Dünyaya Yanlış Pencereden Bakmanın Sonuçları
Dünyaya Yanlış Pencereden Bakmanın Sonuçları
Salih Örses
[email protected]
Karpaz’da yaşanan çevre felaketi bu konuya ilişkin bir yazı yazmama neden oldu. Ülkemizde bu olaylarla birlikte çevre sorunlarının gündeme gelmesi, biraz olsun çevremizde olan biteni sorgulamamamızı sağlıyor. Sorguluyor olup olmadığımızda aslında tartışmalı bir süreç. Yaşanan çevre felaketi sonucunda çok az sayıda insanın eyleme katılarak tepkilerini ortaya koyması ve bunun yanında böyle bir çevre felaketini onaylayan köylülerin de ortaya çıkması; toplumun bölündüğünü, gittikçe ayrıştığını ortaya koyuyor. Yaşadığımız bu sorun çevre alanında toplumsal olarak çok daha derin problemlerimizin olduğuna işaret ediyor. Sizlere çevre sorunlarının nasıl başladığı hakkında kısa bir özet geçmek istiyorum.
Çevre sorunları tarihsel olarak endüstri devrimi ve kömürün sanayide enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlaması ile fark edilmeye başlandı. XX. yüzyılda çevre sorunları giderek yaygınlaşarak karmaşık bir hal aldı. XXI. yüzyılda ise çevre sorunları yerel ve bölgesel düzeyden küresel düzeye ulaşarak insanoğlunun en önemli sorunları haline dönüştü. Endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkan ve yaygınlaşan çevresel sorunların, aslında toplumsal boyutları olduğu ve tartışılması gerektiği anlaşılmıştı.
“Daha derin olduğunu ortaya atmamın sebebi ise bunlardan dolayı. Çevre sorunlarını sadece çevresel boyutlarda tartıştığımız için bu durum sorunların çözümlerinde sonuçsuz kalmamıza neden oluyor .’’ Örneğin: Çevremizin kirlendiğini, her tarafın çöp yığınları ile dolu olduğunu tartışıyoruz sürekli ama bunun aslında bizler tarafından yaratıldığını ve bu sorunun toplumsal olarak bir bilinçlendirilmesinin nasıl yapılacağını tartışmıyoruz.
Çevreciliğin ne olduğunu tanımlayarak yazıma devam etmek istiyorum. Çevrecilik; çevresel düşünce, eylem, politika, tutum ve davranışı da içeren geniş bir anlamsal içeriğe sahiptir. Tarihsel olarak çevrecilik hareketleri insan merkezli ve doğa merkezli çevrecilik olarak iki temelde oluşmaktadır. İnsan merkezli yaklaşım, insanın doğa ilişkilerinde insan çıkarlarını merkeze alan bir anlayıştır. Doğa merkezli yaklaşım ise, doğaya ve doğal süreçlere insan çıkarlarına nazaran daha çok önem verir.
Bu yaklaşımlara göre Karpaz’da yaşanan olayda aslında toplumsal olarak iki ayrı kutba ayrıldığımız ortaya çıkıyor. Bu tür kutuplaşmalar üzerine gidecek olursak da, soruna iki farklı paradigmadan bakarak bu durumu sizlere açıklayacağım.
İnsanı üstün gören doğa görüşü üzerine; toplum, doğal çevrenin kontrol altına alınması, yönlendirmesi ve doğal kaynakların sömürülmesi temeline dayalı bir tüketim kültürü yaratılmıştır. Ben Karpaz’da yaşayan köylüleri bu grubun içinde değerlendireceğim. Bu paradigma da doğal çevre ile ilişkileri temel kriter olarak alır ve faydanın ençoklaştırmasını kabul eder. Faydanın ençoklaştırılması, doğal kaynakların sömürülmesi ve doğal güzelliklerden zevk alınmasını içerir. Faydanın ençoklaştırılması, doğal kaynakların sömürülmesi ve doğal güzelliklerden zevk alınması ile çelişmektedir. Öte yandan toplum hem sosyo-ekonomik refaha, hem de zevk alınabilir bir doğal çevrede yaşamaya gereksinim duyar. Karpaz halkı geçecek yolla birlikte ekonomik faydayı ençoklaştırarak doğal çevrenin sömürülmesine karşı çıkmamıştır. Karpaz halkı bir yandan eko turizm yaparak doğadan gelir elde etmek istiyor, diğer bir yandan ise doğal kaynakların sömürülmesine de izin vererek bir çelişki içine giriyor. Bu çelişki de aslında toplumsal bir krizin belirtisidir.
Sonuç olarak krizin ortadan kaldırılması için de yeni ekolojik paradigmanın belirttiği gibi, toplum ile doğal çevresi arasında ilişkiyi tek yönlü bir hegemonik ilişkiden çıkararak, doğa ile karşılıklı ve kimsen eşiktik temelinde bir ilişkiye yerleşmemiz gerekmektedir. Bunların oluşturulması için ilk önce devletin çevreci politikalar benimseyerek bunları devlet politikası haline getirmesi gerekmektedir. Eğitim sistemimizde de bu anlayışa sahip çevrecilik eğitim programlarını acilen yaratmak ve yeni nesillerin çevreci eğitim sistemi ile yetiştirilmesini sağlamak gerekmektedir. Toplumun geri kalan kesimleri için ise toplumsal eğitim merkezleri kurularak yerel yönetimlere belirli bir kaynak aktarılmalı ve buralarda halkın eğitilmesi sağlanmalıdır. Gerekirse mahalle toplantıları düzenleyerek halkın ilgisini çekecek kampanyaların yaratılması gerekmektedir. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin de bu politikaların yaygınlaştırılması konusunda devlet tarafından desteklenerek, politikaların daha da yaygınlaştırılması sağlanmalıdır.
Unutmamalıyız ki “Bizler(insanlar) yaşayan dünyada bizim dışımızdakilerin efendileri değil, onların eşitleri durumundayız”