1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Düşündürücü… Kime ve neye hizmet edeceği açıklanmalı…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Düşündürücü… Kime ve neye hizmet edeceği açıklanmalı…”

A+A-

Lefkoşa, 17 Ağustos 2020 (T.A.K.): Kayıp Şahıslar Komitesi Kıbrıslıtürk üyesi Gülden Plümer Küçük, Kıbrıslırum Yönetimi’nin “kayıplar” konusundaki 3 eksenli eylem planının “düşündürücü” olduğuna işaret ederek, “bu eylemin kime ve neye hizmet edeceğinin açıklanmasını” istedi.

Küçük, “Kayıp Şahıslar Komitesi’ne destek vermek için hiçbir plan açıklamazken, kayıplar konusuna siyaset bulaştırıp, nüfuzlu ülkelerin Türkiye’ye baskı yapılmasını isteyen Rum Yönetimi’nin kendi sorumluluğunu inkar ettiğini” belirtti.

Gülden Plümer Küçük, TAK muhabirinin konuya ilişkin sorusuna yanıtında, Kıbrıslırum Yönetimi adına İnsani Konular ve Dış Komiserliği’nin kayıplar konusundaki 3 eksenli eylem planını “hayret ve şaşkınlıkla okuduğunu” belirtti.

600600p22462ednmainimg-gulden-pulumer-ero.jpg
Gülden Plümer Küçük

“NEREYE HİZMET EDECEK?”

Küçük, “Bu üç eksenli eylemde Eylül ayında Atina Yunanistan ve GKRY ve sadece Kıbrıslırum kayıp ailelerin katılacağı toplantı nereye hizmet etme amaçlıdır?  Nasıl kayıplar komitesine yardım edilecektir?” diye sordu.

Paşaköy (Aşşa) “kayıplar”ını bulmak amacıyla Gaziköy’de (Afanya) gerçekleştirilen kazılarla ulaşılan 80 kişiden 77’sinin kimliklendirildiğini, 2’sinin ise teknik nedenlerle kimliklendirme beklediğine işaret eden Küçük, “Bölgedeki kayıpların akıbetlerinin belirlendiği bu aşamada Paşaköy ile ilgili siyasi girişimle AP’yi devreye sokmak isteyen bu düşünce kayıplara siyaset karıştırmama kararına tamamen terstir” ifadesini kullandı.

 

“KENDİ SORUMLULUĞUNU İNKAR EDİYOR”

Gülden Küçük, “Rum Yönetimi’nin, üçüncü eylem olarak nüfuzlu ülkelerin tek taraflı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne baskı yapılmasını istemesinin ise kendi sorumluluğunu inkar etmesi demek olduğunu” belirtti.

Küçük, “Komiteye destek vermek için hiçbir plan açıklamadığı ise çok düşündürücü ve hayal kırıklığıdır” dedi.

 

“KAYIPLAR KONUSU KOMİTENİN SORUMLULUĞUNDA”

İki tarafın “kayıplar” konusunu, 1981’de alınan karar ve BM’nin desteğiyle Kayıp Şahıslar Komitesi’nin sorumluluğuna verdiğine işaret eden Küçük, bu sorumluluğun, iki toplumlu komiteye verilmesi, hem uluslararası arenalarda, hem de Güney Kıbrıs’taki mahkemelerde karara bağlandığını vurguladı.

 

“KOMİTE AKTİF VE BAŞARILI ŞEKİLDE ÇALIŞIYOR”

Kayıp Şahıslar Komitesi Kıbrıslı Türk Üyesi Gülden Plümer Küçük, şöyle devam etti:

“Kayıp Şahıslar Komitesi, bu sorumlulukla 2006 yılında Genel Kazı Kimliklendirme ve Kalıntıların İadesi Projesi ile kayıpların bulunması için aktif ve başarılı bir şekilde çalışmaları başlatmıştır. Bu proje ve tüm anlaşmalar her iki tarafın sorumluluk alması ve adada hem Kıbrıslı Türk, hem de Kıbrıslı Rum kayıpları olduğu gerçeğini kabul etmesiyle başlamıştır. Bu konuda başarılı olunması için işbirliğine, saygıya ve bilime dayalı iki toplumlu çalışılması gerektiği bilinci çalışmaların başarılı olmasını sağlamıştır.”

(TAK Ajansı Haber Bülteni’nden – 17.8.2020)


“Halep’i ‘vatan tutmaya’ çalışan Ermenilerin hikayesi…”

Ferda Balancar

Ayhan Aktar’ın ‘Ermeni Evine Figan Kuruldu: 1915 Destanları ve Halep’ başlıklı kitabı Aras Yayınları’ndan geçtiğimiz günlerde çıktı. İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi, sosyal bilimci Prof. Dr. Ayhan Aktar ile kitabından yola çıkarak, 1915 sonrası Ermenilerin Halep’te yaşadıkları acıların ve sıkıntıların farklı boyutlarını konuştuk:

 

***  Kitabın içeriği kadar ortaya çıkış süreci oldukça ilginç. Buradan başlayalım ve bunu sizden dinleyelim.. Nasıl ortaya çıktı bu kitap?

Belki söylemesi garip olacak ama bu derleme biraz da ‘tesadüfen’ ortaya çıktı. Sahaf arkadaşım Püzant Akbaş yaklaşık on yıl önce bana Mennuş İmanyan'ın 1931 yılında Halep'te basılan ‘Ayntab Destanları’ isimli eserinin fotokopisini vermişti. Ben Ermenice bilmiyorum. Tabii ki bir şey anlamayıp, “Bu nedir?” diye sormuştum. Püzant da “Ermeni harfleri ile Türkçe destan! Bir ara bana uğra, sana okurum” demişti. Ben de ne olduğunu bilmeden fotokopiyi eve götürüp, bir dosyanın içine tıktım. Ve tamamen unuttum. On yıl geçtikten sonra, bir gün dosyalarımı düzenlerken aynı fotokopi tekrar karşıma çıktı. Bu sefer, Püzant'ın kapısını çaldım. O yüksek sesle metni okumaya başladığında ikimizin de içi karardı. Bitirdikten sonra ben, “Yahu, bu müthiş değerli bir şey. Bunu yayınlayalım, başkaları da bundan haberdar olsun” dedim. Cevap olarak, “Bende iki tane daha var, istersen hepsini okuyalım” dedi. Velhasıl, 2019 yılı bahar aylarında haftanın bir günü birlikte çalışmaya başladık. O okuyor, ben de metinleri bilgisayara giriyordum. İlk iki destanın Ermeni harflerinden Türkçeye transkripsiyonu bittikten sonra, Hasmik Stepanyan'ın ‘Ermeni Harfli Türkçe Kitaplar ve Süreli Yayınlar Bibliyografyası, 1727 – 1968’ başlıklı eserini taramak aklıma geldi. Bibliyografyada Suriye ve Lübnan'da yayımlanmış başka destanların da bulunduğunu gördüm. Bu sefer de onların peşine düştüm. Yurt dışındaki bazı kütüphanelerde araştırma yapan dostların yardımı ile onlara ulaşmak mümkün oldu ve bu kitap ortaya çıktı.

 

***  Sunuş bölümünde “Elinizdeki derlemede yer alan destanları yayıma hazırlarken ve dönemin hikâyesini araştırırken çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim” diyorsunuz. Bir sosyal bilimci olarak bu süreçte öğrendiğiniz en önemli şeyler neler?

Kitapta yer alan destanlar Ermeni ‘aşuğ’ların Türkçe olarak söyledikleri, fakat Ermeni harfleri ile Halep, Beyrut, Kudüs gibi kentlerde yayınlanmış destanlardır. Biliyorsunuz, Anadolu ahalisi büyük doğal afet veya toplumsal felaketlerden sonra başlarına gelenleri hikaye etmek, duygularını başkalarıyla paylaşmak ve belki de tarihe not düşmek amacıyla Anadolu halk edebiyatının en güçlü damarı olan halk destanlarına başvurmuşlardır. Bu halk ozanları Anadolu’nun Antep, Maraş veya Urfa gibi kentlerinin gündelik hayatta Türkçe konuşan Ermenileridir. 1915’de bu günkü Suriye, Filistin, Ürdün ve İsrail topraklarını kapsayan geniş bir coğrafyaya sürülmüşlerdir. Dolayısıyla, bu destanlar halk edebiyatımızın da parçasıdır. Destanları söyleyen halk ozanları Ermeni’dir, ama destanları Türkçe söylemişlerdir. Ben bunu önemsiyorum.

Bu destanları okuduktan sonra ben bir anlamda yaşanan büyük ‘Felaket’ yıllarından sonra ölmemiş ve ayakta kalmış insanların yazdıklarını okuduğumu, onların duygularını yansıtan metinlerle karşı karşıya kaldığımın farkına vardım. Bir olayı dışarıdan görerek anlatmak tabii ki önemli bir şeydir, bir tanıklıktır. Ama o toplumsal olayda mağdur konumunda olanların o sırada ne hissettiklerini anlamak bence çok daha önemlidir. İşte bu destanlar, o hissiyatı bize veriyor. Maalesef, tarihçilerin kullandığı arşiv belgeleri bize ‘duyguları veya hissiyatı’ aktarmaktan çok uzaktır. Onlar en fazla olup biteni betimleyebilirler. Kısacası, bu derleme üzerinde çalışırken ben edebiyatın gücünü bir kez daha gördüm. İtiraf etmeliyim ki edebiyatın gücü yüzümüze tokat gibi çarptı.

    “İşte yıkdırdılar barakamızı

    Dingleyen olmadı efğanımızı

    Bulamaz iken ekmegimizi

    Bir daha kırdılar dallarımızı.” (Kitaptan)

 

*** 1915 sonrasında Ermenilerin Halep’te iskânı meselesi, kitabınızda yer alan destanlardan anladığım kadarıyla 1938’lere kadar devam eden bir süreç. Bu süreçte de Halepli Ermeniler çok ciddi acılar ve sıkıntılar çekmişler. Kitapta yer verdiğiniz destanlar dışında Halep’e yerleşen Ermenilerin yaşadıklarını aktaran sosyal bilim ya da roman öykü gibi edebiyat çalışmalarına rastladınız mı?

Bu destanlar, ülkemizdeki milliyetçi/mukaddesatçı çevrelerde Ermenileri aşağılamak için kullanılan ve ‘kılıç artığı’ olarak adlandırılan insanlar tarafından söylenmiş ve yayınlanmış metinlerdir. Osmanlı seçkinlerinin kullandığı terminoloji ile Ermeni kıtalinden – ki ‘kıtal’, Osmanlıca ‘toplu katliam’ demektir - kurtulmuş insanların geniş Suriye coğrafyasına ve özellikle de Halep’e yerleşmesinin hikâyesidir. Bu insanlar son derece olumsuz şartlarda, aç ve sefil durumda Halep’e geliyorlar ve şehrin varoşlarında teneke kaplı barakalar kurarak yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Şahıs arazisi üzerinde kurdukları barakaların yıkım emri çıkıyor ve tenekeden yaptıkları evleri başlarına yıkılıyor. Bu 1920’lerin ikinci yarısında oluyor. Bu sefer de şehrin dışında Fransız Manda yönetimi tarafından gösterilen yeni bir mahallede evlerini tekrar inşa ediyorlar. Destanlarda bir yerde yerleşmeye, ayakta kalmaya veya ‘vatan tutmaya’ çalışan insanların acılı hikâyesi anlatılıyor.

Yeni yerleşimden sonra esas olarak köy veya kasaba kökenli insanların Suriye toplumuna entegrasyon süreci başlıyor. Tabii entegrasyon sürecinin de trajik – komik yönleri var. Bu noktada toplumsal cinsiyet ilişkileri devreye giriyor. Genç Ermeni kadınları açılıp saçılmaya, makyaj yapmaya, pudra sürmeye, modayı takip etmeye ve tango veya çarliston yapmaya başlayınca da erkek egemen toplumun gazabını üzerlerinde hissetmeye başlıyorlar. Kitapta yer alan ‘Alafrangaya Modaya’ veya ‘Çarliston Velvelesi’ gibi asrileşmiş hayat tarzını yerden yere vuran destanlar erkek aşıklar tarafından söyleniyor. Kısaca, kentlileşen kadınlar üzerinde denetim kurulmaya çalışılıyor. Unutmayalım, o yıllarda Ermeniler, Halep şehir nüfusunun yüzde yirmisini oluşturuyorlardı. ‘Ahlaki çürüme’ temasını işleyen metinler Halep Ermeni toplumunun bir anlamda ‘yoldan çıkmasını’ toplumsal eleştiri ile engellemeye çalışan metinler olarak karşımıza çıkıyor. Bu derlemeye uzun bir giriş yazarken bütün bu olup bitenlerin tarihsel arka planını vermeye çalıştım. Halep üzerine ne varsa okudum, ama birkaç tane betimleyici yanı hayli yüksek sosyal bilim ve tarih araştırmasından başka bir şey de bulamadım. Belki bu konularda Arapça veya Ermenice roman vs. yazılmıştır ama ben bilmiyorum. Bu açıdan bakarsak, bu destanlar bize doğup büyüdükleri topraklardan sürülmüş ve yeni bir vatan tutmaya çabalayan insanların hikâyesini çok yeni açıdan anlatıyor.

Yazdığım uzun giriş yazısının sonunda da belirttim, bendeniz geçen yıl bu metinlerle uğraşırken TV’deki haber programlarında Avrupa ülkelerinde yeni bir hayat kurmak amacıyla Ege sahillerinden karşıya geçmeye çabalayan kaçak Suriyelilerle ilgili haberler karşıma çıkıyordu. Düşünün, 1915 sonrasında Anadolu Ermenileri Suriye’ye sürüldüler, şimdi de iç savaştan kaçan Suriye ahalisi Türkiye’ye sığınıyor. Bir kısmı da Avrupa’ya gitmek için hayatını ortaya koyarak botlarla Yunan adalarına kaçıyor. Kaç defa, kendi kendime “yahu, içinde yaşadığımız coğrafyanın kaderi mi bu?” diye söylendiğim oldu. Eğer Arapça bilen sosyal bilimciler varsa, günümüzde Suriye’den gelen insanların Türkiye toplumuna yerleşimi üzerine çalışmalıdır. Kim bilir, ne hikâyeler ortaya çıkacaktır.

    Saat üçte teskereler dağıldı,

    Ermeni evine fiğan kuruldı,

    Nice canlar ciyerinden ayrıldı,

    Ağlayın, hasretimiz kıyamete kaldı (Kitaptan)

 

***  Mennuş İmanyan örneğinde bu destanları yazanların sadece erkekler olmadığını kadın destan yazarların da olduğunu görüyoruz. Deyim yerindeyse 1915’ten 1930’lara kadar uzanan dönemde yaşanan açılar kadın ‘aşuğ’ların da ortaya çıkmasına neden olmuş diyebilir miyiz? 1915 öncesinde bu tür kadın aşuğlara rastlanıyor mu?

Bence kadın ‘aşuğ’lar her zaman vardı. Güzel söz söyleme yeteneğine sahip kadınlar geleneksel toplumlarda da her zaman seslerini duyurma imkanına sahip olmuşlardır. Evet, genel içindeki oranları düşük olabilir ama köy odalarında destan söylemek için erkek olmak şart değildir.

 

***  Rumların, Süryanilerin ve Ezidilerin de savaş sonunda Halep’e yerleştiklerini belirtiyorsunuz. Onların da yazdığı benzer destanlar var mı?

1922 – 1924 yılları arasında gerçekleşen Türk – Yunan Nüfus Mübadelesi ile Selanik’e gitmiş olan Kayseri’nin Talas nahiyesinde bulunan Arhangelos Kilisesi ruhanilerinden Papaz Neofitos Ekonomos Efendi’nin 1925 yılında Selanik’te Yunan harfleri ile Türkçe olarak yayımlanan destanının bir kısmını yıllar önce okumuştum. Şöyle der Papaz Neofitos Efendi:

İsmet Paşa Venizelos geldiler,

Trampa [mübadele] yapmaya karar verdiler,

Acep bunu bir ferde mi sordular

Dünya kurulalı görülmemiştir.

Türkiya’dan kaldırdılar bizleri

Kan ağlayor hepimizin gözleri

Heç kimsenin gülmez oldu yüzleri.

Bakın, yukarıdaki yedi mısrada Neofitos Efendi, bizim kendi aramızda ‘mübadele’ dediğimiz ve aslında teknik olarak ‘1923’de Lozan’da diplomatik müzakere yöntemiyle yapılan karşılıklı bir etnik temizlik’ olan nüfus değişiminin mağdurlar açısından ne kadar acımasız bir şey olduğunu anlatıyor. Edebiyatın gücü böyle bir şey işte! Maalesef, Suriye’ye yerleşen diğer kesimlerle ilgili bir şey gözüme çarpmadı. Belki vardır, ama ben bilmiyorum.

(AGOS – Ferda BALANCAR – 31.7.2020)

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 1815 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar