1. YAZARLAR

  2. Sühat Dürü

  3. Eczane sayısını İngiliz İdaresi yetmiş altı yıl önce düşünmüş!
Sühat Dürü

Sühat Dürü

Eczane sayısını İngiliz İdaresi yetmiş altı yıl önce düşünmüş!

A+A-

PRIMUM NON NOCERE*

* Tıp okullarında öğrencilere öğretilen ana kurallardandır ve hekime her şeyden önce herhangi bir tıbbi müdahalenin yol açabileceği olası zararları hatırlatma vurgusu taşır. “Önce zarar verme” anlamına gelen Latince deyiştir. Primum nihil nocere olarak da kullanılır.


Eczacılar Birliği 1959 yılında bir dernek olarak kurulmuş. 389 üyesi var. Bugün KKTC sınırları içinde Lefkoşa’da 113, Mağusa’da 66, Girne’de 59, Lefke’de 10, alt Mesarya 9, üst Mesarya 7, İskele’de 8, Karpaz’da ise 6 tane faal durumda eczane var. Bunlar defalarca yazıldı, biliyorsunuz zaten. Derneğin kuruluşundan kırk yıl sonra Kıbrıs Türk Eczacılar Birliği Yasası mecliste kabul edilmiş. Kırk yıl. Dile kolay. Biraz sonra haklarında konuşacağımız psikolog ve fizyopterapistlerin yasaları için mücadele etmekten vazgeçmemeleri için olumlu bir örnek! 

Eczacılar 1986 yılında Uluslararası Eczacılık Örgütü FIP’ye üye olmayı başarmışlar. Bunun ülkemizin en büyük başarı hikayelerinden biri olduğunu düşünüyorum. En büyük sorunları, “siz eğitim hakkını nasıl engellemek istersiniz” diyen hükümet edenlerin bir öngörüde bulunmadan ülkede açılmasına izin verdikleri eczacılık fakülteleri. Eczacılar, sayıları üç yüz adete yaklaşan eczanelerin bu hızla açılmaya devam etmesi halinde birçok meslektaşlarının mesleklerini sürdüremeyeceklerini, eczaneler arasında mutlaka mesafe sınırlandırılmasına ihtiyaç olduğunu söylüyorlar.        Bugün dokunmak istemediğimiz düzenlemeleri 1944 yılında İngiliz İdaresi yapmış! Bakanlar Kurulu’nun, herhangi bir kent veya köyde açılacak eczane sayısının kontrolü ve sınırlandırılması konusunda tüzük yapabileceği ile ilgili bir düzenlemenin henüz 1944 yılında yapıldığını öğrendiğimde ben de sizin gibi; “Eh, İngilizler bu günleri yetmiş altı yıl öncesinden tahmin etmiş” dedim!     

Dünya ortalamalarına göre her beş bin beş yüz kişiye bir eczane düşerken ülkemizde bu oran 1.271 kişiye bir eczane bugün itibarıyla. Sayıları hızla artan eczane sayısının önümüzdeki yılın mezunlarını da düşünürsek (yaklaşık yüz mezun) daha da artacağını öngörebiliriz. Bir eczane açmanın maliyetinin yaklaşık 300.000-400.000 TL olduğunu,  mezun olan herkesin eczane açmasının beklenmediğini ancak yine de mezun sayısının mutlaka kısıtlanması gerektiğini söylüyor eczacılar. Eczacılar ülkede hala devlet tarafından yapılmaya çalışılan ilaç tedarik etme işinden hemen çekilmesini de istiyor. Bunun çağdışı bir uygulama olduğunu ve hastaları mağdur ettiğini belirtiyorlar. Nasıl etmesin ki? Yazmıştık hatırlarsanız ihale ile alınan ilaç stokları sürekli eksi bakiye veriyor. Tek sorun eksilen stoklar mı diye soracaksanız yanıtımız kocaman bir hayır olacaktır. Kullanım süresi dolmuş yaklaşık 200.000.000 TL değerindeki ilaç depolarda imha edilmeyi bekliyor. 200.000.000 TL’ye bu ülkede kaç adet hastane yapılabilir dersiniz? Devlete ait İlaç ve Eczacılık Dairesi’ne eczacı atamaları yapılamadığı için bu kurumun denetleme görevini yapamadığını da söyleyelim. Bununla ilgili sorumluluk almak isteyen Eczacılar Birliği konunun çok önemli olduğunu vurguluyor.  Psikolog, fizyoterapist ve diyetisyenlerle birlikte sağlık sisteminin en önemli parçalarından biri olan eczacılar, toplumda hak ettikleri saygıyı görebilmeleri için devletin onları tüccar olarak görmekten ve aralarında rekabet yaratmaya çalışmaktan vazgeçmesini talep ediyorlar. (Çok fakülte, çok mezun, çok sayıda ve yakın mesafelerde açılan eczane.) Diğer yandan sağlık ocakları ve bazı büyük hastanelerde eczacı kadrosu olmasına rağmen istihdam konusunda devletin yıllardır bir adım atmadığını, toplum sağlığı açısından bunun çok önemli olduğunu belirtiyorlar.  

Psikologların psikolojisi çok bozuk

Bu ülkede psikologların bir yasası olmadığından bahsetmiştik. Psikolojinin bağımsız bir bilim dalı olduğunu biliyorsunuz. Psikologlar üniversitelerin dört yıllık ilgili bölümlerinden mezun olurlar ve tıp eğitimi alan psikiyatrlardan ayrılırlar. Psikiyatrılar tıp doktorlarıdır. Altı yıllık eğitimini bitirerek pratisyen olarak mezun olan bir hekim uzmanlık eğitimi yapıp (Türkiye’de dört yıl) psikiyatri konusunda ihtisaslaşması sonucu psikiyatr unvanını alır. Dahiliye gibi psikiyatri de bir ana bilim dalıdır. Halkımız psikiyatri ve psikolojiyi sıklıkla karıştırır. Psikologların doktor, psikiyatrların psikolog olduğu sanılır. Sadece psikiyatrılar ilaç önerebilir. Psikologlar ilaç tavsiye edemezler. Klinik, gelişim, eğitim, adli ve trafik psikolojisi gibi alanlarda uzmanlık eğitimi aldıktan sonra çalışabilirler. Dört yıllık eğitimden sonra uzmanlık eğitimi olmadan uzmanlık gerektiren alt alanlarda çalışamazlar. Gerek eğitimi yetersiz gerekse psikolog olmayıp psikolojik hizmet verenlerin hatalı uygulamalarının sonuçları her zaman için anında ortaya çıkmayabilir. Görünebilir, bilinebilir veya fark edilebilir olmayabilir. Toplumun kaliteli psikolojik hizmet alabilmesinin yolu, psikolojik hizmetlerin psikologlar tarafından denetlenebilmesinden geçer.

İnsan sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bir konuda 2000’li yılların başından itibaren bir yasaları olması için çaba harcayan psikologların geldiği nokta sağlık sistemimizin nasıl çalış(ma)dığı ile ilgili verilebilecek en dramatik örneklerden biridir. 2007 ve 2008 yıllarında sağlık bakanlığı ile birlikte yapılan çalışmalardan sonra savcılığın olumlu görüşü alınır. Yasa taslağı 2010 yılında meclisin gündemine taşınır. 2012 yılına kadar bekletilen taslak ki bu arada sürekli güncellenir ve geliştirilir meclis tarafından görüşülmesi için öncelikle ele alınır. Aynı yıl içinde KTTB’den de yazılı destek alınır. 2013 yılında değişen iktidarla yasa gündemden düşer, rafla kaldırılır. Bir süre sonra 2014 yılında bu kez yeni kurulan hükümetle bir kez daha gündeme gelir. Yasa taslağı tüm tarafların görüşüne uygun olarak bir kez daha revize edilir. Üç yıl boyunca lobi faaliyetleri, toplumu bilgilendirme, ilgili bakanlıklarla görüşmeler sürerken ülkede de hükümet krizleri devam etmektedir. Üç yıl sonra, 2017 yılındaki sağlık bakanı tarafından Merkezi Mevzuat Dairesi’ne gönderilerek görüş istenen yasa taslağı ile ilgili buradan bugüne kadar bir geri dönüş olmaz. İki yıl geçmiş! Nasılsa acelemiz yok değil mi? Bugün hükümet eden başka bir iktidar var. Psikologlar yeni hükümetin yeni atanan bakanıyla da görüşürler. Bir kez daha yasa taslağının meclis gündemine taşınması için yardım isterler.
Şimdi diyeceksiniz ki psikologlar yasalarını hazırlamışlar, savcılığın olumlu görüşünü ve KTTB’nin yazılı desteğini almışlar, neredeyse yirmi yıl boyunca tüm sağlık bakanlarına dertlerini anlatmışlar... Peki yasa niye çıkmamış?

“Kaç kişisiniz abim siz?”

Aşağıdakilerin aklınıza zarar vermemesini dilemekten başka yapabileceğim bir şey yok. Hadi gelin bu yasanın niye çıkmadığını anlamaya çalışalım. Bir bakanımız, yaklaşık yirmi yıl önce karşısına gelen ve destek isteyen psikologlara şöyle bir soru sorar:  “Kaç kişisiniz abim siz?”
Yirmi yıl önce psikologların sayısı yüksek oy potansiyeline sahip değildir! Toplum sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bir yasa taslağı bakanın umurunda değildir. Onun ilgilendiği psikolog çocukların oy potansiyelidir. Psikologlar üsteler: “ Sayın bakan psikoloji önemlidir, yasa olmazsa çok sayıda ilgili ilgisiz kişi psikoloji alanında faaliyet gösterebilir. Toplumdaki bireyler bundan olumsuz etkilenebilir, hemen değil ama beş yıl, on yıl sonra ciddi sorunlarla karşılabiliriz, Biz de yakında çok olacağız, yeni mezunlar geliyor” demeye çalışırlar. Bakan “tamam abim bakarız” der ve psikologlara iyi günler diler.

Bir gün hepimiz delirebilir miyiz?

Psikologlar Yasası’nın eksikliğinin ne gibi sakıncaları var birlikte öğrenelim: Yasa eksikliği psikolog olarak yetkisi olmadan çalışanların engellenmesine, men edilmesine engel oluyor. Bazı üniversitelerde yeterli denetim olmadan verilen lisans ve lisansüstü, doktora eğitim programları yetersiz niteliklere sahip ve üstelik de diploması dünyanın hiçbir yerinde geçerli olmayan mezunlar veriyor. Yurt dışındaki ülkelerden eğitim alıp gelen ve mesleğini icra edenlerin eğitiminin yeterliliği denetlenemiyor. Psikolog olmayan kişilerin kendilerini psikolog, yaşam koçu gibi vb. tanımlayarak çalışmalarına engel olunamıyor. Bu konuyla ilgili son bir söz söyleyelim ve konuyu kapatalım. Kaç kişisiniz abim siz diyen eski bakana bir sözümüz var. Hâlihazırda memleketin en yüksek makamına talip olduğunuz bu günlerde her ihtimale karşı bu psikolog çocukların şimdi kaç kişi olduklarını öğrenin arz ederim. Yirmi yılda hatırı sayılır miktarda artmış olabilir sayıları!

Fizyoterapist olmak ne kadar zor, ne kadar kolay

Fizyoterapistlerden de bahsetmiştik. Sağlık sisteminde bir garabet durum daha. Fizyoterapistler bir yasaları olabileceğinden umudu kesmeden çalışmaya devam ediyorlar. Yıllardır, neredeyse kırk yıldır uğraştıkları için biraz hayal kırıklığı yaşasalar da halkın sağlığı için çok önemli olduğuna inandıkları mesleklerinin bir yasaya kavuşması için çalışmaya devam ediyorlar. Nedir istedikleri tam olarak? Yasayla neyi hedefliyorlar? Yasa ile hedeflenen, hem fizyoterapi ve rehabilitasyon hizmetlerinin Avrupa Birliği normları dikkate alınarak tanımlanması hem meslek icrasına ilişkin prensiplerin belirlenmesi ve hem de bu mesleğin izne ve dolayısıyla denetime tabi tutulması. Bir meslek örgütü kurulması ile öz denetime olanak yaratılmasını amaçlıyorlar.

Yaşadıkları büyük çıkmazı çok basit bir şekilde anlatabiliriz aslında. Fizyoterapistler ilgili tüm uzman hekimlerle çalışabilmek istiyorlar. “Biz aldığımız eğitimle hekim tanısı sonrası hastaları değerlendirip fizyoterapi ve rehabilitasyon programını çizebilme ve uygulayabilme bilgi ve becerisine sahibiz” diyorlar. Bugün lisans eğitiminden sonra, ortopedik rehabilitasyon, nörolojik rehabilitasyon, spor fizyoterapistliği, solunum fizyoterapistliği, yutma terapistliği, kadın ve erkek sağlığında rehabilitasyon, çocuk fizyoterapistliği ve başka birçok dalda uzmanlaşan fizyoterapistler var. “Hastalıkla ilgili hekimle, fiziksel tıp ve rehabilitasyon hekimi, spor hekimi, ortopedist, onkolog, kardiyolog, nöroloji, beyin cerrahisi, yoğun bakım, göğüs hastalıkları, hangi hekimle işbirliği yapılacaksa yapılsın biz hastanın ihtiyacı olan en etkili tedaviyi yapabiliriz.” Dedikleri bu.  

Konuyu araştırırken beni bir hayli endişelendiren bilgilerle karşılaştım. Yoga eğitmeni, pilates eğitmeni, yaşam koçları, masörler ve özel spor eğitmenlerinin fizyoterapistler gibi skolyoz, bel fıtığı, boyun fıtığı, hamile pilatesi, postür bozukluklarına yönelik egzersiz, menüsküs sonrası iyileştirme gibi tedavi uygulamaları yaptığını gördüm! Üstelik tüm bu uygulamaların sosyal medyada paylaşılırken kullanılan dilin şekli beni dehşete düşürdü. Paylaşımlarından birinde camilere dağıtımı yapılan yeşil-beyaz renkteki el ilanlarıyla, her derde deva olacağını söyleyen sözde bir fizyoterapist cemaate sağlıklı bir beden vadediyordu!

Diyetisyenler Bakan’dan fırça yiyor

Diyetisyenler mesleklerini şöyle anlatıyorlar: “Büyüme, gelişme ve ömür boyu tüm bireylerin sağlığının korunması, geliştirilmesi, yaşam kalitesinin arttırılması için beslenme biliminin ilkeleri doğrultusunda bireysel ve toplu beslenmenin plan ve programlarını düzenleyen, besin ögesi, besin ve beslenmeden kaynaklanan sağlık sorunlarını araştıran, değerlendiren, çözüm yolları bulan,  besin kaynaklarının ekonomik ve sağlık kurallarına uygun olarak kullanılmasını sağlayan, besin denetimini yapan, bu konularda fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik olarak sağlıklı yaşam biçimlerinin benimsenmesi amacıyla bireyi ve toplumu bilgilendiren, bilinçlendiren, doğuştan ve sonradan oluşan hastalıklar ve diğer özel durumlarda tıbbi ve cerrahi tedavilere uygun, doğal ve tedavi edici besinlerin bileşimlerine göre diyet programı planlayan, eğitim veren, eğitim programlarını planlayan, uygulatan ve izleyen sağlık meslek dalıdır.”

2006 yılında on beş diyetisyenle kurulan Kıbrıs Türk Diyetisyenler Birliği 2017 yılına kadar bir yasa için beklemek zorunda kalmış. Diyorlar ki, diyetisyen reçete yazmaz, tahlil istemez, tanı koymaz ve müşterilerini gerektiği anda bir hekime yönlendirir. İlk diyetisyenin 1972 yılında çalışmaya başlamasından sonra mesleklerinin kabul edilmesi için başladıkları mücadele hala devam ediyor. Şu anda birliğe kayıtlı 250 diyetisyen var.

YÖDAK’a başvurup Kıbrıs’taki üniversitelerde diyetisyen eğitimi alacak Kıbrıslı Türk öğrenciler için bir kota düzenlenmesi istemişler. Üniversitelerden mezun olacak ülkenin ihtiyacından fazla sayıda diyetisyenin mezun olmasının sakıncalarını anlatmak istemişler. Biri onları anlayabilmiş mi? Anlayamamış. Hatta dönemin ilgili bakanından bir de fırça yemişler: “Siz eğitim hakkını nasıl engellemek istersiniz?”

Biz de şunu sorabilir miyiz izninizle? Yüzlerce diyetisyen buralardan mezun olduğunda bu çocukların çalışma hakkının arkasında kim duracak merak ediyoruz. Öyle ya, KKTC Anayasası’nın Çalışma Hakkı ve Ödevi ile ilgili 49. madde ikinci fıkrası şöyle der: “Çalışma her yurttaşın hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için, sosyal, ekonomik ve mali önlemlerle çalışanları korur ve destekler, işsizliği önleyici önlemleri alır.”  

Diyetisyenlerin çalışma alanları, mesleklerinin önemi çok da iyi anlaşılamadığından çok kısıtlı. Bugün Sağlık Bakanlığı bünyesinde sadece beş diyetisyen çalışıyor. Meslekleri birçok dala ayrılmasına rağmen (diyabet diyetisyeni, hemodiyaliz diyetisyeni, yoğun bakım diyetisyeni, çocuk beslenme diyetisyeni, spor diyetisyeni vb.) diyetisyenler genellikle kendi açtıkları merkezlerde çalışıyorlar. Hastanelerle birlikte tüm okul ve kreşlerde, üniversite yemekhanelerinde, toplu beslenme olan her yerde çalışmalarının sağlanması gerekmez mi? Toplum sağlığı açısından hekimlerin, hemşirelerin, diğer sağlık çalışanlarının, psikologların, fizyoterapistlerin, diyetisyenlerin, eczacıların uyum içinde ve birlikte çalışması için yasalar yapılmasını beklemek vatandaş olarak hakkımız değil mi? Yıllar sonra kaç hekime, kaç hemşireye, psikoloğa, fizyoterapiste, eczacıya ve diyetisyene ihtiyacımız olduğunun planlanması gerekmez mi?    

 Yasa dediğin nedir?

Yürürlüğe girecek yasaların her işi halletmeye yetmeyeceğini elbette biliyorum ancak düzenlenecek yasaların, masaj yapıyorum, kas gevşetiyorum, sporcu tedavi ediyorum diyen ve ortada dolaşan sahtekarların kontrol altına alınmasına yardımcı olacağını da düşünüyorum bir yandan. Yasalar niye her işi halledemeyecek diyorum onu da az sonra anlatacağım. Hayır, hayır. Gelişmiş ülkelerde yasalar mutlaka işe yarıyordur. Yasa varsa düzen de vardır. Sulandırılmasına, yarım yamalak uygulanmasına izin yoktur. Ama bizde, ah bizde? Sorun bizde.   

Anayasanın 10. madde 2. fıkrası şöyle der: “ Devlet, kişinin temel hak ve özgürlüklerini, kişi huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak biçimde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırır, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları hazırlar.” Aynı maddenin 3. fıkrasında ise “Devletin yasama, yürütme ve yargı organları kendi yetki sınırları içinde bu kısım kuralların tam olarak uygulanmasını sağlamakla yükümlüdürler.”  

Yasa yapmak tek başına bir işe yaramaz. Yasa yapıldıktan sonra devlet, yasaların uygulanıp uygulanmadığını denetlemekten de sorumludur. Sağlıkla ilgili tüm alanları mükemmel bir şekilde kapsayacak yasalar yapılsa bile işimiz bitmez. Önce yasaların içindekilerin bu yasalara sahip çıkması ve bunları benimsemesi gerekir. Kamu Sağlık Çalışanları Yasası’nın herkesi tatmin edecek bir hale getirilmesi belki mümkün olmayabilir ancak en azından ortada bir yerde herkesin buluşması önemlidir. Böyle bir yasanın toplum için fayda katsayısı çok yüksektir. Her gelen hükümetle, sağlık bakanı ile başka bir yöne çekilmemesi, politik malzeme yapılmaması gerekir. Yasaları devletten önce sahiplenecek, koruyacak olan vatandaşlardır. Her şeyi devletten beklemek bizim gibi ülkelerde ne yazık ki takdir-i ilahidir. Sürekli şikayet edip, eleştirip günün sonunda çemberin içinde kalmaya devam etmek, aynı düzenin devamına göz yummak büyük bir çelişkidir. Bu davranış şeklini bir an önce değiştirmeliyiz. Hiçbir konuda sorumluluk almadan sağlığın, eğitimin, trafiğin, ticaretin, ekonominin, memleketteki diğer bütün işlerin mükemmel seviyelere ulaşmasını beklemek doğru bir davranış şekli değildir. Kamu Sağlık Çalışanları Yasası, Psikologlar Yasası, Eczacılar Yasası, Fizyoterapistler Yasası, Hasta Hakları Yasası, Diyetisyenler Yasası gibi sağlık sistemini düzenleyecek yasalar bence bu ülkenin en önemli yasal düzenlemeleridir. Bir ülkede yaşayan yurttaşların hem beden ve hem de akıl sağılığından daha önemli ne olabilir ki? “Her şeyin başı sağlıktır” demiyor muyuz? Sağlığın olmadığı bir ülkede başka neyi konuşabiliriz bilmiyorum!

Sağlık Bakanlığı dün, bugün ve yarın

Sağlık Bakanlığı konusunda çok fazla yazamadık, yazdığımız bölümlerde de onları çoğunlukla eleştirdik.
1970’li yılların başından itibaren neredeyse hep aynı şeyleri bir daha bir daha yapamadıkları için eleştirdik.
Sağlık Bakanlığı’na ayırdığım bu bölümde aslında çok sayıda istatistiki veriyi incelemek isterdim. Bulmayı başardığım verileri sizlerle paylaşmaya devam ediyorum. 1994 ile 1998 yılları arasındaki dönem için hazırlanmış istatistikler de var. Bunlardan da kısaca bahsetmek istiyorum.

KKTC Sağlık Bakanlığı’nın 1994 yılındaki ilaç harcamalarının bütçe içindeki payı %15.8, 1995 yılında %17.9, 1996 yılında %15.2, 1997 yılında %14 ve 1998 yılında %17.1 olarak gerçekleşmiştir. Aynı yıllar içerisinde yurt dışına tedavi için gönderilen hastalar için harcanan miktarın bütçe içindeki payları çok dikkat çekicidir: 1994 yılında Sağlık Bakanlığı bütçesinin %11.6’sı, 1995 yılında %10.6’sı, 1996 yılında %15.2’si, 1997 yılında %20.9’u ve 1998 yılında %15,1’i yurt dışındaki tedaviler için kullanılmıştır. Bu iki harcama kaleminin Sağlık Bakanlığı bütçesi içinde 1997 yılında %34.9 ve 1998 yılında %32.2 oranına ulaşması (Sağlık Bakanlığı bütçesinin 3/1’i) bugünlere kadar devam eden başarısızlığın en büyük nedenlerinden biri değil midir? Aynı dönemde, 1994 yılında yurt dışına teşhis ve tedavi için 497 hasta gönderilirken, 1998 yılında hasta sayısı 1386 kişiye ulaşmıştır. Bu verilerin altındaki şu yorum dikkat çekicidir: “...KKTC’de tedavisi mümkün olmayan sağlık hizmetleri için, Sağlık Kurulu kararı, Bakanlar Kurulu kararı ve yurtdışında doğrudan müracaat kanallarıyla gerçekleştirilen yurtdışı sağlık harcamalarının kesin bir disiplin altına alınması son derece önemlidir. Sosyal Sigortalar Dairesi’nin bu iki kalemdeki harcamaları da eklendiğinde işin boyutu çok büyüktür...” Yukarıdaki verileri özellikle dikkatinize getirmek istedim. Yaklaşık yirmi beş yıl sonra Sağlık Bakanlığı’na ait 2019 ve 2020 yıllarına ait verileri incelerken de aynı sorunun devam ettiğini göreceksiniz. Yirmi beş yılda değişen tek şey, yurt içi sevklerin geçmiş yıllara göre çok daha büyük bir paya sahip olmaya başlamasıdır. (Yoğun bakım sevkleri, pet sevkleri ve hatırlı hastaların tedavi için yurt içindeki özel hastanelere sevk taleplerinin yerine getirilmesi.) Yurt dışı sevklerinin de devam ettiğini söyleyelim. Yurt içine ve yurt dışına yapılan sevkler için ayrılan bütçe ile acil ihtiyaç duyulan çok sayıda yatırım yapılabileceğini düşünüyorum. (Kamu hastanelerinin altyapı ihtiyaçları, eksik sağlık personeli alımları, yoğun bakım ünitesi eksiliğinin giderilmesi ve hatta yeni bir devlet hastanesinin inşa edilmesi. Sevkler için harcanan miktarlar bu denli yüksektir.) Sağlık Bakanlığı’nın bu kadar yılda niye yapamadığını aşağıdakileri okuyunca daha iyi anlayacaksınız.  2020 yılı içinde 16 adet yeni yoğun bakım ünitesinin devreye gireceğini öğrenmek duyduğumuz tek iyi haberdi. Biliyorsunuz yurt içi sevklerinin bir bölümü eksik yoğun bakım ünitesi nedeniyle yapılıyor ve sağlık bakanlığına maliyeti çok yüksek. Yoğun bakım ünitelerinin bu soruna bir nebze de olsa çare olacağını öğrendik yetkililerden. Diğer yandan hastaların yoğun bakımdan çıktıktan sonra dahi devlet hastanelerine geri gönderilmediğini, hastayı özel hastanelere sevk eden bazı kamu doktorlarının hastaları burada unuttuklarını, bakımlarının özel hastanelerin servislerinde yapılmaya devam edildiğini ve bu “unutulan” hastaların sağlık bakanlığına maliyetinin günler geçtikçe yükseldiğini biliyor musunuz?

2010 yılı ile 2016 yılları arasında yurt içi sevkleri için harcanan miktar 69.000.000 TL olmuş. 2017 ile 2019 (Nisan ayı sonuna kadar) arasındaki bedel 76.000.000 TL! Bunun bir kısmı ödenmiş, geriye kalanın ödenmesi için çalışmalar devam ediyor. Yurt dışı sevkleri için yapılan ödemelerin maliyetinin 2017, 2018 ve 2019 yılları için 95.000.000 TL’ye ulaşması bekleniyor!

Yukarıdaki son iki paragrafta belirttiğim miktarlar çok çok yüksek görünüyor. 1978 yılında Doktor Kaya Bekiroğlu’nun belirttiği ve nüfus azlığından yatırım yapılması gerekmez dediği alanlarda, nüfusumuz hazır bu hızla artarken yatırım yapılması uygun olabilir mi acaba? Baksanıza sadece yurt içi sevkleri için 2010 yılından bu yana harcadığımız miktar 145.000.000 TL. Yurt dışı sevkler için de üç yılda yapılan yaklaşık 100.000.000 TL’lik bir harcama var!

Sağlık Bütçesi: % 46’sı personel gideri

2020 yılı bütçesinden söz etmeden önce 2019 yılının nasıl sonuçlandığına bir bakalım. 621.965,700 TL olarak belirlenen bütçenin yaklaşık %46’sı personel gideri olarak kullanılmış. Sermaye gideri olarak ayrılan 7.200,000 TL’nin oldukça düşük bir miktar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Genel Bütçe içinde Sağlık Bakanlığı bütçe oranının % 8 olduğunu ve bunun da gelişmiş ülkelerdeki %12 seviyelerine göre çok düşük olduğunu görüyoruz.

2020 Sağlık Bakanlığı bütçesinin 672.315,800 TL olması kesinleşmiştir. (Biz bu yazıyı yazarken bütçe Meclis’te görüşülmeye devam ediyordu.) Bir önceki yıla göre %8’lik bir artış öngörülmektedir. (TL hesaplamasına göre %8 artış. Peki TL’nin yabancı para birimlerine karşı değer yitirmesi halinde bu artışı, artış olarak kabul etmemiz mümkün olur mu.) Personel giderlerinin %48 seviyelerine yükselmesi bütçeyle ilgili en büyük zorluklardan biridir sanırım. Sağlık Bakanlığı bütçesi içinde TC yardımları ile finanse edilecek ödenekler gösterilmediğini bu ödeneğin proje bazında kullanılacağını öğreniyoruz. Genel bütçe içinde sağlık bakanlığı bütçesinin payı bu yıl %7.6’ya düşmüştür.

Sağlık Bakanlığı bürokratları 2020 yılındaki bütçede kesintiye uğrayan tıbbi malzeme ve ilaç alımları kaleminin 180.000.000 TL’den 130.000.000 TL’ye düşürülmesinin büyük sıkıntıya neden olacağını belirtmektedir. Aynı şekilde bir önceki yıla göre 32.000.000 TL’den 20.000.000 TL’ye indirilen konsinye olarak alınan ameliyat malzemeleri bütçesinin de yetersiz olacağını söylüyorlar.

Yurt içindeki hastanelere sevk edilen hastalar için 2019 yılında 55.000.000 TL harcanırken bu miktarın 2020 yılında 35.000.000 TL’ye düşeceği öngörülmektedir. Aynı şekilde yurt dışına sevk edilen hastalar için 2019 yılında  35.000.000 TL harcanmışken bu miktar 2020 yılında 25.000.000 TL olarak öngörülmektedir. Tıp okuyan çocuklar için 2019 yılında 1.400.000 TL olan ödenek, iyi bir haber olarak 4.400.000 TL’ye yükselmiştir. Bütçede projelere kaynak olarak ayrılan miktarlar TC kaynaklı ve mahalli olarak iki ayrı başlık altında değerlendirilmiştir. Tıbbi cihazların bakım maliyeti olarak ayrılan 1.500.000 TL, ihtiyaç duyulan 6.500.000 TL’ye göre çok azdır. Bütçenin en büyük kalemini oluşturan personel giderleri için Maliye Bakanlığı’nın katkı yapması halinde sorun kalmayacağını öğreniyoruz. Sözleşmeli hekim sayısı 2019 yılındaki gibi 150 hekim olarak açıklanmıştır. Hedef olan 150 hekime ulaşmak için 29 kişilik münhal açılmıştır. Bütçe raporunun sonunda yurt içindeki ve yurt dışındaki hastanelere sevk edilecek hastaların sorun yaşamaması için bu hastanelere geriye dönük borçların ödendiği ve geriye kalan ve 2018 yılı ile 2019 yılına ait borçların ödenmesi için de 24.000.000 TL’nin bloke edildiğini öğreniyoruz. Yeni devlet hastanesi inşaatı, sağlıkta dönüşümü başlatacak yasaların düzenlenmesi ve bunun finansmanının bulunması, yurt içi ve yurt dışına yapılacak sevklerin maliyetinin yükselmesi… Otomasyon sisteminin istenilen seviyede olmaması, istatistik şubesinin verimliliğinin istenilen düzeyde olmaması, teşkilat yasalarının güçlendirilmesi ile ilgili durum, yangında zarar gören laboratuvarın yerine yapılacak yenisinin durumu… Sigorta ile ilgili sorunlar ve tıbbi ilaç ve malzeme satın alınması için bütçeye yetersiz ödenek ayrılması gibi konular, 2020 yılında Sağlık Bakanlığı’nın önündeki belli başlı zorluklar olarak görülmektedir.

Aslında nedir yapılması gereken?

Kaç sayfadır sohbet ediyoruz. Anlattık, anlattık, anlattık. Aslında nedir bütün bunların özeti? Çok değil yaklaşık bir buçuk yıl önce bu ülkenin en yetkin kurumlarından biri ne yapılması gerektiğini anlatmış. Daha önce yüzlerce belki de binlerce kez anlatıldığı gibi: “... Hasta odaklı, adil ve ulaşılabilir bir sağlık sisteminin kurulması, koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi, ülkenin kaynaklarının adil paylaşılacağı bir devlet düzeninin kurulması gerekmektedir. Vatandaşların sadece bedensel değil, ruhsal sağlığının da korunup, geliştirilmesi gerekmektedir. Nüfusun kontrol altına alınmasına ve tüm KKTC vatandaşlarına ücretsiz, eşit ve her yerde ulaşabilecekleri bir sağlık sisteminin kurulmasına ihtiyaç vardır. Kamu hastanelerinin altyapısının süratle tamamlanması ve sevkler için harcanan çok büyük paraların kamu hastanelerine geri dönüşünün sağlanması gerekmektedir. Ülkedeki sağlık sistemi planlamasının yapılabilmesi için veri giriş tabanının bir an önce oluşturulması ve buna bağlı olarak kamu hastanesi, özel hastaneler, görüntüleme merkezleri, muayenehaneler, labaratuvar ve eczanelerin otomasyon sistemine bağlanması gerekmektedir.”

Yine aynı kurum toplum sağılığın korunması için yapılması gerekenleri de sıralamıştır. “...Koruyucu sağlığın en önemli unsurlarından olan aşıların ücretsiz yapılması... Bunun başarılı olması için de mutlaka ve mutlaka nüfus kontrolünün sağlanması... Tütün ve Tütün Ürünlerinin Zararlarından Korunma ve Denetim Yasası’nın güçlendirilmesi ve sürekli delinmesinin önüne geçilmesi... Sağlıklı yaşam alışkanlıklarının yerleştirilmesi amacıyla sağlık bakanlığı, eğitim bakanlığı, sivil toplum örgütleri ve medyanın ortak çalışma yapması... Gıda güvenliği yasalarının tamamlanması, yapılan denetimlerin işe yaraması için önlemler alınması... Tıbbi atıkların usulüne uygun şekilde yok edilmesi... Güzellik, tamamlayıcı tıp hizmetleri adı altında faaliyet gösteren merkezlerin yasalar ile denetlenmesi... Trafik kazalarının önlenmesi için seferberlik ilan edilmesi, bu işten gerçekten anlayacak kişi, sivil toplum örgütü ve kurumların birlikte çalışmasının sağlanması... Kontrolsüz nüfus artışıyla birlikte toplumda artan şiddetin önlenmesi için devletin politikalar üretmesi...”

“...Sağlık diğer tüm çalışma alanlarından farklı ve kendine ait özel şartlar barındırmaktadır. Hekimlerin görev şartlarının özel koşullarına rağmen ayrı bir yasaları yoktur. İvedilikle yapılacak ayrı bir hekim yasasına ihtiyaç vardır. Hekimlerin verimliliğinin artırılması tüm topluma fayda sağlayacaktır. Kamu sağlık merkezlerindeki alt yapı, personel, ilaç ve malzeme eksiklikleri süratle giderilmelidir...” Bence en önemli uyarı da şudur: “... Ülkemizde sayıları her geçen gün artan tıp fakülteleri ve diş hekimliği fakültelerindeki eğitim bir standardizasyona sahip olmalıdır. Fakültelere kabul edilen KKTC uyruklu öğrencilerin sayısı, ülke ihtiyaçlarına göre belirlenmelidir. Bir hekimin yetişmesinde teknolojik altyapı ve öğretim kadrosu kadar pratik tecrübe çok önemlidir. Hastaların tedavisinde, muayenesinde, hekim hasta ilişkilerinde hasta sayısı ve çeşitliliği önemlidir. Ülkemizdeki hasta sayısı ve çeşitliliğindeki sınırlılık göz önünde bulundurulmadan açılan tıp fakülteleri sınırlandırılmalıdır.” Ne demek bu? Pratik yapmayan, yeterince vaka görmeden mezun olacak çok sayıda doktorumuz olacak demek. Bu ülkeyi yönetenlerin bunun sonuçlarının ne olabileceği ile ilgili bize söyleyebileceği birşey var mı? Evet eğitim hakkı iyi güzel de, önceden planlanmış ve ülkenin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir eğitim sisteminin kurulması gerekmiyor mu?

Son söz. Lütfen artık zarar vermekten vazgeçin!

Yazımızın başlığını hatırlarsanız “primum non nochere” koymuştuk. Türkçe karşılığının “önce zarar verme” olduğunu ve bunun tıp okullarında öğrencilere öğretilen ilk şeylerden biri olduğunu söylemiştik. 1970’li yıllardan bu yana sağlık sistemimize yaptıklarımızı düşünürsek, bize ne kadar da uygun bir başlık değil mi? En sonunda komaya soktuğumuz bir sağlık sistemi. İyileştirmek için dokunan herkes ona daha fazla zarar vermiş. Ameliyat çare olmamış, yapılan tedaviler işe yaramamış.

Onlarca kişiyle konuştuktan, onları dinledikten, yüzlerce sayfa belgeyi okuduktan, onlarca yasayı, tüzüğü, düzenlemeyi, mahkeme kararını, basın açıklamasını inceledikten sonra işte bu dosya ortaya çıktı. Takdir edersiniz ki her şeyi okumak, her konuda bilgi sahibi olmak, her konuyu yıllardır sağlık sisteminin içindeki biri gibi algılamak, önem sırasını belirleyip ona göre sıralama yapmak mümkün olmamış olabilir. Kısaca söylemek gerekirse, benden kaynaklanmış eksik bıraktığım konular, hatalar olabilir. Bunların tümü için kusura bakmayın.

Çok istememe rağmen iletişim kuramadığım kişilerle de karşılaştım. Benimle oturup konuşmak yerine “benim ne söylediğimi facebook sayfamızdan, internetten, instagramdan bulabilirsiniz” diyenler de oldu, randevu alıp görüştüğüm ancak vakit bulamayıp ellerindeki bilgileri bir türlü gönderemeyenler de. Bu durumdan kaynaklanmış eksiklikler de olmuş olabilir. Bunlar için de kusuruma bakmayın.     

Yazımın sonunda şunu söyleyebilirim. Sağlık sisteminin içinde yer alan tüm hekimlerin, eczacıların, psikologların, fizyoterapistlerin, birlikler, odalar, sendikalar, diyetisyenler, eski yeni tüm sağlık bakanları, daha önce görev almış, şimdi görevde olan tüm müsteşarlar, amirler, memurlar, tüm sağlık çalışanları ve hastaların şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor sanırım. Tedavi için pansumana değil büyük bir cerrahi müdahaleye gerek var mutlaka. Yazımı yazarken bunu başarabilecek çok sayıda insanla tanıştım. Gelip geçici, bir yıllık, iki yıllık görev sürelerinde başarılı olmanın bir garantisi yok. İstikrarın devamı ve sistemin içinde yer alan tüm herkesin birlikte çalışmayı başarabilmesi önemli görünüyor. Göreve gelenler kendilerinden önce görev yapanların emeklerine saygı göstermeli ve onlarla birlikte çalışmayı sürdürmeli. Hekimlerin, kamuda çalışanların da, hem kamuda ve hem de özel kurumlarda çalışanların, serbest çalışanların da fikir ayrılıklarını konuşarak uzlaşmaları önemli bir adım olur. 2011 yılından bu yana süren mahkeme sürecinin bizi getirdiği noktadan kim memnun merak ediyorum. (Tam da burada müstehzi gülüşlere aldırmıyorum.) Kamuda çalışan hekimler mi mutlu, sendika veya serbest çalışan hekimler mi mutlu? Benimle konuşan ve mutlu olan birini görmedim. Peki mahkeme kararları ile kolunu kaptıran, buna rağmen tüm hekimlere şirin görünmek için kem küm etmeye devam eden Sağlık Bakanlığı mı mutlu? Onlarla da konuştum. Onlar da mutsuz. Nasıl olsunlar ki? Yapılamayan şeylerin ülkeye maliyeti çok yüksek. Oysa para harcanacak, iş yapılacak çok farklı alanlar var!

Evet, artık son sözümüzü söyleyebiliriz. İlk sözümüzün arkasındayız hala. Son sözümüz de aynı olsun!               

Lütfen, “Primum non nochere!”

Bu yazı toplam 715 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar