1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Dünyanın sonsuzluğu…
Dünyanın sonsuzluğu…

Dünyanın sonsuzluğu…

Dünyanın sonsuzluğu…

A+A-

 

Neriman Cahit

Çok meraklı, hatta ‘dedikoducu’ diyebileceğim bir dost… ‘Çat kapı’ geldi… O kadar da işim var ki!
Üstelik çok da yorgunum…
Ama, bereket konuşan o…
Konuyu – genelde – bana dayandırıyor ama kös dinliyorum…
Neler neler anlatıyor ki…
Taa, eskilere giderek…
Neredeyse, benim kendi içimde çözdüğüm… Özümde açılan yaraları ‘Sevgi’ ile kapattım ve beni yaralayanları çoktan unuttuğum bir “huzur dönemi” yaratmaya çalışıyorum…
Ama arkadaşım, durmadan tırnaklamaya çalışıyor yaraları bağlayan kabukları…
Yorumlar… Yorumlar… sürüyor…
- Yok diyorum… Bende hiçbir kalıntıları yok… Yara izlerini de taşımıyorum… Ben işime bakıyorum…

***
Bir süre sonra izin isteyerek kalkıp gidiyor…

***
O gelmeden henüz başladığım: ‘Giardano Bruno’nun yaşamını’ okumayı sürdürüyorum… Sakin, öfkesiz… Eskiden olsa, kim bilir, hangi yanardağın lavlarını püskürtürdüm… Ama ben, yakılarak öldürülüşünden (400) yılı aşkın bir zaman sürecinden sonra, Bruno’nun yaşamını, yakılışını okuyorum yeniden, tüylerim ürpererek…

DÜNYANIN SONSUZLUĞU…
Dünyanın sonsuzluğunu savunduğu için: Engizisyon Mahkemesince, yedi yıl süren bir yargılamadan sonra, ‘Roma Valilik Mahkemesi’, kararı verir: “Bruno dinsizdir, yakılarak temizlenecektir!”
Ve yakılır…

***
Düşüncelerinden ötürü öldürülenler ne denli çok…
Sokrates’i, düşüncelerinden ötürü, ‘baldıran’ şerbetiyle zehirleyerek öldürüyorlar… Devrimciliği nedeniyle: Babeuf’un başını giyotinle kesiyorlar…
• “Enelhak – Tanrı Benim”- diyen, “Hallac-ı Mansur’a, ölüm şerbetini içiriyorlar…
• Pir Sultan Abdal’ı, Şeyh Bedrettin’i asıyorlar…
• Mithat Paşa’yı boğdurtuyor, Sabahattin Ali’yi öldürtüyorlar…
***
Ya işkence edilenler!
Yıldızların düşmediğini söylediği için: Prinelli’yi kırbaçlatmışlar…
• Kan dolaşımını kanıtladığı için: Harvi’ye zulmedilmiş…
• Dünya’nın, Güneş Çevresinde döndüğünü söylediği için: ‘Galileo’ yargılanmış…
• Yaratılışın gizlerini araladığı için Campanella, yirmi yedi kez sorguya çekilmiş… Yedi kez, tüyler ürpertici işkenceye uğramış…
• Pascal’ı din… Montaigne’yi töre adına… Moliere’i, din ve ahlak adına ‘aforoz’ etmişler…
***
Bir dörtlükle bitirelim…
“Bırak, başkasına ayna tutmayı,
Onu, bir kere de kendine çevir,
Ellere sirk dersi vermeden önce,
Kendi içindeki putları devir…”


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------


KKTC’de KADIN OLMAK…

Ve kadın olduğum içindir / çektiğim bunca acı / çocuklarım, kocam ve babam adına utanıyorum… / Ne ki, araya mal girdi, mülk girdi, para girdi… / Ben de metalaştım  / Yitirdim her şeyimi… / O gün bugündür / Hep yitik kimlikle yaşıyorum…
Evet…
Bir ucu uygarlığa, bir ucu köleliğe… Bir ucu üretime, bir ucu tüketime… Bir ucu analığa / karılığa, bir ucu kahpeliğe… Bir ucu kraliçeliğe, bir ucu fahişeliğe dayalı bir varlık…
Adı kısaca kadın…
“Karım, kadınım, kısrağım, gülüm” denip baş tacı edilen… “Pis orospu, yosma, sokak karısı” deyip aşağılanan…
Tahtta kraliçe, yatakta oynaş, sevgili, geleceğin filizine rahim / tarla… Bazen erkekten 3-4 adım geride, bazen erkeğin her başarısında izi olan…
Evet… Adı kısaca kadın…
Kadın, ana, yar, yavuklu, arkadaş, hemşire, aşçı, çamaşırcı, bulaşıkçı, Erkeğin sevdiği, hem de dövdüğü… Saçı uzun aklı kısa… Eksik etek bir yaratık…
Evet… Adı kısaca kadın… Kadın…
Yani kısaca: Ne bir eksik, ne bir fazla… Sadece insan…
Yüzlerce yıldır üreten, doğuran, yaratan insan… Yüzlerce yıldır en büyük çelişkileri bağrında taşıyan insan… İlk çağlarda alabildiğince özgür, ama yüzyılların akışı içinde üreme fonksiyonu ile sınırlanıp, ev işlerine zincirlenerek tüm haklarından mahrum edilen insan… İnsan soyunun yarısı…
Ben bu yazımda – kısaca – kadının tarihine değinerek sözü, ‘Kıbrıs Türk Kadını’nın gelişim çizgisine getireceğim…
Tarihsel gelişim çizgisine baktığımız zaman, ilk çağlarda “anaerkil” aile modeli hâkimdi. Üstün konumda olan kadındı ve ‘soy zinciri’ kadın tarafı dikkate alınarak incelenirdi ve toplumları kadınlar yönetirdi…
Ama ne zaman ki yerleşik düzene geçildi… Bakır, tunç ve demirin bulunmasıyla alet yapılmaya başlandı… İlk erkek üstünlüğü de başladı. Üretim şekli ve düzeyi de değişti… Böylece yerleşik düzeyin ilk kuralları da – kadının aleyhine – işlemeye başladı… Çünkü, üretim ve ekonomik roller kadını evin idaresine, çocuklarını yetiştirmeye… Erkekleri ise ‘evi geçindirme’ rolüne koşullandırdı. Böylece kadının “Toplumsal ve siyasal” rekabetten uzaklaştırılıp ‘eş ve annelik’ rolü her anlamda pekiştirilerek gelenek ve göreneklerin ağır kuşatması altına alınıp dünyası daraltıldı ve dış dünyada özellikle de bu dünyayı şekillendiren politika ve her türlü etkinlikte söz hakkı kısıtlandı / sınırlandırıldı…
Bu da tabii, kadının ev dışındaki yaşamdan kopmasına, korkmasına ve o dünyadan ürkmesine neden oldu…

ÜRETİMİNİ SÜRDÜRDÜ…

Ama, üretimini sürdürdü kadın… Ne ki, evinin sınırlarında… Ve “ataerkil düzenin kurallarına göre…
Konumuz, ‘Kıbrıs Türk Kadını’ olduğuna göre kadının genel gelişimini özet olarak sunup noktalayalım:
Bugün Dünya nüfusunun yüzde 52’si kadındır ve dünyadaki artı değer ve yiyeceği üretenlerin % 50’si de kadındır… Bu üretime karşın kadının sağladığı gelir, erkeğin sağladığının onda biri kadardır. Ve, kadının mal varlığı dünya mal varlığının yüzde biri kadardır. Dünya üretici kadrolarının sadece yüzde altısı kadın ve hala ‘karar mekanizmalarında ve politikada’ söz sahibi olmamalarıdır. (Baltık ülkeleri dışında AB ve ABD dahil bu gerçek tüm dünyada geçerlidir. Uluslar arası gelişme ve örgütlenmeye baktığımızda, gelişmiş ülkelerde dahi kadının nüfusunun işsizlik oranı % 50 – 100 arasında değişiyor.
Bununla başa çıkılabilmesi için… Kadınların örgütlenmeleri şarttır… Ne ki, Dünyada kadının örgütlenmesi (200) yıl öncesi gibi kısa bir döneme dayanır..
Yani, kapitalizmin sanayileşmeye başladığı bir döneme… Yani, fabrikalarda ucuz iş gücüne gereksinim duyulduğu ve kadınlarla çocukların ilk akla geldiği bir döneme… Kadınlar ve çocuklar fabrikalarda işe başladılar ama emekleri sömürülerek… Çok düşük ücretlerle…
Bu dönemde “Fransız Devrimi” yaşanmış…
Devrimle birlikte “eşitlik” kavramı yaşama geçmiş ama kısa bir dönem sonra kadınlar bu eşitliğin kendilerini kapsamadığını fark ederek… Devrimin getirdiği uyanış ve fikirlerin de etkisiyle kendi kurtuluş ve eşitliklerini kazanmak için… O gün bugündür mücadelelerini artırarak sürdürüyorlar… Görünüm o ki, daha yürüyecek çok uzun bir yolları vardır…

GELELİM KIBRIS TÜRK KADINI’NA

Kıbrıs Türk Kadınını tarihsel süreç içerisinde incelerken, (1571) lere gitmek gerek…
Kıbrıs, 1571’de Osmanlı idaresine girdiğinde, Osmanlı Maarifinin ‘Din Anlayışı’ esasına dayanan eğitim şekli Kıbrıs’ta da başladı. O zamanki okullar… İptidailer (yani ilkokullar)… Medreseler (yani Orta ve Yüksek) okullar diye ikiye ayrılıyordu. Bu okullarda öğrenim tamamıyla ‘Dine’ dayanıyordu ve erkeklere açıktı.
(1571-1878) yılları genelde “Sosyal” özellikle “Dini” baskılar yüzünden, Kıbrıs Türk Kadını çok az “medeni imtiyazlara” sahipti ve eğitimleri de “Kuran” okumadan öteye gitmiyordu…

***
Söz bitmedi ama… Burada kesiyor ve önümüzdeki süreci ‘noktası ve virgülüne’ dek izlemek için bir süre sadece ‘gözlem ve not almaya…” ayırıyorum….

Sevgiyle…

Bu haber toplam 1331 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 168. Sayısı

Adres Kıbrıs 168. Sayısı