1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dünyada Yalnızlaşan Türkiye: Duvara Karşı Değil, Duvara Doğru ve Son Hızla!
Dünyada Yalnızlaşan Türkiye:  Duvara Karşı Değil, Duvara Doğru ve Son Hızla!

Dünyada Yalnızlaşan Türkiye: Duvara Karşı Değil, Duvara Doğru ve Son Hızla!

Türkiye, Suriye’ye barış getirme çabalarının güven veren bir ortağı olmadıkça, bölgeye mezhebi dinamikler üzerinden bakmaya devam ettikçe ve Kürt meselesini ülkeyi demokratikleştirerek çözmedikçe, Orta Doğu’da içine girilen çıkmaz derinleşecektir.

A+A-

 

Kıvanç ÖZCAN*
[email protected]

 

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en kritik kavşağı olarak adlandırılmayı birçok açıdan hak eden bir dönüm noktasına doğru yaklaşıyor. 16 Nisan 2017’de yapılması kararlaştırılan Anayasa değişikliği referandumuna giden süreci şekillendiren üç temel unsurun, 1) giderek derinleşen toplumsal kutuplaşma, 2) her geçen gün daha fazla hissedilen ekonomik kriz ve 3) dış politikada hızlanan yalnızlaşma olduğunu ileri sürebiliriz. Bu yazıda, belirtilen üç konunun birbiriyle yakın ilişkide olduğunu da akılda tutarak, Türkiye’nin Orta Doğu’daki ve Avrupa’daki yalnızlaşmasına odaklanacağım.

AKP ve Orta Doğu’da Yalnızlaşma

AKP iktidarının Orta Doğu’da daha etkin olmak adına takip ettiği dış politika, 2010 sonunda başlayan Arap Baharı ve 2011 Mart’ında patlayan Suriye iç savaşıyla birlikte yeni bir yola girdi. Tunus, Mısır ve Libya’da kendisine ideolojik olarak yakın siyasi oluşumların iktidara gelmesinin verdiği cesaret, Orta Doğu’da düzen kurucu ülkenin Türkiye olduğu düşüncesinden beslenen bir özgüven, Batı dünyasının AKP’nin Orta Doğu politikasını desteklediği hissiyatı ve Suriye yönetiminin çok kısa sürede yıkılacağına olan inanç, Türkiye’yi Suriye’de rejim değişikliği siyasetinin en ateşli takipçisi haline getirdi. Türkiye’nin kapasitesini, bölgesel ve küresel dinamikleri ve Suriye yönetiminin direncini göz ardı eden bu içi boş cesaret, özgüven, hissiyat ve inanç alaşımıyla şekillenen 2011 sonrası AKP’nin Suriye politikası, geniş anlamda Türkiye’nin sadece Orta Doğu’yla kurduğu ilişkileri değil, aynı zamanda Batı dünyasıyla ilişkilerini de derinden ve olumsuz etkiledi.

Orta Doğu’yu egemen devletlerden oluşan bir coğrafya olarak görmeyen ve bu devletlerle ikili ilişkileri iyi tutmayı tercih etmeyen AKP’nin, bölgeyi mezhebi bloklardan oluşan bir Osmanlı bakiyesi olarak düşünmesinin somut çıktısı, buyurgan söylemler ve maceraperest girişimlerle yol alan tarafgir ve müdahaleci bir dış politika oldu. Bölgeye yönelik tarihsel bakışı erozyona uğrayan Türkiye’nin, bölgedeki yeni “müttefik” ve “düşmanlarını” anımsatmak da izlenen politikanın niteliğini anlamak için yararlı olabilir. Suudi Arabistan, Katar, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Hamas’la yakınlaşan AKP hükümetlerinin; Suriye, Irak ve İran’la ilişkilerinin soğuması, son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının mezhepçi bir bakış açısıyla şekillendiği yönündeki endişeleri güçlendiriyor. Öte yandan, Suriye’deki savaşa dâhil olan El Kaide uzantılı cihatçı örgütlerin giderek güçlenmesini, AKP’nin Orta Doğu politikasıyla ilişkilendirenlerin sayısının hiç az olmadığını da bu bağlamda not etmek gerekir.

Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek gerekçesiyle Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı Operasyonu’nun da Türkiye’nin dünyada yalnızlaşmasına katkı yaptığı ileri sürülebilir. Türkiye’nin Suriye yönetiminin rızası ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı olmaksızın Suriye’nin kuzeyine Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurlarıyla birlikte askeri müdahalede bulunması, söz konusu operasyonun meşruiyeti konusunda soru işaretlerini de beraberinde getirdi. Ayrıca, El Bab’ın batısının ÖSO unsurlarıyla birlikte ele geçirilmesi, doğusunun da IŞİD tarafından terk edilmesinden sonra, Türkiye, çekirdeğinde YPG’nin yer aldığı Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrolündeki Menbiç’e yönelme arzusunu daha yüksek sesle tekrarlamaya ve hatta kentin kırsalındaki köyleri vurmaya başladı. Bunun üzerine, Menbiç, Türkiye’ye karşı Suriye Ordusu, ABD güçleri ve Rus askerleri tarafından koruma altına alındı. Menbiç çevresindeki ABD ve Rus askerlerinin üniformalarındaki YPG armaları, Türkiye’ye verilmek istenen mesajın ne kadar açık olduğunu göstermeye yeterlidir.

Türkiye’nin Menbiç’teki YPG varlığına son verme ve Rakka’nın IŞİD’den kurtarılması operasyonuna YPG’nin yerine dâhil olma çabalarının şu ana kadar sonuçsuz kalması, Suriye Kürtlerinin kazanımlarının olumlandığını, Türkiye’nin Suriye’deki sıkışmışlığını ve karşı karşıya olduğu güven bunalımını ve son olarak Türkiye’nin Rusya ve ABD’nin gözündeki “değerini” göstermesi açısından anlamlıdır. Zira, Suriye’deki çatışmaları durdurmak ve siyasi geçiş sürecini başlatmak için Astana ve Cenevre görüşmeleri birbirlerine paralel şekilde ilerlerken, Türkiye’nin Suriyeli muhalif aşiretlerden müteşekkil bir askeri güç kurma çabasını da Rusya ve ABD’nin olumsuz karşıladığını belirtmek gerekir.

Ana hatlarına yukarıda işaret ettiğim Suriye siyaseti, Türkiye’yi giderek dünyada tecrit ederken savurmuştur da… Üstelik bu durum, Rusya ve ABD arasındaki savrulmayla sınırlı da değildir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz ay Bahreyn’e yaptığı ziyarette İran’ı “Pers milliyetçiliği yaparak Irak’ı bölmek”le suçlaması, AKP’nin Körfez ülkeleriyle kurduğu dengesiz ilişkinin sonucunda gerçekleşen ve Türkiye’nin bölgesel ilişkileri bakımından hayli maliyetli olabilecek bir savrulma örneğidir.

Özetle, AKP’nin Orta Doğu politikası Türkiye’yi tamiri zor bir çıkmaza soktu. Komşularla sıfır sorun söylemiyle girilen yolun sonunda, Türkiye, Orta Doğu’da deyim yerindeyse oyunun dışına itildi. Türkiye, Suriye’ye barış getirme çabalarının güven veren bir ortağı olmadıkça, bölgeye mezhebi dinamikler üzerinden bakmaya devam ettikçe ve Kürt meselesini ülkeyi demokratikleştirerek çözmedikçe, Orta Doğu’da içine girilen çıkmaz derinleşecektir.

AKP ve Avrupa’da Yalnızlaşma

Ne yazık ki, Türkiye’nin dış politikada yalnızlaştığı tek mecra Orta Doğu değildir. AKP’nin dinî referanslarla beslediği Batı karşıtlığı, 16 Nisan’da yapılacak Anayasa değişikliği referandumu öncesinde Avrupa ülkeleriyle yaşanan gerilimlerde tekrar su yüzüne çıktı. AKP’nin, Müslüman-Hristiyan karşıtlığına işaret eden İslami bir söylem ile Avrupa’nın Türkiye’yi kıskandığını vurgulayan milliyetçi bir söylem arasında salınan Avrupa siyaseti, yönetilebilir olmaktan çıkmak üzere. Almanya ve Hollanda başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin 16 Nisan referandumu çalışmaları kapsamında Avrupa’da siyasi propaganda yapmak isteyen AKP hükümetinin yetkililerine izin vermemesine tepki olarak kullanılan sözcükler “siyasette olur böyle şeyler”in bir hayli ötesine geçti. Zira, muhataplarına yönelik eleştirilerinde “Nazi kalıntıları”, “gaz odaları”, “toplama kampları” gibi sözcüklere yer veren bir iktidarın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini hedeflediğini söylemek herhalde mümkün değildir.

Türkiye ile AB arasında varılan mülteci mutabakatının da Türkiye’nin Avrupa’yla arasındaki mesafenin açılmasına katkı yaptığını ileri sürebiliriz. AKP iktidarı, hep çağdaşlaşmanın adresi ve demokratikleşmenin taşıyıcısı olarak resmedilen AB’yle ilişkileri, mülteci mutabakatı ekseninde yapılan bir para pazarlığına ve vize serbestisi beklentisine indirgedi. Sonuç olarak, AKP altına imza attığı koşulları yerine getirmediği için vize serbestisini elde edemedi, mülteciler Libya–İtalya rotasına yöneldi; ama esas olarak Türkiye–AB ilişkilerinin dengesi bozuldu.                                                          

Öte yandan, 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin AKP tarafından kurulan çerçevenin Batı’da “satın alınmamasını” da Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşması bahsine eklemek gerekir. 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de ilan edilen OHAL yönetimi altında yaşanan insan hakkı ihlalleri, temel hak ve özgürlüklerin tırpanlanması, basının susturulması ve idam tartışmaları, AKP iktidarının Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırmakta kararlı olduğuna yönelik endişeleri güçlendirmektedir. Bu noktada, Batı dünyasının son günlerde Türkiye’ye yönelik bakışını şekillendiren iki raporu da anımsatmak gerekir. Birincisi, Venedik Komisyonu’nun Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi İzleme Komitesi’nin talebi üzerine kaleme aldığı ve 13 Mart 2017’de yayımladığı Türkiye’de anayasa değişikliği referandumu konusundaki raporu; ikincisi ise Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Temmuz 2015–Aralık 2016 tarihleri arasında Türkiye'de güvenlik güçlerinin, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ağır insan hakkı ihlallerine yol açarak suç işlediğine işaret eden raporudur. Avrupa’nın, söz konusu raporlarda da belirgin olan Türkiye’nin gidişatına yönelik kaygıları, 16 Nisan’daki referandumdan çıkacak sonuçla birlikte ilişkilerin tamamen kopuşuna giden bir rotaya girebilir.

Son Söz…

Sonuç olarak, Suriye’de bir rejim değişikliğini hedefleyen mezhepçi politikanın hezimetle sonuçlanmasıyla birlikte Orta Doğu’ya bakan pencerelerinin büyük bir kısmı kırılan Türkiye, şimdi de Avrupa’yla olan bağlarını çözmektedir. Toplumsal kutuplaşmanın ve ekonomik krizin de eşlik ettiği Türkiye’nin yalnızlaşma süreci, daha doğrusu uğradığı tecrit, giderek derinleşmektedir. Türkiye, sürekli manevra alanı kazanmayı düşünen dengeci ve akılcı bir dış politika anlayışının takipçisi olmak varken, hayal peşinde koşan, müdahaleci bir dış politika yaklaşımını benimseyen bir ülkenin başına neler gelebilir sorusunun yanıtı olarak bir yol kazasına doğru hızla sürüklenmektedir.   

 

*Doktora Adayı, ODTÜ Uluslararası İlişkiler.

 

 

 

 

Bu haber toplam 3246 defa okunmuştur
Gaile 411. Sayısı

Gaile 411. Sayısı