1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. DÜN GİBİ
DÜN GİBİ

DÜN GİBİ

Linç güruhuna kızacaktık birlikte, çatal bıçak fırlatanların iki yüzlüğünden dem vuracaktık. Aynı yasın bekçiliğini yapacak, bu erken ölüme kahredecektik. O ölmedi, öldürüldü, diyecektik.

A+A-

Şirvan Erciyes
[email protected]

                                                                                      

Ahmet KAYA için.

   Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir devlet okulu değildi sanki çalıştığım okul, Deli Seyfi’ye babasından kalmıştı. Canı isterse okulu tatil eder, öğrencileri evlerine yollar, canı isterse ders saatleri ile teneffüsleri birleştirirdi. Velileri tekme tokat okuldan kovar, gözüne kestirdiği öğretmenlere küfrederdi. Teneffüslerde iki elini arkada bağlayıp havayı koklayarak koridorun başında beklerdi. Onu gören öğrenciler sessizce ve yavaşça bahçeye çıkar, sınıflara gölge gibi süzülüverirlerdi zil çalınca. Keyfinin yerinde olduğu günlerde, gençliğinde dövdüğü solcuları ballandıra ballandıra anlatırdı Deli Seyfi. Büyük şehirlerin birinde geçmişti üniversite yılları, hem de resim bölümünde. Boks ringine ya da güreş minderine yakıştırıyordum onu ama resim atölyesinde ne işi vardı ki bu adamın? Şövaleyi kaptığı gibi poz veren mankene ya da canını sıkan herhangi birine saldırıyor olmalıydı genç Deli Seyfi. Onu elinde bir fırça ile tuval karşısında hayal etmek imkânsızdı, hatta bence eline bir kez bile resim fırçası almamıştı. Gerçi bir kez görmüştüm onu elinde fırça ile. Okulun taş duvarlarına kırmızı boya ile Deli Seyfi’nin anne ve babası arasındaki münasebetin meşruluğunu sorgulayan yazılar yazmıştı biri. O yazıları siyah boya ile kapatmaya çalışan Seyfi’nin ağzı köpürmüştü sinirden, işte o gün, görmüştük eline fırça aldığını, teneffüse çıkıp öğretmenler odasında toplanamamıştık gün boyu, gazaptan payımıza bir hisse düşmesin diye.

 O sabah okula geldiğimde sanki kocaman bir kaya kütlesi göğsümde oturuyordu. Kaburgalarım ciğerlerime batıyordu da nefes alamıyordum. Kederime ortak arıyordum ister istemez, ama okuldaki öğretmenlerin hangisinin ortağım olabileceğini kestiremiyordum. Henüz varlığımın farkında bile değildi okuldakiler, gölge gibi sessizce derslere girip çıkıyordum. Sus pus gelip gittiğim bu okulda kum ve su dolu kırmızı kovaların durduğu yangın köşesi kadar bile yer kaplamıyordum. Öğretmenler odasındaki dolaptan kitaplarımı alırken dolap komşum Müjgân Hanım yanımda bitivermişti. Mahur Beste’nin hatırına kederimin ortağı seçivermiştim Müjgân Hanım’ı. Fısıldayarak, Ahmet Kaya ölmüş, dedim. İçimdeki ağırlığın bir kısmı ile birlikte dışarı çıkan üç kelime. Ahmet Kaya ölmüş!

Müjgân Hanım kahredecekti. Birlikte, gizleyerek ve mırıldanarak üzülecek, ağlaşacak, bildiğimiz Ahmet Kaya şarkılarını bir bir  sayıp dökecektik. Okul çıkışı, acımızın verdiği yakınlıkla onun koluna girecektim. Ahmet Kaya şarkılarının herkeste bir hikâyesi vardı nasılsa. Yol boyu o hikâyeleri konuşacaktık. Ona, kırık dökük bir teypten, geceler boyu onun kasetlerini dinlediğimi anlatacaktım.

Teypten yayılan müzik ve Ahmet Kaya’nın sesi küçücük odamın duvarlarında asılı posterleri, siyah beyaz resimleri, şiirleri okşadıktan sonra hücrelerimden kanıma karışırdı. Acı çekme özgürlüğü dışında hiçbir özgürlüğümün olmadığı o uzun yaz tatili gecelerinde aşktan ve acıdan yontulmuş bir heykele dönüşürdü bedenim.

 Duvarın diğer tarafında uyuyan komşuları rahatsız etmemek için iyice kısardım teybin sesini. Kitaplar okuyup, sahibine ulaşamayacak mektuplar yazdığım o uzun gecelerde tavandan sarkan çıplak sarı ampul hükmünü yitirir, gün ışığı dolardı odaya. Serçe cıvıltılarından başkaca bir sesin duyulmadığı ipeksi bozkır sabahları başlarken, ışığı kapatıp pencereyi açardım. Herkesin uyuduğu ve her nesnenin su damlası gibi ışıldadığı o saatlerde, dünya farklı bir kıvama bürünürdü. Henüz başkalarının bakışlarıyla kirlenmemiş aydınlık yalnızca benim için var olurdu. İlk benim bakışlarım düşerdi günün üzerine. Odama dolan taze ve serin sabah havası ile ürperirken, rüya ile uyanıklık arasında farklı bir boyutta duyumsardım varlığımı. Uykuya teslim olmamış birileri var mı diye merak ederdim. Sıkı sıkı çekili perdelerin gizlediği odalarda nasıl hayatlar yaşanıyordu kim bilir. Ağlayan birileri var mıydı? Son nefesini veren? Rahminde yeni bir yaşam başlayan? Ahmet Kaya dinleyen? Doğ Yusuf, doğ Yusuf, doğ, doğ, doğ.

Yeryüzünün en yalnız insanı yarışmasında altın madalya kazanmışçasına kederli ve yorgun, güzel bir rüya görebilmek umuduyla yatardım uykuya. Sabahı yumuşacık bir battaniye gibi üzerime örterken, kafamın içinde Ahmet Kaya şarkı söylemeye devam ederdi.

Bir kez konser vermek için gelmişti şehre. Babamın önünde diz çöküp yalvarmıştım. Olmaz, demişti, başka bir şey dememişti? Ama niye baba, kardeşim gidiyor, ben neden gidemiyorum? Babacığım, lütfen izin ver. Babam hep yaptığı gibi susmuş, başını duvara çevirmişti. Ne diyecekti ki, sen kızsın, evde otur mu?

Hafta içi her sabah talebe bileti atarak bindiğim belediye otobüsü, baharda kıpkırmızı gelincik tarlasına dönüşen boş bir arsanın önünden geçerken başımı otobüsün camına dayardım. Hep aynı şarkı çalardı beynimin içinde: Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan, kan tarlası gelincik şafağında. Bana kimi hatırlatıyordu o gelincik tarlası, kimin için üzülüyordum çoktan unutmuş olsam bile şarkıların yarattığı his ilk gün ki canlılığı ile dipdiri dururdu yüreğimin ortasında.

Evet, duydum, ben de çok üzüldüm, diyecekti Müjgân Hanım. Linç güruhuna kızacaktık birlikte, çatal bıçak fırlatanların iki yüzlüğünden dem vuracaktık. Aynı yasın bekçiliğini yapacak, bu erken ölüme kahredecektik. O ölmedi, öldürüldü, diyecektik.

Ahmet Kaya ölmüş!

Duydum, sevmezdim zaten, iyi olmuş.

 Kulaklarım uğuldarken öğretmenler odasındaki tüm eşya etrafımda dönmeye başladı, gözlerim karardı, sesim kendi başına çıkmaya başladı ağzımdan. Neden sevmezdin, yan yana geldiniz mi hiç? Sen sevmiyorsan ölsün madem, öyle mi? Niçin sevmezsin onu, neyini sevmezsin? Söylesene, söyle hadi, ne yaptı sana?

 Müjgân Hanım, hortlak görmüşçesine çarpılan yüzünü aldığı gibi sınıfına koşarken, ne zamandır orada olduğunu bilmediğim Deli Seyfi’yle göz göze geldik. Elleri her zamanki gibi arkasında bağlı, sarkık bıyıkları titreyerek, Allah rahmet eylesin, çok yazık oldu. Ne güzel şarkıları vardı, hele de Kum Gibi, aldırma sen o çatlağa, dedi, içtenliğine ikna eden bir sesle ve arkasını dönüp gitti. Öylece kalakaldım, Ahmet Kaya çoktan şarkı söylemeye başlamıştı beynimin içinde. Acımasız olma şimdi bu kadar, dün gibi dün gibi çekip gitme…

 

Bu haber toplam 4110 defa okunmuştur
Gaile 470. Sayısı

Gaile 470. Sayısı