1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Düşünce Yarılması”
“Düşünce Yarılması”

“Düşünce Yarılması”

“Düşünce Yarılması”

A+A-

 

Hakkı Yücel
[email protected]

19 Nisan’da birinci, 26 Nisan’da ikinci turu yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarından sonra oluşan yaygın kanaat, hem yeni seçilen liderin siyasal kimliği ve müktesebatı ve hem de toplumdan aldığı yüzde 60.5 oranında destek göz önüne alındığında, Kıbrıs’ta ‘yeni bir dönem’in başlamakta olduğudur. Bitmek bilmez Kıbrıs Sorunu’nun çözümü (federal çözüm) esasında karşılığını bulan ‘yeni dönem’ tespiti, evvel emirde bu iki unsurun buluşmasından kaynaklanıyor. Ancak sadece bu kadar da değil; Kuzey’de bu gelişmeler yaşanırken aynı anda Güney’de de çözümü hedefleyen kesimlerin ve dahası bu kadim sorunla ilişkili dış dinamiklerin de aynı doğrultuda hareketlenmesi, ‘yeni dönem’ tanımlamasını gerçekçi kılan diğer bileşenleri oluşturuyor. Nihayet bu tabloya müzakerelerin başlayacak olması da eklenince, bir bakıma fotoğraf tamamlanıyor. Böyle bir fotoğrafın oluşmasının Kıbrıs’ta barışı ve federal çözümü hedefleyen, bu adayı üzerinde yaşayanların ortak vatanı kılmak isteyen ve bunun mücadelesini veren siyasal-toplumsal kesimlerde ‘iyimserlik’ duygusu yaratacağı aşikârdır. Nitekim öyle de olmuştur.

Olmuştur olmasına da şüphesiz bu bir başlangıçtır, her başlangıcın olduğu gibi bunun da sonrası olacaktır ve zurnanın zırt dediği yer de galiba işte burasıdır. Şundan; tek başına bu fotoğraf, zamanın donduğu tarihsel bir kesiti, diğer bir ifadeyle içinde yaşanılan anı -ya da kendisiyle sınırlan(dırıl)mış zamanı- ifade etmektedir. Daha açık bir ifadeyle bu fotoğraf ‘söylemler’in öne çıktığı, henüz ‘icraat’ın başlamadığı  bir kesit olmaktan ibarettir. Oysa eğer ‘Kıbrıs Sorunu’ bağlamında konuşacak olursak -aslında herhangi bir başka sorun bağlamında da-  onun tek başına bir ‘tarihsel kesit’e (fotoğrafa) ya da ilgili ayrı ayrı ‘tarihsel kesitler’ e (fotoğraflara) bakılarak değil, bir ‘süreç’ -tarihsel bir süreç- olarak değerlendirildiği oranda anlam ve gerçeklik kazanacağı aşikârdır. Kanımca bu durum, yani bir sorunun ‘kesitler’ üzerinden değerlendirilmesiyle bir ‘süreç’ olarak değerlendirilmesi, gözardı edilmemesi gereken, önemli bir farklılığa işaret etmektedir.

Yaşadığımız örnekten yola çıkarak somutlaştıracak olursak, şunu demek istiyorum:  Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ortaya çıkan tablonun başlangıçta yarattığı ‘iyimserlik’ halinin kimi kesimlerde -özellikle kendini solda gören kesimlerde-, Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakereci olarak Özdil Nami’yi atamasından sonra, tam zıddı bir konumla, bir ‘karamsarlık’ haliyle yer değiştirmesi, bir gün önce yere göğe sığdırılamayan başkana bir gün sonra ağır siyasal-ideolojik saldırılarda bulunulması, tam da bu farklılıktan, yani bir sorunu ‘durağan bir kesit’ üzerinden değerlendirmekle, ‘dinamik bir süreç’ olarak değerlendirmek farkından doğmaktadır. 

Biraz daha açmaya çalışalım: Değişimi öngören, bunu hedefleyen yeni siyasal-toplumsal hareketler başlangıç itibarıyla potansiyel olarak ‘ilerici’ bir mahiyet taşırlar. Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ortaya çıkan tablonun da böyle bir özelliği vardır.  Siyasal kimliği, vizyonu, federal çözüm perspektifi söylemiyle Mustafa Akıncı’nın, arkasına desteğini aldığı, farklılıklarını aşarak aynı hedeflerle örtüşen geniş ölçekli siyasal-toplumsal kesimlerle birlikte oluşturduğu fotoğraf da bunu açıkca göstermektedir. Öyle ya, sonuç olarak statükonun temsilcisi olan eski lider ve onun temsil ettiği siyasal eğilim yenilgiye uğramıştır; onun yerine çözümü öngören, bir haysiyet sorununa dönüşen siyasal-toplumsal özne olmayı talep eden ve bu noktada dik duruş sergileyen, sorunun tarafı her iki toplumu ‘ortak vatan’ hedefinde buluşturan, değişimin gerekliliğine vurgu yapan yeni ve güçlü bir irade açığa çıkmıştır. Toplumda umudu ve heyecanı artıran, ‘iyimserlik’ halini yaratan da bu olmuştur.    

Ancak burada unutulmaması gereken, ‘yeni bir dönem’in başlangıcını ima eden bu fotoğrafın bu durağan haliyle kalmayacağı, başlangıç noktasından hareketle, geçmiş birikim ve deneyimlerle birlikte içinde bulunduğu yerel-evrensel koşulları da gözeten, talepleri ve hedefleri doğrultusunda dinamik bir sürece dönüşeceği gerçeğidir. Bu ise başlangıç itibarıyla daha çok söylem düzeyinde kalan ve bu haliyle içinde bulunduğu tarihsel momentin bir kesiti olarak açığa çıkan fotoğrafın, devamında pratik somut karşılıkları olan (icraata dönüşecek olan) bir süreç olarak hayatiyet kazanacağı, bir başka ifadeyle hayatın çok boyutlu karmaşık ilişkileriyle hemhal olacağıdır. İşte iki durum arasında önemli olduğunu söylediğimiz fark da burada kendini gösterecektir. Şöyle ki;  birincisinde, daha çok söylem düzeyinde, henüz hayatın karmaşık ilişkilerine dâhil olmamış, haliyle ‘steril’ olanı resmeden durağan bir fotoğraf söz konusu iken; ikincisinde artık pratiğe dönüşmeye, haliyle durağanlığını ve sterilitesini yitirmeye, deyim yerindeyse ‘kirlenmeye’ başlayan dinamik bir süreç söz konusu olacaktır. Bu iki durum arasındaki farkın zihinsel karşılığı ise şudur: Birincisinde olayları ya da sorunları ‘durağan kesitler’ halinde değerlendirip yorumlayan, buradan bakarak kesin yargı ve hükümlerde bulunan, kendi doğrusunda ısrarlı, bu nedenle de  ‘otoriter’ mahiyet arz eden bir zihniyetin varlığı söz konusu iken;  ikincisinde ise, olayları ve sorunları, çok boyutlu ‘dinamik süreçler’ olarak değerlendirilip yorumlayan , kesin yargı ve hükümler vermek yerine bu süreci ilişkiler bağlamında anlamaya çalışan, ona buradan müdahil olan, eleştirel ve ‘demokrat’ bir zihniyet söz konusudur.

Bu noktada şunu hatırlamakta yarar var: Değişimi öngören yeni siyasal-toplumsal hareketlerin başlangıç aşamasında potansiyel olarak taşıdığı,  katılımcılarında, destekçilerinde ve takipçilerinde ‘iyimserliğe’ yol açan ‘ilerici’ karakter;  o hareketler dinamik bir sürecin unsurları haline dönüştüğünde, bir başka ifadeyle söylemden pratiğe geçerek hayatın karmaşık ilişkileriyle karşı karşıya geldiğinde, bu kendiliğinden ‘ilerici’ karakterini yitirmeye, daha doğru bir ifadeyle sorunlu bir hal almaya, hatta kimi durumlarda görece ‘tutuculaşmaya’ başlayabilir. Bu sorunlu haldir ki, yeni siyasal-toplumsal hareketler, başlangıçta ona onay veren katılımcıları, destekçileri ve takipçilerinin bir sonraki adımda yoğun tepkilerine ve suçlamalarına maruz kalabilir. Nitekim son örnekte yaşanan tam da budur; daha dün verilen olumlu desteğin kimi kesimler -özellikle sol kesimler- tarafından bir sonraki gün bir anda geri çekilerek yerini ağır suçlamalara ve saldırılara bırakması da bundandır.

Buradan devam edecek olursak o zaman kritik soru bu noktada takınılması gereken tavrın, yaklaşımın ne olması gerektiğidir. Daha açık soralım: Bir olayı ya da sorunu- ‘durağan kesitler’ üzerinden mi, yoksa ‘dinamik bir süreç’in karmaşık ilişkileri üzerinden mi okuyup değerlendirmek gerekmektedir. Eğer bu soru doğruysa, ona verilecek yanıtlar da şunlar olacaktır:  Ya olay-sorun ‘durağan kesitler’ üzerinden okunacaktır ki burada, ideolojik burçlarına çekilen onun mutlak buyruğu altında hareket eden anlayışın, o kesitte gördüğüyle sınırlı kesin yargıları ve hükümleri söz konusudur. Kesitte gördükleri ideolojik filtresinden geçerse ona destek verecek, geçmezse karşı çıkacaktır. Ya da, olay-sorun ‘dinamik süreç’ gerçekliği üzerinden değerlendirilecek, bu da o sürecin karmaşık ilişkileri kapsamında, koşulsuz destek ya da red ikilemi arasına sıkışmayan, eleştirel bir anlayışı ve yaklaşımı açığa çıkaracaktır.

Tam da bu noktada solun sıklıkla başvurduğu Gramsci’nin “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir” özdeyişini bir kez daha hatırlamakta yarar var. Bu özdeyişte Gramsci’nin altını çizdiği husus, kimi verili koşulların yarattığı olumsuzluklar karşısında aklın içine düşe(bile)ceği ‘kötümserlik’ halinin, bu gerçekliğe rağmen evrensel insani değerlere olan inanç ekseninde mücadeleyi çağıran, bunda ısrar eden iradenin ‘iyimserliğiyle’aşılabileceğidir.

Ve bir şey daha: Literatürde “düşünce yarılması” diye bir kavram var. Şöyle tarif ediliyor: “ Düşünce yarılması kavramı, ikili gerilimlerle kıskaç altına alınmış insan zihninin yeni arayışlara girmesini, varolan gerilimleri aşarak yepyeni zihni yırtılma ve yarılma kanalları açarak ileriye doğru sıçramasını ifade ediyor.”

Ardında inişleri ve çıkışlarıyla yarım asrı aşkın bir zamanı tüketen Kıbrıs Sorunu’nda ‘yeni bir dönem’in eşiğindeyiz. Şüphesiz güllük gülistanlık bir durum söz konusu değil; bu dönemin sonu nereye varır bilinmez, ancak burada durup bir kez daha düşünmekte yarar:
Bu dönemi, ideoloji kılıcını kuşanıp onun keskin ucuyla kesip biçmenin, istenilen kalıba sokmanın, buradan hareketle kesin yargı ve hükümlerde bulunmanın kolaycılığı ve şehvetiyle mi değerlendirip hareket etmeli; yoksa ideolojiyi başlayan sürecin dinamik ilişkileriyle buluşturan, bu bağlamda yeni açılımlar sergileyen, onu eleştirel ve işlevsel bir iradi güce dönüştürerek, zorlu bir mücadelenin ona doğrudan müdahil, sonuç almaya yönelik etkin parçası mı kılmalı?

Ya da şu: Kendi üstüne kapanan ‘ideolojik bağnazlık’ mı; yoksa yeni arayışlara ve yaklaşımlara kapı aralayan ‘düşünce yarılması’ mı?

Bu haber toplam 2402 defa okunmuştur
Gaile 320. Sayısı

Gaile 320. Sayısı