasıl geldiğini sorguluyor. Sıradan bir bürokratın büyük bir yıkıma nasıl katkıda bulunduğunu anlatırken, modern toplumlarda bireylerin büyük suçlara nasıl kayıtsız kalabildiğini ve bu suçların bir parçası haline nasıl gelebildiğini gayet net anlatıyor.
PASİF KABULÜN KÖTÜLÜĞE HİZMET ETMESİ...
Her iki kitabı da okurken, sorgulamamız gereken konulardan biri; zor dönemlerde bireylerin ve toplumların sorumlulukları, kötülüğün toplumsallaşması... Arendt’in vurguladığı gibi, bireylerin pasif kabulü kötülüğün sıradanlaştırıyor.
KARAMSARLIKTAN ARINMIŞ BİR AYDINLANMA...
Veba’yı Can Yayınları’ndan Nedret Tanyolaç Öztokat, Kötülüğün Sıradanlığı’nı Metis Yayınları’ndan Özge Çelik çevirisi ile okudum. İlginç bir deneyim, karamsarlıktan arınmamış bir tür aydınlanmadan söz edebilirim. Her iki kitabı da ayrı ayrı okuyabilir, kötülük üzerine çıkarımlar yapabilirsiniz.
Her iki eser de kötülüğün yayılabilir bir doğası olduğunu, bireylerin pasif ya da sorgulamadan kötülüğe alet olduklarında, kötülüğün hızla toplumsallaşabileceğini gösteriyor. Arendt’in Eichmann'ı sıradan bir görev insanı olarak tasvir etmesi, kötülüğün herkesin içinde var olabileceği ve yayılabileceği fikrini güçlendiriyor.
Benzer şekilde Veba da, toplumsal yozlaşma ile kötülüğün hızlıca nasıl geniş bir alana yayıldığını, bireylerin bu çöküşe nasıl katkıda bulunduğunu gözler önüne seriyor.
Albert Camus’un Veba’sındaki Dr. Rieux’un sözlerini hatırlayalım.
“Dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer gerekçesi iyi açıklanmazsa iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir.”
Son sözü ise Hannah Arendt’e bırakalım:
“Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir.”
(BİANET.ORG – Nilgün KARATAŞ – 26.10.2024)