DÜNYADA BİR YER BULMAK
Ev neresidir diye bir kez daha düşündüm bugün. Bizim gibi “yersizyurtsuz”lara çok sorulan bir sorudur bu. Afili cevaplar verip durmuşumdur bu soruya bazı röportajlarda. Bir kez bir mimarlık dergisinde hayatım boyunca kaldığım evleri ve onlara dair duygularımı uzun uzun anlatmıştım. Ev deyince Peristerona’daki ilk çocukluk evim gelir hep aklıma. Zorla koparıldığımız için belki, ev bir acıdır Peristerona’yı düşündüğümde. Örselenmiş, paramparça edilmiş çocukluğumdur o evin işaret ettiği. Sonra Lefkoşa’da göçmen olarak yerleştiğimiz ev… Yanlış bir evdir orası. Derme çatma eşyaları ile bir eğretiliktir. Odalarda yaşayan korku, kaygı ve hüznün mekanıdır. 1974’ten sonra köy meydanında çekilen kura ve bize verilen “Rum evi” vardır daha sonraları… Başkalarının eşyaları ve hayaletleri arasında geçen günler yani. O içi dağlayan hırsızlık duygusu…
Fabrikada tütün saran işçi kız “Hep bir evi olsun ister/ Bir de içmeyen kocası” Başını sokacak bir yere sahip olmak için bir ömür çalışır durur pek çok insan. Kimileri ise sayısız evlere doğmuştur. Bir başkasının yıllarca emek verip elde etmenin hayalini bile kuramadığını doğuştan elde etmişlerdir. Evin sahibi olmak önemlidir. Bu fani dünyada uğrunda çaba harcanılan bir hedef halini almıştır. Ev işgal etmiştir dünyayı; ağacı, börtü böceği kovup yer açmıştır kendine.
Ev bir statüdür pek çokları için. Evin büyüklüğü ve ihtişamı başarı ile ilişkilenmiştir. Evin kadardır bu dünyadaki hükmün. Ev senin dünyada kapladığın yere işaret eder.
Benim eve ilişkin duygum özellikle 1974’te körelmiştir. Hem kendi yaşadığımız hem de dostun, akrabanın yaşadığı evler üstüme üstüme gelmiş, içimi bulandırmıştır. İnsanlar evlere, evler insanlara uymamıştır bir türlü… Yaşlı bir kadın, odalar dolusu kütüphanesi, salonunda tablolar ve piyano olan bir evdeki koltukta mahzun, şaşkın oturmaktadır. Savaş sonrası tanık olduğum, unutamayacağım bir manzaradır bu.
İnsanların ellerinden alınan evler hiçbir politikacının vicdanını sızlatmamış mıdır? Yıllarca ulaşılmaz olan evlere bir gün geri dönüldüğünde derin düş kırıklıklarıdır yaşanan. Evler çekmiş, küçülmüştür sanki. Yaşlı bir Rum kadın köy meydanındaki Atatürk heykeline sarılmış ağlamaktadır. “Niye ağlıyorsun yaya?” diye sorulunca “Evimi yıktılar” diye cevap verir. “Peki, niye heykele sarılıyorsun?” “Evim buradaydı, evim buradaydı”
Ev bir bina değildir yalnızca. İngilizce’de “house” ve “home” ayrımı vardır. “House” bir binayı işaret eder. “Home” ise Türkçedeki “yuva”ya yakındır biraz. Kuşlarla aynılaştığımız yerdir. Dişi kuşun yuvayı yaptığı bir efsanedir. Erkek kırlangıçlar çer çöp getirirken görüntülenmiştir. Yavru kuş büyür ve yuvadan uçar sonra.
Modern çağ mobilite çağıdır. Sıklıkla mekân değiştirebilir insanlar. Ama hep kalır evlerin hatırası. Bir gün önünden geçerken kalpleri çarpar eski yaşayanlarının. Eğer yerlerinde duruyorlarsa tabii. Çoğu kez acımasızca yok edilmiştir evler. Savaş bombardımanları, yangınlar söz konusu olabilir ama en çok da kapitalizm ve kar elde etme güdüsüdür evin düşmanı. İktidarı ele geçirenlerin görmek istedikleri farklı bir dünyanın kurbanı olmuştur evler.
Ev insanın bellek mekanıdır. Her evin upuzun bir hikayesi vardır. Duvarlar kim bilir nelere tanık olmuşlardır yıllar boyunca.
Ev kimliğidir insanın. Kuşaktan kuşağa, elden ele geçmiştir ama dinamik bir biçimleniştir kimlik.
İnsanın gerçek evi sevilip kollandığı yerdir bana kalırsa. Bir sevgilinin kalbidir bazen ev. Nereye gidersen git seni en çok kuşatan, sarıp sarmalayan mekânın orası olduğunu bilirsin. En önemli evin bedenindir belki de. Onu koruyup baktığın, mutlu ettiğin sürece bir yer bulursun kendine dünyada.