Dünden Bugüne AKP ve Kıbrıslı Türkler
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Kıbrıslı Türklerin yolları tarihsel bir dönüm noktası sayılabilecek bir kavşakta kesişti. Kemalist Türkiye’de “post modern darbe” olarak da anılan 28 Şubat Süreci (1997) sonrasında varlığını sürdürebilmek için Erbakan’ın geleneksel Milli Görüş akımından ayrılan İslamcı kesimin kurduğu AKP, 2000’li yılların başında var kalma ve güç sahibi olma stratejileri geliştirirken, aklına gelmeyenler başına geldi ve Kıbrıs Sorunuyla yüz göz olmak zorunda kaldı.
Oysa AKP’nin genç kurucuları tarihi liderleri Erbakan’ın izinden giderek Kıbrıs Sorununun “1974 Fethi” ile bittiğini düşünüyorlardı. Gelgelelim Kemalist müesses nizamla baş edebilmek için pragmatizm sergileyip rotalarını Türkiye’nin AB üyeliğine doğru kırınca, ister istemez Kıbrıs Sorununa tosladılar. Kıbrıs Sorunu özellikle AB’nin Helsinki Zirvesinden (1999) sonra Türkiye’nin AB yoluna döşenmiş bir mayın gibiydi. Kim AB yolunda ilerlemek istiyorsa, bu mayına çarpmayacak bir yöntem bulmalıydı.
O tarihlerde AKP için Türkiye’nin AB perspektifi can kurtaran simidi gibi idi. Türkiye AB yolunda ilerlemeden İslamcı kesime hayat hakkı tanımayan laikçi asker-sivil bürokrasinin gücünü kırmak imkansızdı. Bu yüzden AKP, Erbakan’dan farklı olarak, sırtını genel olarak Batı dünyasına ve özellikle de AB’ye dayamaya karar verdi. Daha henüz kuruluş aşamasındayken AB’den üyelik müzakerelerine başlama tarihi alabilmek için Kıbrıs Sorununun çözümüne katkı koymasının şart olduğunu fark etti. Bu yüzden, Rauf Denktaş’ın ve askerlerin yüksek sesle iki-ayrı devlet ve konfederasyon haykırdıkları bir dönemde, AKP programına sessiz sedasız “Belçika modeli federasyon” tezini aldı.
Seçimi kazanana kadar bu “aykırı” tutum dikkatleri pek çekmedi. Fakat 2002 yılının sonuna doğru hükümeti kurunca, Kıbrıs yüzünden önemli sorunlarla karşı karşıya geldi.
‘Çözüm – Avrupa’ günleri
Annan Planının birinci versiyonunun masya yatırıldığı 2002 sonundan itibaren Türkiye’nin üyelik müzakerlerine başlamasının kabul edildiği 2005 yılına kadar pek çok badire atlatmak zorunda kaldı. Müesses nizamın bekçileri Rauf Dektaş ile birlikte harekete geçerek AKP’yi devirmek, Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek ve Kıbrıs’ta çözüm sürecini sabote etmek için her yola başvuruyorlardı. Darbe söylentileri gündemden düşmüyordu.
İşte böyle bir ortamda AKP dikkatini Kıbrıs Türk toplumuna çevirdi. Kuzey Kıbrıs’ta rejimin zor günlerden geçtiği bir dönemdi. Bankalar batmış, ekonomi dibe vurmuştu. Öte yandan Kıbrıs Cumhuriyeti adım adım AB’ye üye olmaya yaklaşıyordu. Rejimden umudunu kesen Kıbrıslı Türkler sokaklara dökülmüş, “Kıbrıs’ta Barış Engellenemez!” diye haykırıyorlardı. Kıbrıslı Türkler açısından Kıbrıs Sorununun çözümü ile AB üyeliği içiçe geçmişti ve toplumun çok geniş bir kesimi bu tarihi fırsatın heba edilmesini istemiyordu. Rauf Denktaş ise Annan Planına açıkça karşı çıkıyor ve Ankara’daki bağlantılarını devreye sokarak hem kendi toplumuna hem de AKP hükümetine karşı öfkeli bir kampanya yürütüyordu. Fakat Kıbrıslı Türkler de boş durmuyordu. Bir isyan havası içinde bir zamanlar omuzlarında taşıdıkları Rauf Denktaş’ı yerden yere vuruyorlardı.
‘Kader birliği’
Hükümet eden ama sınırlı iktidar sahibi olan AKP’nin güçlü rakipleriyle tek başına baş etmesi mümkün değildi. Denize düşen yılana sarılır misali AKP Kıbrıslı Türk çözüm güçlerine sarıldı. Kıbrıslı Türkleri, özellikle de çözümün başını çeken solcuları “zındık” olarak gören İslamcı AKP önderleri, bir an için gözlerini kapayarak Kıbrıslı Türklerle bir tür ortak cephe kuracak ve geçici olarak “kader birliği” yapacaktı. AKP AB yolunda ilerleyerek Kemalist müsses nizamı yıkmayı hesaplarken, Kıbrıslı Türkler barışa kavuşmayı ve AB üyesi olmayı umuyorlardı. Bu amaçla Kıbrıslı Türkler Annan Planına “evet” dedi ama ne barışa kavuşabildiler ne de tam olarak AB üyesi olabildiler. Kıbrıs Rum toplumunun “hayır” oyu her şeyi altüst etti ve bütün umutları boşa çıkardı.
Kıbrıslı Türklerin “evet” oyu en çok AKP’ye yaradı ve “Kıbrıs Sorununun çözümüne katkı koyduğu” gerekçesiyle AB ile üyelik müzakereleri için tarih aldı. AKP engebeli yolları aşarak bir kaç yıl içinde Kemalist elitleri tasfiye etmesini tamamen bu gelişmeye borçludur.
Kemalist vesayet rejimini yıktıktan ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra AKP reformcu, kucaklayıcı kimliğini rafa kaldırdı ve tek tipçi otoriter bir anlayışa dayalı Kültür Savaşı başlattı. AKP’ye göre, Kemalist Türkiye “dindar toplumun değerlerini aşağılayan, yabancı”, neredeyse “sömürgeci” bir düzendi ve bu düzen yıkılıp toplumun “gerçek milli değerlerini” yansıtan bir düzen kurulmalıydı. Bu sosyal mühendislik projesi “devlet ile toplumun buluşup barışması” olarak takdim ediliyordu ama aslında toplumun büyük bir kesimini dışlıyordu. Dindar nesiller yetiştirmek adına belirli ahlak ve din kalıpları dayatılıyordu ve bu kalıpların dışında kalanlar horlanıyordu. Eski düzenin elitlerine karşı yürütülen hınç kampanyası, “mazlumların” yeni elitler olarak sahne almasıyla baş başa gidiyordu ve bir zamanlar hor görenlerin hor görüldüğü bir iklim yaratılıyordu.
Otoriterleşen Erdoğan
Recep Tayyip Erdoğan’ın giderek otoriterleşen tutumu ve dinsel değerleri topluma dayatmayı hedefleyen Kültür Savaşı, Kıbrıs Türk toplumuna da yansıtıldı. Kıbrıslı Türklerin “zındık” olduğu hatırlandı ve Kıbrıs’ın kuzeyini “İslamlaştırma” çabalarına hız verildi. Bol bol cami yapımına geçildi ve din kursları yaygınlaştırıldı. Zaman zaman AKP’liler tarafından sözlü saldırı ve aşağılamaya da uğrayan Kıbrıslı Türkler günümüzde laik Kıbrıslı Türk kimliğine sarılıyor ve AKP’nin dayatmak istediği yaşam biçimine elinden geldiğince karşı koymaya çalışıyordu.
Ekonomi ve diğer maddi alanlarda Kıbrıslı Türkler üstünde tahakküm kuran AKP, kültürel alana nüfuz etmekte zorlanıyordu. Her şeye rağmen manevi alana Kıbrıslı Türkler hükmediyor ve AKP’nin Kültür Savaşına karşı kültürel kimlikleriyle direnmeye çalışıyorlardı.
Giderek daha büyük oranda milliyetçiliğe eklemlenen AKP, Kıbrıs Sorununun çözümü konusunda da eski çizgisinde değildi. Artık bazı kurmayları, bakanları ve danışmanları “ilhaktan” bazıları da “iki ayrı devletten” veya “konfederasyondan” söz ediyordu. Kıbrıs, “Stratejik Derinlik” ve “Mavi Vatan” doktrinleriyle Türkiye’nin jeopolitik eğilimlerine endeksleniyor ve süratle vilayetleştiriliyordu.
Solun önemli bir kesimi bu durum karşısında sessiz kalmayı tercih ederken, Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu bu noktada da AKP’nin karşısında duruyordu. 2015 yılında Mustafa Akıncı’nın toplumun lideri seçilmesi bu itirazın sonucuydu. Akıncı, hem Kıbrıslı Türklerin laik kimliğinin korunması konusunda, hem de Kıbrıs Sorununun federal devlet temelinde çözümünde ısrar ediyordu ve “Ben, Tayfur Sökmen olmayacağım” diyerek vilayetleşmeye açıkça karşı çıkıyordu. AKP-Rejimi, Mustafa Akıncı’nın karşısına bu yüzden dikildi ve koltuğundan edilmesi için elinden geleni yaptı. Yerine, Kıbrıs’ın Tayfur Sökmeni olmaya aday olan ve “Türkiye’nin adamı olmaktan gurur duyan” birini seçtirtti...
Evet, son günlerde sık sık söylendiği gibi, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!