Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Dünya Ağrısı

A+A-

Kitabı her elime alışımda tuhaf bir hüzün kaplıyor içimi ve ardından yüreğime saplanan bir ağrı. Ağrıya alışıyorsunuz bir süre sonra, kanıksıyorsunuz, hatta beraber nefes alıyorsunuz, sizin ciğerleriniz, gözleriniz, diliniz oluveriyor ve fakat hüznün verdiği itkiyle sayfalardan birisinin satır aralarına sızıp, öylece kalmak ve bunca ağrısıyla insanı dert küpüne döndüren Mürşit’e, koskocaman bir “yeteeer!” demek, geçiyor içimden. “Hayat kısa!” klişesini bir daha, bir daha hatta defalarca hatırlatmak, sonra geri dönüp, kendi hayat sokağımda kim varsa olanca kelime kütlesiyle üzerlerine çöreklenip, öylece kalmak istiyorum. Neden mi? Çünkü hayatı “yolcu” olarak kullanma tercihinde kim varsa etrafımda, hayatıma temas eden veya etmeyen, bir şekilde karşılaşıp önümden geçen ya da konuşmalarıyla olanca ağırlığıyla üzerime çökenlerden yana, dünya ağrısının verdiği acı sislerini hiç sevemedim. Hayat bir yolculuk değil, aksine yaşanması ve her adımının özenle atılması gereken bir yol benim gözümde. İnsan geçmişte bıraktığı hayaletlerden hep kaçmak zorunda mıdır? Zoraki günlük yaşamın sularında tepinip durmak, geçmişin hayaletlerini, iki kat büyük gösteren bir aynaya yansıtmaz mı? Hayaletler devleştikçe, insanın üzerine çöküp, uğultulu kahkahalarıyla kulaklarını patlatıncaya kadar içindeki ağrıyı çığ gibi büyütmez mi? Çığ büyüdükçe yürek ağırlaşır, ağırlaştıkça da hem kendini hem de çevresini ezer geçer ve yutar, insanın… Yine de bazen, aynalar gereklidir.
Ayfer Tunç’un yeni romanı Dünya Ağrısı’ndaki Mürşit ve Madenci’nin otel bahçesinde kurdukları çilingir sofrasının başından oturup, boşluğa bakan gözlerinden, dillerine düşen diyalogların cümlelerinde kendini buluyor insan. Öğreniyor. Sorguluyor. Es geçtikleriyle yeniden karşılaşıp soru cümlelerinin ördüğü kelime kafesinde sıkışıp kalıyor. Çok mu mutsuz, oldu tüm bu tanımlar? Peki, yeni bir soru soralım: Kim mutlu ki, şu ağrılı dünyada?! Hepimiz mutsuzuz! Koca bir okyanus dalgası vurdu dünyanın kıyılarına ve yuttu hayat oyunlarını… Hani hayat bir oyundu, öyle değil mi? Kalpler alışsa da acı çekmelere, ağrılar çürütür içten içe umutları da, masum beklenti filizlerinin yeşermesini de… Acıyı sever olmuş insanoğlu…
Hayat yolunun her adımında onca acı boşalır insanın kafasından aşağıya. Bir kova dolusu sararmış sonbahar yapraklarına benzer başınıza, omuzlarınıza, göğüs kafesinize, karnınıza oradan da bacaklarınıza değip ayaklarınıza serilen acılar. Üstüne basıp geçemezsiniz çoğu zaman ve adımınızı atacak küçük bir boşluk ararsınız. Onca acıya rağmen nasıl konuşabilir yine de insan? Günün birinde bir sesin yanıtladığını hatırlıyorum bu soruyu: içki kokusu unutturur tüm mahalle baskılarını! Düşündüm uzun zaman bu cümle üzerinde. Bulamadım çıkış yolunu cümleden, derken; Mürşit çıktı karşıma ve şunu fısıldadı yaşama: İnsan yeryüzü kadar ağır bir yükü bir kadehin başında sırtından indirebiliyordu, hiç böyle şeyler olmamış, o korkunç an yaşanmamış gibi zamanın kuyruğuna takılıp gidebiliyordu. Ölümlerle, ayrılıklarla, özlemlerle, terk edişlerle, gitmelerle, dönmemelerle hiç eksilmez mi insan?! Tükenmekle arasındaki mesafe bir adım olsa bile, yine de yoluna devam edebiliyor insan. Bir kadehe boğuyor tüm eksikliklerini, sanki dünyanın ağrısıyla dibine dibine vurmak istiyor şişede sıkışıp kalan balık gibi… Yaşadığı ânın taa uzağına atar insanı, boğulan tüm hayaletler, sonra tekrar uyanırlar boğuntulu uykularından ve aynalarda devleşmek için sıraya girerler.
***
Yeniden dönersek Dünya Ağrısı’na; Mürşit’in geçmiş askısına astığı gömleğinin dikiş aralarından fırlıyor sahneler. Sıkıcı ve kişiliksiz bir kasabanın içinde babasından kendisine kalan bir otele prangalamış bugününü ve yarına dair umutlarını… Üzerini daha yaşanmadan toz kaplamış ve kire çalmış tüm gelecek. Dünü anımsayıp bugünü yaşayarak umutsuzluğuna yenilen Mürşit’in, geleceğini de daha yaşanmadan, mutsuzluklarla doldurduğunu anlıyorsunuz. Yaşamının geçen her gününü, sadece ve sadece ölüme yaklaşan bir beden gibi kanıksayıp, ruhsuzca seven biri. Baba yadigârı oteli bir yana koyalım, ne karısı, ne oğlu ne de kızı yeterli, hayata tutunması için… Tüm bezginliğini, yılgınlığını, karamsarlığını ince ince akıtıyor onların da yaşamlarına. Böylesi bir ruh haliyle, kanadı kırık bir kuşun dahi verdiği yaşam mücadelesine eş, istek okunmuyor cümlelerinden. Tavırlarından… Her akşam boğuluyor kendiyle birlikte, çevresindeki herkes bir bardağın anason kokusuna…
Ayfer Tunç’un romanını okudukça daha iyi anlıyorsunuz günlük yaşam telaşı içinde içinize sızan ağrının anlamını. Çünkü Mürşit’in tanıklığında çıktığınız geçmiş, bugün ve gelecek üçgeninin içinde daha fazlası var. Toplumsal tüm döngülerden, tarihin saklı travmalarından yola çıkarak, karakterlerinin acısıyla bir toplumun bugün için yaşadığı mutsuzluk haritasını, ustalıkla romanın her satırına işlediği cümleleriyle ortaya koyuyor yazar. Ülkenin şu an yaşadığı ağrılı dönüşüm sürecinin içindeki geçmişe dair çözümlenmeden, sadece üzerlerine atılan bir kürek toprakla tozlanan acılardan kurulu bir kütle gibi Dünya Ağrısı! Bu nedenle şu söz ciddi içinize işliyor: Hayat, kayaç katmanları gibi, parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.
***
Hayata tutunma isteği konusunda, hangimiz farklıyız ki  Mürşit’ten?! Özgürlüğünüze kalkan veya daha doğrusu sallanan her parmak, kendi kişisel psikolojik travmalarınızla birleşip, depreşerek bir külçe gibi ağırlaşıyor yaşam. “Bu ülkede gelecek kalmadı!” demekle geçiştirilip, oluruna bırakılacak bir hal değildir, yaşananlar. Özgürlükler için ölen genç yürekleri düşündükçe, daha bir sıkmalı yaşamın urganını elleriyle insan. Geçmişin konuşulabilir ve de yüzleşilebilir bir hale dönüşmesi için, ne yapmalı toplum? Kuşkusuz somutlar olmadıkça soyutlarla döndürülemez hayat dümeni! Kuytularda bekleyen yüzleşmeleri yapabilecek yürekler aranıyor. Kaçırılan fırsatların yeniden yakalanabileceğine dair içinde “barış” kelimesinin geçtiği cümleler daha fazla kurulmalı. Her cümle bir başka anlamını vermeli barışın. Her cümle bir başka rengini bırakmalı dünyaya, ancak belki böylesi bir süreçle yeniden bulunacak kaybolan gökkuşakları. Uçurtmalarla birlikte gökkuşaklarını da vurdular.
Küçücük bir adanın çözümsüzlük tüneline tıkılıp kalmak da bir dünya ağrısıdır. Tünelin ucundaki ışığı gördükçe ancak tıkanan yol açılabilir. Var mı böyle bir ışık? Işığı geçtim huzmesinin dahi görülebildiği küçük bir umut? Umutları geçemiyorum, tünele rağmen! Farkında mıyız, çözümsüzlüğün yüklük gibi üzerimize bastırdığı çaresizliğin naftalin kokularıyla bir dünya ağrısını yıllardır çektiğimizin. Dengeler değişmedikçe, rüzgâr ters esmedikçe farkındalık ne işe yarar? O küçücük adanın kasabalarına sıkışıp kaldıkça, zamanla hiç iletişime geçmemişiz gibime geliyor. Tıpkı Mürşit’in şehre sıkışıp, zamana teğet geçerek yaşadığı ağrılı, sancılı yaşam tüketme eylemi gibi… Hâlbuki zamanı “hiç”le harcamak bataklığın sizi çekip yutmasıyla eş anlamlı…
Zamanla hesaplaşmak, ada ağrısını dindirecek mi?
Şunu unutmayalım ki: Dünyanın kendisi bir ağrı!

Bu yazı toplam 2724 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar