Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi!*
Sanırım en korkutucu şey de bu olur. Bir şeye karşı mücadele ederken, mücadele ettiğin şeye, yani karşıtına dönüşmek.
Hasan Yıkıcı
[email protected]
“Aşkın tehlikesini, asla dağılmayan tatlı bir enerjinin her gün yaratılmasının şarkısını söylemek istiyoruz”
Post-Fütürizm Manifestosu, Franco “Bifo” Berardi
I.
Nostalji, sadece geçmişi ve onun şimdideki imkansızlığını arzulama hastalığı değildir. Aynı zamanda bununla birlikte, yenilmişlerin, kaybedenlerin ve hüsrana uğramış olanların sığındıkları, tekrar tekrar ürettikleri nevrotik bir saplantıdır da. Hatırlamak ile nostalji arasındaki fark da tam burada belli olur. Hatırlayan insan, güncel olanın kuşatmasına karşı direnebilen, geçmişi ile hesaplaşma-yüzleşme ilişkisine girebilen insandır. Hatta hatırlayan insan aynı zamanda unutabilen insandır da. Fakat nostalji hastalığından muzdarip olan insan, güncel olanın kuşatmasına boyun eğmiş, geçmiş olanın yenilgisini kabul etmiş ve hayatını şimdiye ve geleceğe yönelik yeni anlamlar arayışı üzerinden değil, eski hikayeleri ve kaybedilmişlikleri yeniden ve yeniden üretme üzerinden yaşayan insandır. Kendi yarattığı konfor alanı içerisinde en doğru, en devrimci veya en haklı olandır. O hatırlamaz, geçmişi kendince yeniden kurar, hatırlayamadığı için unutmaz da, unutamaz. Bundandır ki bugüne dair tek tavrı, geçmişin maraz dolu boğuculuğunu başkalarının da yaşamına boşaltmak istemesidir. O, yeni kuşakların mücadelelerine her zaman yukarıdan bakmış, dahil olmakta zorlanmış, onları küçümsemiş ve çoğu zaman da devrimci bulmamıştır. O’na 1968’de rastlanabileceği gibi, 2018’in güncel mücadeleleri içerisinde de rastlayabiliriz. O, bir insandan çok bir durum, arzusunu kaybetmiş bir oluştur. 1968 hareketlerinin ilk hesaplaşmaya giriştikleri mevzulardan birisi de bu arzusuz oluştan, çürüyen durumdan koparak, bir arzu oluşa doğru dümen kırmaktı.
II.
Maurice Blanchot, “İtiraf Edilmeyen Cemaat” kitabında 68 ile ilgili olarak şöyle yazar: “Önceden kabul edilmiş veya ümit edilmiş toplumsal biçimleri altüst eden bir şenlik gibi birdenbire ortaya çıkan mutlu bir karşılaşmada patlayıcı iletişimin; sınıf, yaş, cinsiyet veya kültür ayrımı olmaksızın herkesin önüne ilk gelenle, özellikle tanıdık-meçhul olduğu için zaten sevilen biriymiş gibi ilişki kurmasını sağlayan bu açıklığın, tasarı, and içme olmaksızın kendini gösterebileceğini (kendini göstermenin ötesinde alışılmış biçimlerin ötesinde kendini gösterebileceğini) Mayıs 68 kanıtlamıştır.”(1)Herhangi bir tasarı olmaksızın gelişen bu mutlu karşılaşmalar pek çok alanda radikal hayal gücünün işlevini de gözler önüne seriyordu. Blanchot’un ifade ettiği “alışılmış biçimlerin ötesinde” kendisini gösteren hareketler, belki politik anlamda –yani iktidarın ele geçirilmesi gibi- bir ‘zafer’ sağlayamadılar. Fakat kültürel ve ideolojik anlamda yeni bir dönemin başlamasına vesile oldular. 1968, modernizm eleştirisinin radikal bir şekilde yapılmaya başladığı ve bir uygarlık krizi ile iç içe geçmiş olan modernizmden kopulmasına yönelik ihtiyacın en heyecan verici ve yaratıcı provasıydı. 68 aslında yaşamı yeniden keşfetmek ve dünyaya olan inancı hatırlamaktı. 1968 Devrimi ve Sitüasyonistler başlıklı 68 olaylarının içinde yazılmış Sitüasyonist Enternasyonal bildirisinde yaşam kokan şu satırları es geçmemeli: “Sermayeleştirilmiş zaman durdu. Trenlerin, tramvayların, otomobillerin ve işin yokluğunda, grevciler fabrikalarda, otobanlarda, televizyon karşısında kaybettikleri zamanı geri kazandılar. İnsanlar aylak aylak gezmeye, hayal kurmaya başladı, yaşamayı öğrendi. Gençlik ilk defa gerçek anlamda var oldu. Sosyologların ve ekonomistlerin, meta ekonomisinin ihtiyaçları için icat ettikleri bir toplumsal kategori için değil, atıl zaman geçirmeksizin yaşanan hayat anlamında, yaşla ilgili dayatmaları yaşama gücü adına reddeden yegane gerçek gençlik anlamında. Entelektüellerin, yaşamaktan aciz oldukları için zor buldukları radikal kuram, en küçük red eylemlerinde bile onu iliklerinde hissedenler için elle tutulur hale geldi, işte bu nedenle arzuladıkları hayatın kuramsal formülünü duvarlara yazmakta en ufak sıkıntı çekmediler.”
III.
Kültürel kapitalizm, üretim süreçlerindeki yenilikler, tüketim toplumu, kurumların otoriter ve konformist örgütlenişi, sömürgecilik için yapılan savaşlar, modernizmin Batı tarafına özgü belirtileriyse; totaliterlik, tek düze yaşamlar, komünist partilere itaat, aşırı bürokrasileşme ve insanı bireyselliğinden mahrum bırakarak teknik bir robota dönüştürme, politik bakımdan paranoyaklaşma modernizmin doğu tarafına özgü belirtilerdi. 1968 ayaklanmaları her iki modernist varoluşa karşı olduğu kadar aynı zamanda onlardan bir kopuş çabasıydı da. “Sistem Karşıtı Hareketler” kitabında Arrighi, Hopkins ve Wallerstein, yalnızca iki dünya devrimi olduğunu, bunlardan ilkinin 1848, ikincisinin ise 1968’de gerçekleştiğini yazmaktadır. Yazarlara göre her ikisinin de yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen her iki dünya devriminin de başarısı daha sonra kendisini belli edecekti. 1848 devriminin başardığı şey artık sistem karşıtı hareketlerin temel bir politik stratejiye, yani dünyayı ve toplumu değiştirme-dönüştürme yolunda devlet iktidarını ele geçirmeye yönelik bir stratejiye sahip olmasıydı. Nitekim 1917 Ekim devrimi tarihsel önemini bu politik stratejinin meyvesini verdiği ilk örnek olmasından da alır. Fakat 1960’lara gelindiğinde 1848’in yol açtığı politik strateji hem aşırı derecede yozlaşmış ve çürümüş örneklere dönüşmesi bakımdan içsel, hem de soğuk savaş koşullarında iki egemen güç odağında gelişen sistem içi bir iktidar kavgasına dönüşmesi anlamında dışşal olarak da tükenmiş bir strateji halini aldı. 1960’lı yılların başında ortaya çıkmaya başlayan yeni toplumsal hareketler 1848’in de artık dogmalaşmış olan politik stratejisini ve örneklerini eleştirmeye başladı. 1968 bu hareketlerin ve eleştirinin en parlak yansımasıydı. Sadece Batı’ya karşı değil aynı zamanda Doğu’ya karşı da. Sadece kapitalist konformize ve otoriterliğe değil aynı zamanda resmi komünist devlet itaatine ve otoriteryanizmine karşı da. “Dünya sisteminin olumsuzluklarına karşı yürekten gelen bir çığlık ve aynı zamanda bu dünya sistemine yönelik eski sol muhalefetin stratejisinin temelli bir sorgulanışı olarak görmediğimiz sürece 1968’i anlamamız olanaksızdır”(2)
III.
Bu sorgulanış ve kopuş çabası beraberinde sistem karşıtı hareketler için pek çok yeniliği getirdi. 68’in yaratıcılığı 68 ile sınırlı kalmadı. Sonraki yıllarda akademilerde ve entelektüel alanda özellikle resmi marksist devlet ideolojisinin dışında marksizmin alternatif yorumlarının gelişmesine şahit olundu. Otonomculuğun ve öz yönetim pratiklerinin yeniden ortaya çıkması ile post-yapısalcılığın yaygınlaşmasıyla birlikte yeni toplumsal hareketler resmi ve resmi olmayan dogmatizmlerle hesaplaşarak, bunun yerini özgürlükçü düşünceyle doldurmaya başladı. Toplumsal hareketler teker teker kimlik politikası olarak yeniden inşa olmaya yöneldi. Özellikle feminizm, quir ve ekoloji hareketleri güçlü bir damar olarak toplumsal muhalefet içerisinde gelişerek günümüze kadar geldiler ve hala da gelişmeye devam etmekteler. Sitüasyonist Enternasyonal, Dadacılık ve sürrealizm akımının edebiyata, sanata ve politikaya etkisi; 68’in düşünürleri, Guy Debord, Herbert Marcuse, Sartre, Henri Lebevne farklı farklı alanlarda hala güncelliğini yitirmeyen çalışmalar bırakmışlardır. Rudi Deutsche henüz 68’in içinde kapitalizmle mücadele için stratejiler belirlemeye kafa yormuştu. Bunun yanında marksist akım içerisinde Maocu Allan Bodiou, Troçkist Daniel Bensaid, Tarık Ali, Cornelius Castoriadis, Otonomist Antonio Negri ve Michael Hard gibi isimler marksizme çok değerli katkılar yaparak onu güncel kıldılar. Özellikle Negri ve Hard’ın katkıları ve görüşleri 2000’li yıllarda başlayan Sosyal Forum Hareketi’ne ve bugün hala devam etmekte olan küresel toplumsal hareketlere ilham vermekte ve onlardan ilham almaktadır. 68’in açtığı bir başka kanal ise post-yapısalcılık kanalıydı. Marksizmle gerilimli bir ilişkisi olan fakat anarşizm ile de karşılıklı bir fayda ilişkisi içinde olan post-yapısalcılık/post-modernizm, sadece dogmatizmlerle mücadele etme anlamında değil, aynı zamanda yeni kapitalizmin ve onun yönetimsellik aygıtlarını açıklayabilme, anlayabilme ve direnebilme anlamında da muazzam katkılara sahiptir. Özellikle Michel Foucault, Gilles Deleuze, Felix Guattari gibi isimlerin çalışmaları bugün hala didik didik edilmesi gereken eserlerdir. Fakat tam da burada yeni bir sorun gündeme gelir. 68’in ortaya attığı temel sorunlardan biri. Dogmatizmle hesaplaşmak adına yapılan girişimlerin yeni dogmatizmlere yol açabilecek olması. Sanırım en korkutucu şey de bu olur. Bir şeye karşı mücadele ederken, mücadele ettiğin şeye, yani karşıtına dönüşmek. Hem de fark etmeden! Geçmiş ve hatta günümüz bu tarihsel ve güncel deneyimlerle dolu. Peki ya aynı şeyi dogmatizm için de ortaya atabilir miyiz? Biraz da provakatif olması pahasına pek tabii! Modernizme ve onun dogmatizmlerine karşı mücadele edereken, kendimizi post modern bir dogmatizmin içinde hapsetmişsek?
IV.
Aldous Huxley’in “Algı Kapıları” isimli kitabı William Blake’in “Eğer algı kapıları temizlenseydi her şey insana, olduğu gibi görünürdü: Sonsuz” alıntısıyla başlar. Bu kitap çok daha sonra –kitap 1954’de yazıldı- 68 kuşağının LSD ve çeşitli uyuşturucu madde deneyimi için ilham kaynağı olacaktı. Fakat 68’den önce başka bir mucizeye de vesile oldu. Jim Morrison’un grubu The Doors, ismini Huxley’in Algı Kapıları kitabından alacaktı. 1967, “The Doors” isimli ilk albumleri ile tahakkümcü ahlaki değerlere, konformist toplum yapısına ve tüketim ilişkilerine dair başkaldırı bayrağını müzik ile fakat o güne dek eşi benzeri görülmemiş bir müzik ile açıyordu. Aynı dönemde Jimi Hendrix’in Axis: Bold as Love, Jefferson Airplane’in Sürrealistic Pillow, Cream’in Disraeli Gears, The Velvet Undergound & Nico’nun The Velvet Underground’u ve The Beatles’ın Sgt. Pepper’s Loney Hearts Club Band albümleri 68’den önceki huzursuzluğu ve arayışı bir yıl öncesinde müzikle dışa vuruyordu. “Gürültüden Müziğe” isimli kitabında Jacques Attali müziğin her büyük değişimin başında orada olduğunu ve hatta büyük değişimlerin de habercisi olduğunu yazar.(3) 67’de çıkan albümler bir anlamda da böyle değerlendirilebilir. Özellikle de dönemin rock ve free caz müziğindeki doğaçlama ile toplumsal hareketlerin kendiliğindenliğini yan yana koyduğumuzda müzik ile hareketler arasında uyum olduğunu görebiliriz. ABD’de siyahi hareketin şiddet içeren kendiliğinden eylemleri ile free caz arasında karşılıklı bir ilişkinin olduğu açık olmakla beraber, siyahi hareketin şiddetten vazgeçmesiyle de free cazın zayıflaması arasındaki bağ bugün çok daha net anlaşılmaktadır.
V.
Zizek’e göre yukarıda okuduğunuz 68’in bizim için ne anlam taşıdığına dair düşünceler sıkıcı ve kibirli düşüncelerdir. Onun için esas soru 68’in gözünde günümüzün nasıl göründüğüdür. Geri dönmek üzere Zizek’in sorusunu burada bırakalım ve Arrighi, Hopkins ve Wallerstein’in tespitine tekrar bakalım. Neydi bu tespit? Hatırlayalım, “Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848’de oldu. İkincisi ise 1968’de. İkisi de birer tarihsel yenilgiydi. Ama ikisi de dünyayı dönüştürdü. Her ikisinin de planlanmamış ve bu yüzden de derin bir anlamda kendiliğinden olması her iki olguyu da –başarısızlığa uğramaları olgusunu ve dünyayı dönüştürme olgusunu- açıklamaktadır.” (syf.95) 1848 dünya devrimi modern zamanların devrimlerine açılan bir kapıydı. Bir anlamda modernizm süreçlerinin altüst oluşlarla geçeceğinin habercisiydi. 1968 dünya devrimi 1848’in stratejisini kökünden sorgulama ve ondan bir kopuş iradesini sergilemesi anlamında yeni bir yol açıyordu. Devlet iktidarını ele geçirmek dünyayı, insanı ve toplumu değiştirmek anlamına gelmiyordu. Hatta tam tersi, karşı olduğun şeye dönüşmek anlamına da gelebiliyordu. Stratejiyi eğer iktidarı ele geçirme sanatı olarak tanımlarsak, 68 sanıldığı gibi ideolojilerin veya tarihin sonunun değil, toplumsal hareketler açısından stratejilerin sonunun geldiğinin habercisiydi. 68’in sunduğu temel zeminlerden biri, “İktidar her yerde, direniş de öyle” sloganının imlediği, iktidarı ele geçirme değil, her türlü iktidara karşı, hayatı mikro alanlarından dönüştürmeye, devrimi gündelik hayatın içinden örmeye başlamaktı. Şimdi Zizek’in sorusunun üzerinde biraz oynarsak ve ‘1848’in gözünde 1968 nasıl görünür?’ diye bir soru ortaya atarsak bugün için konuşmak daha rahat olacak. Şüphesiz 1848’in gözünden 1968 pek çok benzerliği barındırsa da tamamlanamamış bir sürecin ikinci provasıydı: Uygarlık krizine son verme süreci! 1848 ve onun stratejisi aşırılıklar çağı boyunca söz konusu krizin bir parçası ve onu üreten bir mekanizması haline geldi. 1848’den 1968’e baktığımızda en bariz gördüğümüz şey bu bütünleşmeye karşı bir başkaldırıydı. Yani 1848’in uzun vadedeki başarısızlığı! Peki ya 1968’den 2018’e baktığımızda ne görürüz? Yine aynı şeyi, 1968’in ve onun stratejisizliğinin uygarlık krizyle bütünleşmesini! Yani 68’in uzun vadedeki başarısızlığı!
Peki bugün siber teknik ile kuşatılmış yaşamlarımızda, ‘hakikat kaybı’ ile yaralanmış zamanımızda, ekolojik krizin sadece insanın değil aynı zamanda gezegenin de geleceğini ciddi şekilde tehdit ettiği, kapitalizmin popülizmler ile yeni bir otoriterleşme dalgasıyla yeniden örgütlendiği, bireyciliğin ayyuka çıktığı bir dönemde uygarlık krizi ile başa çıkmanın yolları var mı? İhtiyacımız olan şey belki de yeni bir dönemi başlatacak olan üçüncü bir dünya devrimidir. Kısa vadede başarısız olması pahasına uzun vadede başarılı olacak olan bir devrim! 2000’lerdeki Sosyal Forum hareketleri, tüm umut ve iyimserliklerine rağmen Latin Amerika sosyalizminin 21.yy iz düşümleri, 2008’lerde başlayan İşgal et Hareketleri ve güney Avrupa’da –parlamentarizmi aşamayan- krize karşı mücadeleler henüz yeni bir dönemin açılmasına vesile olamadılar. Belki politik anlamda başarısız olacak olan fakat arkasından yeni bir çağ başlatacak olan bir devrim! Kibirli düşüncelerimizden arınıp son sözü Zizek’e bırakalım: “… geri çekilip farklı “direniş sahalarından” eylemde bulunmakla mı sınırlı kalacağız, yoksa hala radikal bir politik müdahale hayal edebilir miyiz? 68’in asıl mirası budur: 68’in özü liberal kapitalist sistemin reddedilmesi, onun bütünselliğine yöneltilmiş bir hayır, en iyi şekilde Gerçekçi Ol İmkansızı İste! formülünde dile getirilen bir hayır olmuştu – esas ütopya mevcut küresel sistemin kendisini sonsuzca üretebileceği inancıdır; doğru bir şekilde “gerçekçi” olmanın tek yolu, sistemin koordinatları içerisinde ister istemez olanaksız görünecek şeyi düşünmektir.”(4)
*Jim Morrison
Kaynakça:
1.İtiraf Edilmeyen Cemaat, Maurice Blanchot, syf. 44, Ayrıntı Yayınları
2.Sistem Karşıtı Hareketler, Arrighi, Hopkins, Wallerstein, syf. 99, Metis Yayınları
3.Gürültüden Müziğe, Jacques Attali, syf. 145, Ayrıntı Yayınları
4.1968, Slovaj Zizek, syf.38, Encore Yayınları