DÜNYADA KAYBOLMAK
Günler nasıl da uzundu biz çocukken... Geçmek bilmezdi... Dünya nasıl da büyük ve gizemliydi... Gelecek bilinmezdi ve heyecan vericiydi. Geriye bakınca heba edilmiş zamanlar görüyorum. Şimdilerde de heba edip duruyorum zamanı... İçimdeki uzun yolculukları, kitaplarla geçen tatlı dalgınlıkları özlüyorum son sıralar… Hayretle izliyorum hala hayatı... Şaşıp duruyorum, hem kendime hem de başkalarına...
Saatlerdir öylece bakıyorum bilgisayar ekranına... Bir çeşit uyuşturucu bu... Kalabalıklara karışınca da farklı enerjiler, bedenlere ve gözlere yazılı insan hikayeleri, sözlerin ardında gizli anlamların avcılığı yoruyor beni... Bir yalanı oynayıp duran ailelere katlanamıyorum; yalnızların kederinin ağırlığından yoruluyorum; çiftlerin çoğunun mutluluğunu yapay ya da geçici buluyorum. Ne olacak bu halim?
Bir başka açıdan bakınca herşeyden bir mutluluk çıkarmak da mümkün tabii. Hayatın içinde keyifli fotoğraflar ve anlar da mevcut. Birden karşına yeryüzünde yolunu yitirmiş bir melek de çıkabiliyor. Dünyaya sığamıyorum; derine dalarken ise boğulma korkusuyla yukarıya fırlıyorum hemen… İçimdeki bir boşluk duygusu desem, yaşadığım bir varoluş krizi desem o da değil...
Son sıralar beni derinden üzen birkaç olay oldu. Nedeni bu belki de... Şair Niki Marangou’nun Mısır’da bir trafik kazasında ani ölümü mesela... Birden şok ediyor böyle bir gelişme... Hayatın geçiciliğini bir kez daha anımsatıyor.
Hayatta beni en çok korkutan özgürlüğümü yitirmek galiba... Bazen bunun bencilliğe tercüme edilebileceğini düşünüyorum... Sonuçta başkalarıyla paylaşılacak bir hayat bu... Çoğu zaman başkalarıyla başa çıkamadığımdan yalnızlığı tercih ediyorum. Başkaları için birşeyler yapmak hoşuma gidiyor; o başka... Ama kullanılmaya ya da maniple edilmeye katlanamıyorum. Yumuşaklığımın bunu kışkırttığını gözlemliyorum ve acayip tırsıyorum. Kırılganlığımdan dolayı yabaniyim biraz da... Paramparça olmaktan korkuyorum.
Zaman zaman içime çöken o ıssızlık, dünyada kaybolmuşluk hissi o kadar da katlanılmaz gelmiyor artık... En güzeli, insanın yalnızlık ve birliktelik anlarına kendisinin karar verebilmesi... Yapış yapış ilişkiler ürkütüyor beni... Belki bir süre öylesine de ihtiyacı var insanın... Sürekli sarıp sarmalanıp şımartılmaya... Sonra bir mahkumiyete dönüşebiliyor bu ama... Bir yarım-insan haline... Öteki yarın ilan ettiğin olmadan yapamamaya... Bu mahkumiyet biterken de mahrumiyet çıkabiliyor ortaya.
Kişisel gelişim kitapları, yaşam guruları kentleri esir almış durumda son sıralar... Bize hayata dair bazı ezberler sunuyorlar. Öylesine çaresiz ve yaralıyız ki reçetelere, ilaçlara filan ihtiyacımız var. Vitrinlere bakmaktan gökyüzüne bakmayı unutmuş, alışveriş merkezlerini doldurmuş insan kalabalıkları için çeşitli hücum boruları mevcut... Yılbaşı, sevgililer günü... Sıra anneler gününde şimdi... Armağan almak da vermek de güzel ama bu işlerde bir hinoğlu hinlik var... Kalbimizin değil paranın götürdüğü yerlere doğru çekilmekteyiz.
Doğrusunu söylemek gerekirse hayatın rangarenkliği, güzel tasarımlar, nesneler hoşuma gidiyor benim. Zerafet ve şıklık yaşamı zenginleştiren şeyler... Estetik ve zekanın sergilendiği müzeleri andırıyor kimi mağazalar. Bütün mesele, bu nesnelere ulaşabilenlerin dünyanın küçük bir azınlığı olduğunun bilgisi...
Hiçbir şey dozunda kalmıyor zaten... Bir nesne ve yaşam obezitesine dönüşüyor durum.
Bunca kargaşa içinde elime fazla kirlenmemiş bir şey geçirebilmişsem kaybetmek istemiyorum onu. Kaybetmeye ilişkin bellek odam ise kalabalıklaştıkça kalabalıklaşıyor.
Bu hafta ancak böyle bir yazı yazabildim… İçimin bahçeleri tarumar son sıralar. Biliyorum bu iç mevsimim de değişecek ve her yan çiçeklenecek yakında… Belki de gözyaşlarım bu çiçekleri yeşertmek için biraz da… Bulutların ardına saklanan güneş ışığını gönderebilir her an…
Bazen yolunu kaybetmiş bir çocuk mahzunluğu var içimde… Belki de çok yakınım mutluluğun evine… Kim bilir, belki de her şey düzelecek şu köşeyi dönünce…