1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. DÜŞÜNCENİN ŞİİRİ
DÜŞÜNCENİN ŞİİRİ

DÜŞÜNCENİN ŞİİRİ

Düşünmek nedir? Sözlüğü açıp baksak bir tanım buluruz elbette. Ancak düşünmenin tanımı yapılabilir mi gerçekten? Bazı şeylerin, örneğin kalemin bir tanımını yapabiliriz. Ancak bu tanım bize kalemin gerçekliğini vermez

A+A-

Yılmaz AKGÜNLÜ
[email protected]

 

Bir çizgiyi süslemek
Benim hayalim değil,
Ben tanrı ve cennete yakın gelemem
Bu sebeple Walden’da yaşıyorum.
Kayalık bir kıyıdayım
Ve üzerimden esip geçer meltem
Elimin oyuğunda
Su ve kum var
Ve en derin dinlenme yeri
Düşüncelerimin üstünde uzanıyor

(Benim Hayalim Değil – THOREAU)

 

“Telefonu kapattım, zaten kimsenin beni rahatsız etmeyeceği bir saatti. Oda boş ve sessizdi, loş bir ışık nesneler arasındaki farkları yumuşatmış, zihnim kaygan bir hal almaya başlamıştı. Gözlerim halıdaki bir yere dalmıştı ama algım hiçbir noktaya sabitlenmiş değildi. Günlük yaşamım yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı aklımdan.  Sonra düşünmeye başladım. Öğleden sonra içimde belli belirsiz bir sıkıntı oluşmaya başlamıştı. Gün boyunca yaşadığım koşuşturma beni biraz yüzeysel ve anlamsız hissettirmişti aslında. Başlangıçta düşüncelerim içimdeki sıkıntının üzerindeydi, ama koltuğumda rahatladıkça zihnimdeki sis dağılmaya başladı. Yavaş yavaş zihin akışım daha berrak ve algılanabilir hale gelmeye başladı.  Kafamda bir düşünce vardı, daha doğrusu bir soru: Ben neden buradayım? Soru bir takım cevaplar doğurmaya başlamıştı, ama bu cevapların yeterli ve tatmin edici olmadığını biliyordum. İçimden verdiğim her cevap yüzeysel bir düşüncenin ürünü olarak zihnimin duvarlarına çarpıp düşüyordu. Bu şekilde cevabı bulamazdım. Çünkü soruyla aramda bir mesafe olduğunu hissediyordum. Zihnimde beliren düşünceleri bu da değil, bu da değil diye bir kenara atıyordum. Sonra ansızın bir şey oldu. Evet bulmuştum. Benim bir cevaba değil, bir dönüşüme ihtiyacım vardı. Öyle bir dönüşüm ki orda rüya ve gerçeğin yaratıcı güçleri birleşsin. Ben soru değil cevap olmalıydım. Bütün çelişki ortadan kalkmıştı bir anda. Bunu mantıklı sözlerle aktarmam mümkün görünmüyordu ama ben gene de sorudan kurtulmuştum artık.

Tarifsiz bir histi bu! Ben kimim? diye sormak ve soruyla bir olmak, bütün kalbimle ve zihnimle onun içinde olmak yeterliydi. Cevap ordaydı: Bir cevap bulduğumu düşündüğüm anda bu berraklığı kaybediyordum. Oysa ta en başından beri soruyla cevap arasında hiçbir ayrım olmamıştı. Ben bu gizemim, sorunun ta kendisiyim. Ben sorunun ta kendisi olunca, cevabın da ta kendisi olmuştum. Bunu hatırlıyordum, ta bir bebekken böyle şaşırmış bakarken dünyaya hem hiçbir şey bilmeden hem de her şeyi bilerek ”

 

 

Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” demişti. Bu felsefe tarihinin belki de en önemli sözlerinden biridir. Bu düşünce aslında insanın düşünme yetisinin onun en değerli yetisi olduğu anlayışını doğurdu. İnsanın ne olduğu ve bu dünyadaki yeri ve anlamına ilişkin temel varsayımlar sanıldığı kadar masum düşünceler değildir. Bunlar bizim inanç sistemimizin temellerini oluşturur ve bu inanç sistemi bizi etkileyen toplum tarafından kabul edilince de artık bir daha kolay kolay değişemezler ve dünyayı nasıl algıladığımızdan, nasıl yaşayıp, neleri doğru ve iyi kabul ettiğimize kadar her şeyi etkilemeye başlarlar. Öncelikle şunu teslim etmeliyiz ki dünyanın bir olduğu hali vardır, bir de bizim onu “gördüğümüz” hali. (Psikolojide yapılan birçok deney bu olguyu kanıtlamaktadır. Örneğin bir deneyde insanlar bir odaya alınır, odada masa, koltuk ve büro eşyaları vardır. Sonra başka bir odaya alınıp biraz önce bulundukları “ofiste” neler gördükleri sorulduğunda orda kitap olmadığı halde kitap gördüklerini söyleyenler olur. Ya da akıllarında kalanlar sadece bir ofiste olması gerektiğini “düşündükleri” şeylerdir. Onlara bir ofiste olduklarının söylenmesi algılarını biçimlendirmiş ve değiştirmiştir) Biz dünyayı olduğu gibi gördüğümüzü sansak da çoğunlukla onun hakkındaki düşüncelerimizin etkisiyle çarpıtılmış bir dünya görürüz. Gözleriyle fiziksel dünyayı tıpatıp aynı görse de, farklı inanç sistemleri ve pratiklerinin etkisi altında bulunan iki insanın “gördüğü-yaşadığı” dünya gerçekte birbirlerinden tamamen farklı olabilir.

Düşünmek nedir? Sözlüğü açıp baksak bir tanım buluruz elbette. Ancak düşünmenin tanımı yapılabilir mi gerçekten? Bazı şeylerin, örneğin kalemin bir tanımını yapabiliriz. Ancak bu tanım bize kalemin gerçekliğini vermez. Kalemin ortaklaşa anlaşılmış bir anlamını verir olsa olsa. Bu ortaklaşa oluşturulmuş anlamlarla birbirimizle anlaşmaya çalışırız. Oysa ki böyle bir anlaşma bizden kalemin başka anlamlarını saklar. Kalem yazı yazmak için kullandığımız araçtır deriz ilk anda, ancak böylelikle kalemle resim yapma eylemimiz geri plana atılmış olur. Söz konusu olan düşünme olunca bu çok daha karmaşık bir hal alır. Bizler genellikle düşünmeyi eylemden zıt bir noktada, karşıt uçlarda olan şeyler olarak görürüz. Oysa düşünmek salt bir kurgulama değil eylemdir de, ya da eylem olabilir. Herhangi bir nesneye ya da eyleme tanımlanmış bir anlam verince o eylem ya da nesnenin gerçek değeri ortadan kaybolur, sonunda indirgene indirgene o sözcüğün anlamı boşalır ve hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Bütün yaşamımız da böyle geçer bir bakıma. Ne eylemin, ne özgürlüğün ne düşünmenin, ne de diyelim uyumanın tadına varamayız. Bu mantıkla kendini düşünen hayvan olarak tanımlayan bizler aslında düşünemeyen hayvanlara dönüşmüşüzdür. Kavramların geleneksel ve kalıplaşan tanımları bir süre sonra bizden onların gerçek anlamlarını saklamaya başlar. O zaman da onu kavramsallaştırmadan önce çok iyi “gördüğümüz”, “bildiğimiz” dünya bize anlaşılmaz, kaotik ve anlamsız bir donuklukta görünmeye başlar. Bu algı gitgide sabitlenir ve düşünen özgür insan kavramların kölesi haline gelir. Düşünmek fiili düş kökünden türemiştir. Yani bir bakıma dil bile bize düşünmenin düşlemekle olan bağını hatırlatır. Farkındalık, düşlemek (hayalgücü) ve düşünmek bir aradadır gerçekte, eğer onları birbirinden koparmayıp, aralarındaki bağları unutmamış olsaydık bu dünya mucizevi bir berraklıkla yaşanabilirdi.  Ancak toplum tam da bizi kukla gibi oynatabilmek için bunları koparır birbirinden.

Descartes, düşünüyorum öyleyleyse varım yerine “Farkındayım öyleyse varım” diyebilirdi. Peki nedir düşünmekle farkında olmak arasındaki fark? İki şey arasındaki farkı ayırt edebilmek için önce kelimelere hangi anlamları verdiğimizi bilmemiz gerekir. Düşünmeye zihnin kavramlarla ve olgularla dünyayı kavrama çabası diyebiliriz. En azından batıda düşünme denince “bir yargıya varmak ereğiyle bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki bağlantılardan yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak” gibi bir tanımla karşılaşabiliriz. Bu anlamıyla düşünmek için öncelikle farklı farklı nesnelerin ve kavramların olduğunun “varsayıldığı” bir dünyada olmamız gerekir, sonrasında ise düşünme ediminden beklenen şey bir yargıya varmaktır. Demek ki daha en baştan düşünebilmemiz için varlıkların, olayların, olguların birbirlerinden ayırt edici özelliklerini varsaymam ve bunları gerçek bir ayrılıkmış gibi tasarlamam gerekiyor. Oysa varlıkların hem ortak özellikleri çok daha fazla, hem de onların aralarındaki ayrılık kelimeler tarafından yaratılmış suni bir farklılık olarak görüldüğünde bu ayırıcı tarzdaki düşünmemizin nasılda verimsiz, anlamsız ve yanıltıcı olduğu ortaya çıkar. Düşünme edimiyle modern çağda anladığımız şey işte bu tür bir düşünmedir. Biz düşünme denince sadece bunu anlıyoruz ve bu nedenle de düşünme edimimiz gitgide parçalara ayrılan, kaotikleşen, birbirine düşman varlık ve olguların savaşı haline geliyor. Böylece açık bir gözle, olgular çarpıtılmadan, isimlendirilip kalıplara konmadan, her şeyi olduğu gibi, “farklılıkları ayrılık olarak görmeden” yaşayabilme imkanı kalmamış oluyor.

Tek yönlü, mantıksal, neden-sonuç ilişkilerinin zorunlu yasalarıyla ilerleyen bu düşünme biçimi bizden GERÇEKLİĞİN çok boyutlu, döngüsel, zamansız, belirli kalıplara uymayan özgür doğasını saklar. Adeta bizi dünyayı sürekli olarak bin bir parçaya ayrılmış bir yer olarak görmeye zorlar. O zaman tanrı ve şeytan iki ayrı gücün temsilcisi olarak birbirleriyle savaşır. Yaşam ölümden, kadın erkekten, devlet bireyden kopartılır. Mutluluk ve hüzün, burası ve ötesi birbirinden dışlanır, yarım yamalak, keyifsiz hayatlara mahkum yaşarız. Bölünmeler, yanılgılar, acılar gitgide artar. Hepsi işte şu kavramsal düşünce denen şeye bunca değer verip onunla güdülmemiz yüzünden. Bir şeye bir ad verince artık onu ayrı bir varlık gibi görmeye başlarız. Bilgiyi; felsefenin, sanatın, ahlakın ve inancın birleşimi olan eylemsel bir bütün olarak yaşayamıyoruz. Bilgi dediğimiz, insan hayatını somut-soyut, canlı-cansız, duygu ve akıl gibi bütün yönleriyle ifade eden bir eylemdir, yaşamdan kopuk bir soyutlama değil. Bu yüzden kavramsal bilgi edindikçe cahilleşiyoruz. Parçanın bilgisini kazandıkça bütünün bilgisinden uzaklaşıyoruz. Hatta böyle bir bilgi-yaşam-gerçek bütünlüğü olabileceği ihtimalini bile kabul etmiyoruz.

Oysa ki kavramsal düşünmekten kurtulup bütüncül düşünme ve algılama becerisini kazanmak, bir insanın ya da bir varlığın bulunduğu hali aşabilmesi için kullandığı en üstün araçtır. Düşünmek bir yolculuktur ve çoğu zaman yüzeysel kavramsal düşünme nedeniyle daha yoğun ve güçlü düşünme biçimlerine geçemeyiz. En yetkin anlamında düşünme, kavramların dönüşüm geçirip kanatlandıkları, çoğunlukla bilinmeyen bir güçle zihnimizdeki kalıpları kıran muazzam bir enerjinin açığa çıkardığı bir içgörü patlamasıdır. Düşünmek tanımı bile sonsuz bir şekilde genişleyebilen tinin, maddenin, doğanın en gerçek eylemidir. Yani varlığımızın bütün yetilerini kullanarak düşünmek insanı dönüştüren ve canlı bir yaşam olanağı sağlayan en güçlü eylemdir.

Anlaşılması zor gibi görünen kutsal metinler, gerçek sanatçıların eserleri, gerçek şiir bu üst düzey düşünmenin ürünleridirler. Bu eserlerin özellikleri sıradan insan için anlaşılmaz ama algılarını ve düşüncelerini eğitenler için ise sonsuz anlamlara götüren hazineler olmalarıdır.

Ben Düşüncesi

Düşünmek birçoğumuz için düşüncelerle savrulmak oradan oraya akmak demektir. Bu düşüncelere günlük yaşantılarımız, psikolojik ihtiyaçlarımız sebep olur, ancak sonunda düzensiz ve verimsiz bir zihinsel dünyamız olur.

Peki düşüncedeki bu tıkanıklığı nasıl aşabiliriz? Düşünmeyi nasıl bir sanat olarak tekrar kazanabilir ve onun engin gücünden ve tadından yararlanabiliriz? Bana kalırsa düşüncenin gerçek doğasını keşfetmenin yolu, düşünce akışını serbest bırakmakla başlar. Bu akışı serbest bırakmak ise ona akacağı bir kanal, yöneleceği bir hedef vermekle olur. Su nasıl ki bir kanal bulduğunda akarsa, düşüncede kendisine akacak bir kanal bulabilmelidir. Bu kanal düşüncenin gerçekten yaratıcı bir ilgiyle “kendi yaşamına yönelebilmesiyle” olur. İnsan öncelikle ve her zaman temel olarak “kendi yaşamını” düşünür. Ancak düşünürken kavramlar arasındaki karşılıklı bağlantıları görmediği için düşüncesi tek yönlü olur ve gerçekleri kapsayamaz. Gerçekleri kapsamayan bir düşünce de üretken olmaz çünkü algımızda bir açıklık, bir tür kavrayış yaratamaz. Örneğin biraz önce “düşünce kendi yaşamını düşünür” derken, “kendi” kavramını “diğeri, başkası” kavramından ayırarak tanımlarsak düşünce sıkışır kalır. Gerçeklikten kopmuş olur. Hiçbir kendilik “başkası”ndan bağımsız olamaz. Yani insan kendi yaşamından o sanki dünyadan ayrı bir şeymiş gibi bahsedemez. Böyle bahseder ve böyle düşünmeye alışırsa kendini gitgide dünyadan izole eder, çevresinden kopuk bir varlık gibi algılar. Ramana Maharishi bütün düşüncelerin başlangıcının “ben-düşüncesi” olduğundan bahseder. Eğer gerçeğe ulaşmak istersek bu “ben-düşüncesi”ni keşfetmeliyiz ve ondan kurtulmalıyız der. Ancak “ben-düşüncesi” o kadar köklenmiştir ki bu düşünceyi görmek çok zorlaşmıştır. “Ben-düşüncesi”ni bırakmak kendimizi bırakmak gibi gelir, bu ölüme eşdeğer bir korku yaratır. Ve bu nedenle asla bu düşünceden kurtulamayız.

Ben düşüncesini bırakmaya gerek var mı diyebilirsiniz. Elbette ki gerek yok da denilebilir. “N’olacak ki dursun orda, bir düşünce işte. Ayrıca ben sanki yok muyum da “ben-düşüncesi”ni bırakayım? İşte görüyorum, bir bedenim var, bir adım var, kendimi bu dünyada var olan ve herkesten ayrı bir varlık olarak da algılıyorum vs. vs…” Bakın işte bunları söyleyen de düşünen bir zihin. Ancak burada bir düşünce hatası olduğu ortada. Bırakılması istenen sizin bedeniniz ya da gerçek varlığınız değil ki, bırakmamız gereken şey sadece “ben-düşüncesi”. Çünkü bu, ayrı bir varlık olduğunuz hissiyle beraber tam da bizi korkusuzca hayatla birlikte akmaktan alıkoyan bir düşünce haline gelmiş. O düşünce orda durmuyor masumca, peşine bir sürü başka düşünceler de takmış. Kim olduğunu, bu dünyada ne yaptığını tanımlamış, neleri sevdiğini, neleri sevmediğini, dostunun düşmanın kim olduğunu belirlemiş ve bunların içine kendini hapsetmiş. Şimdi kendisini hapsettiği bu duvarları, kendi benliği sanarak sıkı sıkıya koruyup bırakmıyor. Yani daha açık bir ifadeyle olduğunu ya da yaptığını düşündüğü şeyden kendini kurtaramıyor. Kendi yaşamımızı başkalarının yaşamıyla beraber akan bir şey olarak görüp düşünmeye başlamak gerçek bir toplumsal ve politik varoluşun da kaçınılmaz bir şartıdır. Bizler normalde kendi özgürlüğümüzü, kendi mutluluğumuzu başkalarınınkinden ayrı olarak düşündüğümüz için bencilce, yalnız ve mutsuz hayatlar yaşamaya mahkum oluyoruz.

Düşüncenin Şiiri

Düşünebilse, zihni akmaya başlasa kendini olmaya hapsettiği insandan kurtarabilecek, farklı şeyler hissetmeye, özgürce yaşamaya başlayabilecek. Düşünmek algının konuşmasına izin vermektir. Yani düşünmek soyut olandan somut olana inebilmek, kavramlar ve düşünce olmadan OLMAKTIR. Düşünmek ikileme düşüldüğünde susabilmek ve ikilemin seni yükseltmesine izin vermektir. Düşünmek sessizliğin içinde tinin kendi kendine dans etmesidir. Varoluşumun kendisiyle buluşup araçları amaçlardan ayırmadan akmasıdır. Sürekli kafamızda “ben” diye sandığımız bir imgeden yola çıkarak düşünüp yaşadığımız sürece gerçek yaşamla akıp büyüyemiyoruz. Ben düşüncesinden kurtulmak için sürekli onun farkında olmak gerek. Ben düşüncesiyle bütün yanılgılar başlıyor çünkü. Bu düşünceyi yıkmak değil ama onun geçici ve boş doğasını fark ederek bütün diğer düşünsel etkinliğimizi belirleyen yegane güç olmasını engellememiz gerekiyor. Bunu başarmadığımız sürece zihnin ve duyguların farkındalıkla birleşen çok daha yüksek çalışma biçimlerini yaşayamıyoruz, daha üstün bir bilince doğru yol alamıyoruz. Ayırımlardan oluşan kopuk, parçalı bir dünyaya hapsolduğumuz için sürekli yabancılaşmış ve tehdit altında yaşıyoruz, kaygılar ve korkular peşimizi bırakmıyor. Ben düşüncesi nerden çıktı, nasıl oluştu? Ben düşüncesini aşmak mümkün müdür? Ve bu düşünceyi sadece bir anlığına değil, bütün yaşamımız boyunca aşabilmek bize neler getirir? Bunları görmeden gerçek bir insan olabilmek mümkün müdür? Kendi küçük, yanılgılı benliğimizi bırakmakla gerçek, büyük benliğimizle çok daha büyük bir yakınlaşma içine gireceğiz. Bu büyük benlik bütün varlıklarla bir olduğumuz benliğimizdir. O yüzden de başkalarını daha iyi anlamanın, onların varlıklarıyla bütünleşip onlara yardım edebilmenin yolu da budur. Toplumumuzda ve dünyada barışı sağlamanın da tek yolu budur.

 

 

Bu haber toplam 10205 defa okunmuştur
Gaile 459. Sayısı

Gaile 459. Sayısı