Edebi Mekânlar, Diller ve Kültürler Arasında Yazmak
Edebi mekân (ya da ‘yazınsal uzam’) konusu açıldığında, birçok şiirimin ve romanlarımdaki kimi planların aslında rüyada yazılmış olduğunu düşünürüm.
Mehmet Yaşın
Edebi mekân (ya da ‘yazınsal uzam’) konusu açıldığında, birçok şiirimin ve romanlarımdaki kimi planların aslında rüyada yazılmış olduğunu düşünürüm. Belki rüyalarımdan önce, şiirsel imgelemin önemli bir unsuru olarak hayaller üstüne bir şeyler söylemeliyim. Şiirsel yaratıcığı kışkırtan esinlenmeler huzurumu bozduğunda, genellikle ne tam olarak uyanığım ne de derin bir uykuda. Walter Benjamin şiirsel esin zamanlarını “Mesihlik anı” diye adlandırır. (1) Umulmadık hikâyeler, bilinçaltının bir köşesinde saklı kalmış şiirsel çağrışımlar ya da belli belirsiz soyut imgeler, unutulmuş çocukluk anılarını canlandırmak üzere çıkagelirler. Böylece bir şair ve yazarın kendisi, yazdığı metnin mekânı haline dönüşür, dolayısıla ben de yazdıklarımın edebi mekânıyım.
“Mesihlik anları”, yalnız olduğumda, çevremi saran fiziki mekândan kendimi yalıttığım zamanlarda belirir. Belki de bu ‘Hiçbir-Yer’, yani benim içimdeki kendim, kişisel varoluşum anlamında, fiziki mekânlardan ve edebiyat kuramlarındaki mekânlardan çok daha gerçektir. Bazen farkında olmaksızın kendimi hayali bir mekânda uyanmış bulurum, tabii uykumda. Hayatımın değişik dönemlerinde yaşadığım ülkeleri, şehirleri, evleri bir biçimde birleştiren ‘düş yapımı’ bir mekândır bu (2)… Acaba bu yolla, siyasal ve sosyal bilgi sisteminin beklentisine göre herşeyin bölümlere ayrılıp sınıflandırıldığı ve tanımlandığı bu dünyada, pekçok parçaya bölünmüş gibi hissetmekten uzaklaşmış mı oluyorum? Modern ulus-devletler çağının kültürel söylemleri, bir yazarı kendi kendisiyle antagonistik çelişkilere düşeceği bir çerçeveye sokuyor: Tek bir anadil, tek bir din, tek bir ülke, tek bir etnik köken, tek bir cinsellik ve tek bir edebi aidiyete, yalnızca şu ya da bu tekil kimliğe bağlanmaya ve kendisinde var olan diğer fazladan yanları gizlemeye, hatta yok etmeye zorluyor. Şair ve yazarların gerçek hayattaki kişisel deneyimleri başlıca yazım kaynağı iken, çoğu kez ne gerçek hayatla, ne de kişisel deneyimle örtüşen bazı yazınsal yaklaşımlar (ya da edebiyat kuramları) yaratıcılığı kıskaca alıyor.
Bu kıskaçtan çıkmanın bir yolu olarak yine kendi rüyalarıma dönüyorum: Tanımlayamadığım o rüya-mekânımda, değişik zamanlar, konuştuğum diller, nesneler, farklı manzaralar, hayatımdaki insanlar ve duygulanımlar birbirine karışıp değişim geçiriyor. Yıllar önce, bu olgu etrafında bazı dizeler yazmıştım. Genellikle şiirlerimin altına ne zaman, nerede yazıldıklarını not ederim, ama şimdi okuyacağım “Kırlangıç” adlı şiirim Rüya’da yazıldı:
(…)
Çocukluğ’ma dönüyor bazı düşler
savaş çıkmamış oluyor, annemler ölmemiş
ne de bütün bildiklerim göçmüş...
Oysa öyle uzak ki bunlar istesem hatırlayamam
derken bir yerlere doğru uçuyorum uykuda
u ç u y o r u ç u y o r uçuyorum.
Ama kestiremiyorum nerede olduğumu
hangi şehir, hangi oda, hangi yatak
yüzümü ne yana dönmeliyim
ve kimin dilinde yanıt vermeliyim sorulara
düşümde. Uçan kuşları karıştırıyorum bir de:
(…) (3)
Dillerin ve yazınsal mekânların içiçe geçmesi, günümüz edebiyat eleştirisinde, genellikle postkolonyal kurama gönderme yapılmasına vesile olur. Çünkü bu kurama göre, çokkültürlülük ve çokdillilik kolonyalizm sonrasında ortaya çıkmış sayılıyor. Bir yazar, diller arasında etkileşimlerle yazarsa, bu illâki bir post-kolonyal olgu biçiminde ele alınıyor. Özcü bir kimlik politikasını esas alan bu yaklaşım, öne sürdüğünün tersine sürekli bir ‘ötekilik’ yaratıyor. Bir defa ulusçuluk öncesindeki pre-modern toplumların birden fazla dili ya da aynı dilin farklı lehçelerini ve değişik alfabeleri bir arada kullandığını görmezden gelip bunu bir anomali sayıyor. Böylece, modern ulus-devletlerin, merkezi ulusal birlikler yaratmak adına, tek bir homojen anadil oluşturma çabasını, Türkiye’de de olduğu gibi resmi dil kurumları kurup ‘öz’cü sözlükler yaratmasını normalleştiriyor. Postkolonyal kuramın sorunlarından biri kanımca bu noktadadır, yani özcü bir anlayışla belli bir anadil önkabulünden yola çıkıp, bir yazarın olası diğer dil etkileşimlerini kolonyal yabancıdil saymasında. Birçok farklı açıdan eleştirilen postkolonyal kuramın, bu noktada da sorgulanması gerektiğini sanıyorum. (4)
Hatta daha ileri gidip şunu da iddia edeceğim ki, İslâmiyet’i, Avrupa-dışından gelmiş bir yabancı ve mutlaka şeriata uygun hayat tarzı gerektiren apayrı bir din, Avrupalı edebiyata kolonyalizm sonrası karışmış dışsal bir kültürel durum olarak değerlendirmesi nedeniyle, kıtada bugün yükselen İslamafobiden bile dolaylı pay sahibidir... Bütün bunlara burada değinmemin nedeni, benim kişisel yazma deneyimlerimin postkolonyal kuramın ya da buna benzer bir başka edebiyat kuramının varsayımlarıyla örtüşmemesidir. Küçük bir çocukken, İslamiyetin, Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlık gibi Avrupalı bir din olduğunu sanıyordum ve kendimi tıpkı Rum ve İtalyan kökenli komşularımız gibi algılıyordum. Türk-Müslüman kökenim nedeniyle hakiki Avrupalı sayılamayacağımı bilmiyordum. Türklerin Avrupalı olmayıp, Avrupalılaşmaya çalıştığı iddiasını ilk kez 1976 yılında yükseköğrenim için Türkiye’ye geldiğim zaman oradaki resmi tarih tezinden öğrendim.
Ama resmiyet kazanmış tezlerdeki önyargıların sonu gelmez, biri biterse öbürü başlar. Mesela, edebi mekân denince, hangi ülkede olursam olayım, benden Akdenizlilik etrafında bir şeyler söylemem beklentisi olduğunu hissederim. Buradaki konuşmam için not almaya başladığımda da önce bunu düşündüm, bir Akdeniz adalı olarak konuşmam beklenecek diye… Ve o an, yine Akdeniz kadar mavi bir imge öyle kendiliğinden gelip aklıma takıldı: Oldukça büyük ve parlak mavi bir kelebek. Sanırım, bir şiir yazma deneyimimden uçup geldi. Çok zaman önce, annemin mavi kelebeğe dönüştüğü bir rüya görmüştüm. Tamamen gerçekmiş gibi görünüyordu. Yatağımın çevresinde dönüp dolaşarak uçuyor ve ağzından tek sözcük çıkmadığı halde, bana, yakında dünyadan ayrılacağı için üzülmememi telkin ediyordu. Sonra kelebek, yani annem, birden kayboldu. Bu rüyayı acaba Elence olarak mı görmüştüm, şimdi pek emin değilim, ama kelebek Elen dilinde ruhun metaforu, ‘psihi’ anlamında kullanılan bir simgedir. Her ne kadar Elencem zayıfsa da, kimi zaman rüyalarımda kendimi Elence konuşurken buluyorum. Bu mavi kelebek hikâyesini kimseye anlatmadım, ne de rüyamda gördüklerimi tamı tamına şiire aktardım. Çoktan vefat etmiş olan babaannenim İstanbul’daki eski dairesinde kendi başıma uyanıp aşağıdaki dizeleri yazdım:
(…)
– O hangi ölüm anne?
Bahçemizdeki güller, yaseminler olursun sen,
(…)
Uyandığım zaman sulanmış bulurum çiçekleri
herkes şaşar: Bu kimin işi?
(…)
Kitapların yaprakları katlanmışsa, anlarım
kelebek-gözlüklerinle
yeşil moris koltuğa konacaksın,
başkası anlayamaz ama.
(…) (5)
İstanbul’da bu şiiri yazarken, Lefkoşa’nın Neapolis (Yenişehir) mahallesindeki evimizin bahçesini hayal ediyordum. 1963’ün Kanlı Noel’inde, bu evin, paramiliter Kıbrıslırum örgütü EOKA tarafından saldırıya uğrayıp yağmalanması ve yakılması üzerine annemle birlikte göçmen olduğumuz kırsal bir bölgedeki enklav da gözümün önüne geliyordu. Olaylar sırasında 5 yaşlarındaydım, ama olanlar o kadar travmatikti ki hâlâ hatırlıyorum. Aile mensuplarımızdan kimisi öldürülmüştü. Teyzelerim ve büyükannem savaş esiri olarak Kikko Manastırı’na kapatılmışlardı. Az önce okuduğum şiiri yazmamdan bir süre sonra annemin kanser olduğunu öğrendim. Birkaç ay içinde Neapolis’teki evimizde öldü. Şiirlerimi okuyamadı. Ölümünden önce yayımlanmamışlardı.
Her ne kadar hiçbir zaman bu konuyu konuşmasak da, annemin, şair olmam yönünde bir beklenti taşıdığını biliyordum. Büyük amcalarından biri, 19. yüzyıl sonlarında Divan şairiydi. Annem de, 1940’lı ve ‘50’li yıllarda Kıbrıs’ta etkin olan ‘Kadın Şairler Hareketi’ içindeydi. Ama bir şiirsever sıfatıyla. Belki de şiire duyduğu hayranlık, İstanbullu bir şair ve yazar olarak Ada’ya gelen babamla evlenmesinin nedeniydi. Babam Ada’ya yerleştikten sonra, annemin amcaoğluna ait bir günlük gazetede çalışmaya başladı. Zamanla kendi basımevi ve kitabevini kurdu. Ne kadar çabalarsam çabalayım, annem ile babam hakkındaki hatıralarımı rüyalarımda bile bir araya getiremiyorum. Annem ile babam, ben doğmadan boşandıkları için olmalı, ne karabasanlarımda beraber olabiliyorlar, ne de tatlı düşlerde.
&
Bana öyle geliyor ki, şairler, bile isteye yapmasalar da, anıları arasından seçimler yapar ve bunları yeniden yorumlarlar. Bazı deneyimler unutulur ya da bilinçaltının gizi dehlizlerinde, tıpkı o mavi kelebek gibi, bir başka surette belirmek üzere saklı kalır. Bazı deneyimlerse şiddetle hatırlanması bir yana, her hatırlayışta hayalgücümüz tarafından biraz daha süslenir, şurası burası törpülenip ömürleri uzatılır. Böylece, yaratıcı yazım süreci içerisinde kurgusal olan şeyler gerçek olana dönüşür. Şairlerin ve yazarların içinde ürettiği edebi mekân, illâki doğup büyüdükleri ya da yaşadıkları mekânla özdeş değildir. Bu, daha ziyade kendilerinin ürettiği bir mekândır. Bir şair ve yazar, yaşadıklarını mı yazar, yoksa yazdıklarını mı yaşar? Bunun cevabından kim emin olabilir? Eğer cevap her ikisi ise, o vakit daha anlamlı olan hangisidir? Sözgelimi, babamı düşünerek yazdığım “Daktilo”ya bakacak olursak, bir nesne olarak o daktilo gerçek, ancak şiirde onun hakkındaki anlatım kurgusal. Babamla yaşadığım deneyimleri ve hissettiklerimi ona yansıttığım için, bu daktilo bir duygulanım metaforuna dönüşmüş:
(…)
Bana bir şey kalmalıydı ondan.
O gün bu daktiloyu seçtim: ‘50 modeli, a-klavye. Tuşları
güç bela kımıldıyor ve eğri basıyor bazı harfleri.
Ama hayal ettim ki, gençlik şiirlerini yazmış olmalıydı onunla
–parmakları titreyerek aşktan–
ve sonra, büyüdüğümde, bana armağan etmişti
ilk sevgili daktilosunu.
Onu başköşesine koydum odamın, şık bir fanusla aydınlatıp...
Ve herkese anlata anlata ben de inandım
kendime uydurduğum anıya.
Aslında kaçmak için o, iğneden ipliğe her şeyi satıp savarken
sokağa yığdığı çer çöpten çıkarmıştım
şu daktilocuğu. Alelacele,
–atık meyve çekirdekleri üstüne konan ürkek bir serçecik gibi–
bir şeyler çaldığım görünmeden... (6)
Bir atalarımın-yürüdüğü-edebiyat-yolunu-izlememe hatırlatması mahiyetinde o daktiloyu hâlâ saklıyorum. Edebiyat dünyasındaki hısım akrabalarımın her biri bir başka kimlik politikasının kurbanıydı. Şiirlerinin kolektif siyasal yorumlanması dolayımında adları popüler oldu ya da hafızalardan silindi. Dünyadan yalıtılmış küçük bir cemaatin şu ya da bu ulusal kimlik adına onların yazdıklarına duyduğu ihtiyaç arttıkça, yazdıklarının estetik kalitesi azaldı. Sanırım, onların yapıtlarını analiz ederken, ‘minör’ (azlık) ve ‘periferi’ (çevre) edebiyatları konusundaki yaklaşımlara gönderme yapmak uygun düşecek. Ama tam olarak bu edebiyat yaklaşımları da yetmeyecek. Onlar, kendisi de ‘azlık’ ve ‘çevresel’ olan Kıbrıslırum edebiyatı ile karşılaştırılarak ‘azlık’ ve ‘çevresel’ biçiminde değerlendirilemezler. (7) Bir defa, akrabalık bağlarım olan o edebiyat insanlarının hiçbiri Elence yazmadı, Osmanlıca, modern Türkçe, İngilizce ve kısman Fransızca yazdılar. Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum edebiyatları sözde anavatanlar tarafından belirlendiği için, Kıbrıslılar, ülkelerinin bölünmesine yol açan kurgulanmış ulusal kimlikleri içinde çevresel birer unsur olarak görünmek durumunda kaldı.
Annemin ikinci kuzeni, halasının torunu olan ve İngilizcedeki en önemli Kıbrıs kökenli şair olarak kabul-gören Taner Baybars bile, yazdığı bütün dillerdeki edebiyat kurumları ve kitap pazarları tarafından ikincil ve ihmal edilebilir sayılmıştı. Deleuze ve Guattari’nin ‘azlık edebiyatları’ konusundaki çalışmalarında analiz edildiği çerçevede, dilin yersizyurtsuzlaştırılması (de-territorialization) onun kitaplarında görülebilir. (8) Baybars’ın ara-yerdeliği, 1950’lerin ulusal Türk, Britanyalı ve Kıbrıslı edebiyat kanonlarına entegre olması için ona pek şans tanımadı. 1953’de Kıbrıs’ta yayımlanan ilk şiir kitabı Türkçeydi. Yarım yüzyıl sonra yazdığı, ancak bir yayıncı bulamayan son şiir kitabı ise Fransızca. İlk şiir kitabının yayımlanmasının ardından bir daha dönmemek üzere Kıbrıs’ı terketmişti.
Aynı yıl, kendi kendini ‘Akdenizli’ ilan eden ve Levant’ı edebi mekân olarak seçen bir şair ve yazar, Lawrence Durrel Kıbrıs’a taşındı. Çok geçmeden Yorgos Seferis onu izledi. Tabii, Seferis için Kıbrıs, Durrell’in tahayyül ettiği kozmopolit Levant’ı değil, saf Helenizmin mitolojik ilkçağ topraklarını temsil ediyordu. Sanırım Durrel ile Seferis, Kıbrıs’taki yazınsal faaliyetleri dolayımında ve Akdenizli, çevresel, postkolonyal ve Oryantalist edebiyat söylemleri bağlamında yeniden incelenmeyi hak ediyorlar (9): Ancak bu sıraladığım edebiyat söylemlerinin sadece bir tanesine sokularak değil, karşılaştırmalı olarak.
Şiir ve romanlar, tek bir akademik disipline, tek bir edebiyat kuramının ya da anlayışın önermesine indirgenmeden, birçok farklı açılardan analiz edilebilir. Londra, Lefkoşa ve İstanbul’da misafir hoca olarak ders verdiğim değişik üniversitelerdeki öğrencileri gözlemlerken, edebiyat kuramlarının, onları, şiirin kendisinden daha çok büyülediğini hayretle gördüğümü söyleyeyim. Onların çoğu, bir romanla estetik keyf almak için ilgilenmiyordu, ne de yeni fikirleri, yazım tarzlarını keşfetmek için. Kafalarının içinde hazırda bekleyen belli bir edebiyat kuramını o romana uygulamaya çalışıyorlardı. Şayet bir roman, öngördükleri kuramla örtüşmüyorsa, o zaman o romanda bir terslik var demekti, yoksa kuramda değil. Birçok öğrenci, şair ve yazarları, kendilerine önceden öğretilmiş söylemlere göre küme küme sınıflandırıyor ve onları birbirinden ayrı bireyler olarak ele alamıyordu. Sanırım, yazarın, yapıtlarına yansımış olsa bile, öznel yaşamöyküsünden ne kadar uzak durulursa, o kadar nesnel, böylece bilimsel olunacağı kanısındaydır. Herhalde bunun bir nedeni, edebiyat kuramlarının şiirden daha büyük bir öncelik ve güce sahip olmasıdır. İngilizce yazmayan ve Kuzeybatı-Avrupa ülkelerden gelmeyen birçok yazar, kendilerini, ya akademik bir çalışmanın olmalarını öngördüğü kişi olmak ya da kitaplarının incelenmemesine, dolayısıyla kabul-görmemeye razı olmak gibi bir ikilemde buluyor. Bunu, akademik söylemlerle koşutluk gösteren kitap pazarı da teşvik ediyor. Doğrusu yayın endüstrisinin, akademik edebiyat incelemelerini dikkatle izlediği görülüyor. Ama akademinin de aynı dikkati, edebiyat, kitap pazarı ve siyaset ilişkileri bağlamında, küreselleşen yayın endüstrisine gösterdiğini söyleyebilmek zor.
Şimdi, kitap pazarının itibar etmediği şiir kitaplarına, modernist edebiyat eleştirisinin pek önemsemediği yazarların hayat hikâyelerine geçiyorum ve Taner Baybars’ın ilk şiir kitabına ve yaşamına dönüyorum. Türkçe yazılmış bu ilk ve tek yapıtı Kıbrıslıtürk edebiyatına dahil edilirken, İngilizce ve Fransızca yazdığı diğer yapıtları kabul-görmedi. Baybars, Katolik-Hıristiyan bir şair ve yazar olarak, İngiliz ve Fransız dillerinde yazdığına göre, bunlar, Kıbrıs’taki Türk azınlığın kolektif cemaat kimliğini yeniden üretmek bakımından ‘kullanışsız’dı. Aşırı derecede milliyetçi ve bir sofistikasyondan yoksun Kıbrıslıtürk edebiyat kurumsallaşması, onun yapıtlarını yok saydı. Kitapları, Türkiye’de, Türk edebiyatının bir parçası olarak da görülmedi. Öte yandan, Kıbrıslı bir şair olarak da inceleme konusu yapılmadı. Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi söyleminde, Kıbrıslı yazar olmak, esasen Elen etnik kökeninden gelip, Ortodoks-Hıristiyan kültürü çerçevesinde Elence yazmak anlamına gelir. Baybars bu özelliklerin hiçbirine sahip değildi. Her ne kadar bir Britanya yazarı sayılsa ve 1960’larla ‘70’lerdeki Londralı bir şiir grubuna dahil olsa da, İngiliz edebiyatı içinde ‘yabancı’ydı. 1963’de, ilk İngilizce şiir kitabı To Catch the Falling Man’in yayınlanmasından sonra, Terry Eagleton, “Anlam katmanları ile mecaz ve imgeler arasında sessizliği nasıl kullanacağını iyi biliyor” diye yazdı. (10)
Taner Baybars, henüz postkolonyal kuram keşfedilmeden yazdığı için, en fazla ‘Commonwealth/İngiliz Uluslar Topluluğu’ şairi biçiminde adlandırılıyordu. Kaldı ki, İrlanda gibi Kıbrıs da Avrupalı kültür içinde sayıldığından, çoğunlukla Üçüncü Dünyacılık ve oryantalizmle koşut yorumlanan postkolonyal kuramın, Britanya sömürgesi olan bu iki ülkeye sonraki dönemde de tam anlamıyla uygulanamadığını görüyoruz.
Öte yandan Taner Baybars örneği, bir edebiyat kanonuna aidiyetin yalnızca dil ortaklığına ya da yazınsal gelenek, etnik köken, vatandaşlık, yayımlanılan yer ve edebiyat anlayışı gibi etmenlerden birisine bağlı olmadığını, ama bunların kombinasyonu sonucunda belirlendiğini gösteriyor. Bir yazar, genellikle kendi aidiyetini tek başına kendisi tayin edemez. Bu, daha çok siyasal sistemlerce tayin edilir. Sözgelimi, bazı Kıbrıslırum şairler kendilerini Yunanistan edebiyatına ait görmek istiyor. Bazı Kıbrıslıtürk şairler ise kendilerini ortak Kıbrıs edebiyatına ait görmek istiyor. Ama onların hiçbiri anılan ulus-devletlerin edebiyat kanonları tarafından kabul-görmüyorlar. Yerleşik-edebiyat-kurumsallaşmasını (kanon) temsil eden Kıbrıslırum şairlerin çoğunluğu, şiirsel tarz ve izleklerinde olduğu kadar ulusal aidiyet, dil ve ulus-devlet edebiyat kononu konusunda hâlâ 18. yüzyıldaki anlayışı sürdürüyor. Halen Ada’daki edebiyat kanonu tarafından en fazla kabul-gösterilen Elen dilindeki Kıbrıslı şair ve yazarların yapıtları, şaşkınlık uyandıracak derecede anakronistiktir. Buna karşılık, Kıbrıslırum kökenli olup İngilizce yazanların yapıtları aynı derecede anakronistik görünmüyor. Herhalde onlar gerek Kıbrıslırum edebiyat kanonunda marjinal kaldığından, gerekse İngilizce, kendisini evrensel bir edebiyat dili olarak sunduğundan dünya edebiyatıyla daha uyumludurlar.
Britanya’nın everenselci ve popüler Marksist edebiyat eleştirmeni olarak Terry Eagleton, çevirisi Taner Baybars tarafından yapılan Nâzım Hikmet’in şiirlerine, Baybars’ın kendi şiirlerinden daha fazla ilgi göstermişti. Taner Baybars, Nâzım Hikmet’in İngilizcedeki ilk çevirmenlerinden birisiydi. 1967, 1970 ve 1972 yıllarında Londra’da onun üç şiir seçkisini yayımlatmıştı. (11) Aynı yıllarda, benim de, Nâzım Hikmet’in Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da, yedi cilt halinde basılan Bütün Eserleri’ni sansürsüz okuma şansım olmuştu. Şairin kişisel deneyimi yalnızca yaşadıklarından mı ibarettir? Neyi, ne zaman, nasıl okuduğu da deneyimlerine dahil değil mi? Nâzım Hikmet’in kitap seti, babama Kıbrıs’ta verilen bir hediyeydi. Soğuk Savaş koşullarında, Türkiye’de, sosyalist ve komünist fikirler edebiyat yapıtlarında bile ifade edilemezken, Bulgaristan Türkleri için durum tersineydi. Türkiye’de yasaklanmış bir Türk yazarın kitabının Türkçe basımını Bulgaristan’dan temin etmek mümkündü. O sıralarda Türkiye’de ‘vatanhainliği’ ile suçlanıp Moskova’ya kaçan Nâzım Hikmet’in şiirlerini çevirmek cesaret istiyordu. Ne Türk vatandaşı olan, ne Türkiye’de yaşayan ne de Türkçe edebiyattan bir beklentisi kalan Baybars’ın ise kaybedecek şeyi yoktu. Onun varoluşu, Türkiye’deki bütün o kültürel ve siyasal söylemlerin dışındaydı ve şiir çevirilerini gerçekleştirdi.
&
1984’de, İstanbul’da yükseklisans öğrencisi olduğum sıralarda, Nâzım Hikmet’in üveyoğlu olan, Türk şiirinin öndegelen eleştirmenlerinden Memet Fuat’la yaptığım bir ropörtajı hatırlıyorum. Hikmet’in kozmopolitenliği üstüne sorduğum bir soruya olumsuz tepki göstermişti. ‘Kozmopolit’ olmayı ‘kültürel yozluk’ içinde olmakla eşdeğerde algılamıştı. (12) Nâzım Hikmet’in ‘boşvermiş bir bohem’ ya da ‘yabancı kapitalistlerin işbirlikçisi’ olduğu söylenmişçesine bu sözcükten tedirgin oldu. Zamanın geleneksel sosyalistleri gibi Fuat da, gayrımüslim azınlıkları, kozmopolitleri, Batı’ya alet olan ‘komprador burjuvazi’ sayıyordu. Aslında Nâzım Hikmet’in şiirleri de, bu çeşit bir sosyalist ve Üçüncü Dünya ulusçusu anlayıştan arınmış sayılamaz. Bazı destansı şiirlerinde Türklerin ulusal kurtuluş savaşını coşkuyla karşılarken, Anadolu Rumlarının ya da Ermeni halkının başına gelenlerden hiç söz etmez. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı bazı narativ şiirlerdeki Yahudi karakterleri şablonla çizmesinin ırkçı imalar taşıyıp taşımadığını da pek sorgulamaz. Ancak, Yorgos Seferis, Kıbrıs’ta Enosis’i desteklerken, Nâzım Hikmet, Türklerin Taksim talebini desteklemedi. Şu anda hükümette olan Kıbrıs Komünist Partisi Merkez Komitesi’ndeki bir Kıbrıslıtürk üyeye yazdığı mektup aracılığıyla, Ada’daki Türkleri, Rumlarla birlik olmaya teşvik etti.
Yine Taner Baybars’a dönersek, 1980’lerin sonunda İngiltere’den Fransa’ya taşındıktan bir süre sonra Fransızca yazmaya başladığını görürüz. Yalnızca sıradışı İngilizcesi bakımından değil, dizelerinde Türkçe, Osmanlıca, Elence, Fransızca ve Latince sözcüklerle kültürel referansları da kullanmasından dolayı Türkçeye çevrilmesi güçtü. Türkiye okurlarının, bir Türk’ün şiirinde, baştan aşağı Hıristiyan azizlerine göndermelerle karışık ironili bir erotisizmi, Britanyalı duyarlığı ile birarada giden Akdenizli metaforları, BBC İngilizcesi içinde kullanılan Osmanlı deyimlerini ne kadar tuhaf karşıladığını söylememe gerek yok. Neticede, bu şiirleri ben çevirip, 1997’de Baybars’ı Türkiye okuruna sundum. (13) Bunu niçin yaptım? Muhtemelen, kültürel anlamdaki çoğul-yerdeliği az çok bana benzeyen, hatta aynı soyağacından gelen daha eski bir edebiyat insanını ele alarak kozmopolitlerin de kökleri bulunduğunu göstermek istemişimdir...
Andığım ropörtajda Memet Fuat’a yönelttiğim sorulardan biri de, Misak-ı Milli dışında kalan ve Kıbrıs’ın yanı sıra hemen hemen tüm Balkan ülkelerinde yaşamakta olan Osmanlı-Türk kökenli toplumların edebiyatıydı. O azınlıklar hakkında fazlaca birşey bilmediğini söyledi ve yazmamam kaydıyla, “Zamanımı öyle ikincil şairlerle harcamamamı” tavsiye etti. Bu söyleşimizden on yıl kadar sonra Memet Fuat editörüm oldu ve şiir kitaplarım yanında, Türkiye’deki ulusçu ve merkeziyetçi edebi söylemleri eleştiren deneme kitabımı yayımladı. Poeturka başlığı altındaki bu yazılar, bir anlamda, iddia ettiği ölçüde geçmiş kuşaklardan farklılaştığını sanmadığım ’80 Sonrası’ Türkçe şiirini, ulusalcılıktan ve dünya edebiyatından yalıtılmışlıkla da bağlantılı bir anokranizmden arındırma çabasıydı. (14) O zaman ‘Türk Edebiyatı’ yerine ‘Türkçe Edebiyat’ terimini önermiştim. Fuat görüşlerime katılmasa da, yaklaşımıma yönelik sert eleştirileri yanıtladı ve “Yaşın, (Türk edebiyatının) bugüne kadar sorun etmediği konularda bizi düşünmeye zorluyor” diye yazdı. Ne var ki, bir sorunsal üzerine düşünmek, her vakit bir değişimle sonuçlanamıyor.
1980’li, 90’lı yılların Türkiye’sindeki edebiyat kanonu, eski-Yugoslavya ülkeleri, Kıbrıs ve Bulgaristan’da iyi kötü yazılan modern Türkçe edebiyat hakkında, hatta oralardaki yerel Osmanlı edebiyatı hakkında neredeyse büsbütün bilgisizdi. Aynı zamanda Türkiyeli Yahudilerin, Ermenilerin ve Rumların, modern Türkçe edebiyatın kuruluş döneminde yaptığı yaşamsal katkı konusunda da tam bir görmezden gelme, üstünü örtme hali egemendi. Resmi kaynaklara bakılırsa, modern Türk edebiyatı 19. yüzyıl ortalarından sonra Arap alfabesiyle yazan Osmanlı-Müslüman yazarların eserleriyle filizlenmeye başlamıştı. Oysa modern Türkçe edebiyat, Ermeni ve Elen alfabeleriyle Türk dilinde yazan gayrımüslim Osmanlıların yapıtlarıyla hemen hemen bir yüzyıl öncesinden başlamış bulunuyordu. Edebiyatta rastlanan ulusçuluk her zaman saldırgan değildir. Türk edebiyatındaki bugünkü ana akım içinde artık ulusçuluk çok daha rafine bir dönüşüm geçirdi. “Daha önce sorun etmediği konularda düşünmeye zorlandı” ve Ermenilere, Rumlara, Yahudilere karşı olmaktan vazgeçti. Tersine, gayrımüslimler Türkiye’den silinip gitti diye bir hayıflanma edebiyatı ortaya çıktı. ‘80 Sonrası kitaplarda, azınlıklar bir nostaljiyle, melankolik bir özlemle anılır oldular.
Sanırım bu noktada vurgulamam gerekecek, benim yazdıklarım, şimdilerde Türkiye’de moda olan o eski kozmopolit İstanbul’a ya da kayıp Levant fikrine melankoli içinde hayıflanan eğilimlerle karıştırılmamalı. Sözümona kardeşçe birlikte yaşanılan o eski güzel günler için gözyaşı döken iki-toplumlu Kıbrıslı şiiri ile de karıştırılmamalı. Bunlar sadece birer basmakalıp klişe edebiyatı olduğundan değil, aynı zamanda uluçuluğu eleştiriyormuş gibi görünüp yeniden-ürettikleri için de paylaşamıyorum. Kanımca bu melankolik nostalji kitapları, yeni cins bir Osmanlı-Türk milliyetçiliğini ima ederken, birbirinden farklı toplumların ‘ötekileştirilmesi’ne dayanıyor. Her şeye rağmen Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ta hâlâ yaşayan iç içe geçmiş çok-kültürlülüğü ‘silinip bitmiş’ sayıyor. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs edebiyatlarının karmaşık, çoğul, iç içe bir tarihe sahip olduğunu ve kozmopolit azınlıkların, melez kültürel hayatların süregelen varlığını düşünürsek, benim, anılan o edebiyat eğilimlerini paylaşmam mümkün değil. Bir defa, kitaplarıma, özellikle roman karakterleri benim kuşağımdan İstanbullu azınlıklar olan Soydaşınız Balık Burcu adlı ilk romanıma da yansıdığı üzere, bizzat ben, o melez toplumlardan çıkmış biriyim.
Hayatımın Araf benzeri bir ara-yerdelikte ya da çoğul-yerdelikte sürmesi, hayaletimsi karakterler ve hayaletlere ait mekânlardaki gölgeler suretinde yazdıklarıma yansımaya devam ediyor. Örneğin, Sınırdışı Saatler adlı ikinci romanımda, anlatı konusu mekân dünyadaki herhangi bir yer olabilir, ama muhtemelen öte dünyadır. Belki Levant’tın herhangi bir kıyısı, Kıbrıs’taki Varoşa (Maraş) benzeri bir hayalet kent ya da romanımı kısmen Karamanlıca yazdığım düşünülürse, ne tam Elen ne de Türk olan Karamanlı halkının vatanı, yani Türkiye’nin Kapadokya bölgesi olabilir. Romandaki hayaletlerin anlattığı hikâyeler de ahreti ima ediyor. Olaylar Araf’ta değilse, bir yeraltı sığınağında ya da hapisanede, belki bir ara-bölgede geçiyor.
Edebi mekân, kullanılan dilin ruhuyla, bilince çıkabilen imgelerle de bağlantılıdır. Sözgelimi burada, yalnızca doğduğum ev hakkında konuşarak da bütün bu konuları anlatabilirdim. Çünkü Neapolis’teki o mekân, her zaman şiddetli-yoğunlaşma (intencity) ve özel-yakınlaşmayla (intimacy) bana geri gelen çocukluğuma dair bir şiirsel imgelem kaynağıdır. Odalarındaki anılar ile rüyalar birbirine karışırken, ev, şiire ruh veren bir bedene benzer. (15) Ülkeler arasında yaşadığım, diller arasında kaldığım için bana asıl yurdumun neresi olduğu sık sık sorulur. Belki de, “Asıl yurdum çocukluğumdur” diye cevap vermeliyim. Bir edebi mekân olarak çocukluğumu kendimle birlikte gittiğim yere de götürdüğüm için, öyle paramparça bir halde mekânlar arasında dolandığım söylenemez. Gerçekte, diller ve lehçeler arasında bölünmüş de değilim, çünkü onların hepsi bir bütün olarak benim yazın dilim. Türk ve Elen ulusçulukları, homojen ulus-devletlerini kurabilmek için, daha yüzyıl önce tamamen olağan sayılan melez hayatları ortadan kaldırdıktan sonra, şimdi, benimki gibi arta kalan örnekleri de anomaliymiş gibi sunuyor. Aynı şekilde yerleşik edebiyat söylemleri de bana bir hayalet muammelesi yapa yapa bir hayalet olduğuma beni bile inandırmış bulunuyor. Ama belki de her şair ve yazar, çocukluk evinin hayaletleri tarafından ele geçirilmiş olmak ihtiyacı duyar. Dahası, kendi kendisini ‘gerçek’ dünyadan sürgün etmesi ve kendi hayaletine dönüşmesi gerekir. “Bir Hayalet” başlıklı şiirimde, çocukluk evine göz kulak olmak için dönen bir hayaletin, öldürülmüş şeyleri canlı tutmaya çalışmak anlamına gelen bu hareketiyle, bir bakıma sözkonusu mekânı katledenlerin bu eylemini geçersiz kılması anlatılıyor...
&
Fakat şimdi, hayaletlerin ele geçirdiği bir başka mekâna, o iri ve mavi kelebeğe ilişkin rüyayı gördüğüm babaannemin İstanbul’daki dairesine, babamın çocukluk evine dönelim. Burası, eski İstanbul’da Rum Ortodoks Patrikhane’sinin bulunduğu Fener’e çok da uzak olmayan bir yerdedir. Bizans hipodromundan geriye kalmış tek iz olan Sfendones Duvarı’na yakındır. Saraçane, Osmanlı’dan kalma en büyük su yolları ve bir Bizans yapısından dönüştürüldüğünü sandığım eski bir Türk hamamı ile aynı sokaktadır. Eskiden babaannemin dairesinden baktığımda orası tekinsiz görünürdü. Sokağın bir ucu Haliç’e çıkarken, benim yürüyüş yapmayı tercih ettiğim diğer ucu, hâlâ inekleri yiyen granit Bizans arslanlarının bulunduğu parklardan, arabesk alışveriş merkezlerinin, barların, mescitlerin önünden geçerek Ermeni tavernalarının yer aldığı sahil meydanına, oradan da Marmara Denizi’ne, limana çıkardı. Bir zamanlar babaannemin mahallesi güzide bir yermiş ve babam buranın yeni gerçekliğini kabul edemiyordu. Tıpkı benim, çocukluk mahallem Neapolis’deki dramatik değişikliği görmemek için gözlerimi kapatışım gibi, babam da, kendi çocukluk mekânının artık İstanbul’un güvensiz ve düşük bir bölgesi haline dönüştüğünü görmezden geliyordu. Emekli olunca annesinin evine dönen babam, İstanbul’daki bu dairede, Kıbrıs’taki hayatını anlatan anı kitabını yazdı. Ada’dan fiziki uzaklık, onu anılarının mekânı olan Ada’ya yaklaştırmıştı. Nerede yazdığına bakmaksızın bir yazara görünen hayalet benzeri şiirsel imgeler çok hızlı uçar. Bir hayalet, ona ait olduğu varsayılan mekânı kolayca delerek geçer. Ayrıca hayaletler mezarlıkları sevmez, bir vakitler özel-yakınlık hissiyle yaşadıkları ev neresiyle oraya dönerler.
1980’lerin başında babaannemin evinde yaşarken Fener tarafına yürümek beni rahatsız ediyordu. Kıbrıs’taki Türklere Rumların yaptığı vahşete karşılık, Türk ulusçuluğunun İstanbul’da 1950’li ve 60’lı yıllarda estirdiği terör sonucu terkedilen Rum evlerini görmek istemezdim. Fenerli Rumların harap haldeki evlerinin, benim Neapolis’de yağmalanarak yakılan evimin intikamı olan bir abide gibi duruşuna katlanamıyordum. Bu durum, çok daha geniş Elen-Türk dünyasındaki çatışmaları, çok daha genel bir kültürel perspektife oturtup yazmama ve daha kapsamlı edebiyat kaynaklarıyla ilgilenmeme yardımcı oldu. Babaannemin İstanbul’daki mahallesine yakın bazı Rum evleri, çoğunlukla Kürt kökenli yoksul göçmenlerce işgal edilmişti. En filhelen Türk arkadaşlarım bile benim gördüğümü göremiyordu. Yoksul Kürtler için hayıflanıyorlardı, ama çalınmış evlerinin kapısı önünde halen bekleyen Fenerli Rumların hayaletlerini farketmiyorlardı. Eğer bir yer, anılar ve duygulanımlarla dolu değilse, orası yalnızca boşluk olabilir ve hiçbir vakit bir yazarın edebi mekânına dönüşemez. Benim hatıralarım İstanbullu Türk arkadaşlarımınkinden farklıydı, onlar ve ben aynı yeri farklı şekilde görüyorduk. Dolayısıyla, ben onlardan farklı yazıyordum.
Kanımca, bir yazarın kişisel deneyimlerine ve bunların yaratıcı yazım süreci ile olan ilişkisine daha fazla dikkat gösterilmeli. İstanbul’daki Türk arkadaşlarımı benim gibi Neapolis’de doğmadıkları için elbette suçlayamam. Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum komşularımızın yanında Ermeni, Maronit, İngiliz, İtalyan, İskenderiyeli Rum, Rodoslu Türk komşuları hatırlıyorum. Aslında, onları burada şu ya da bu cemaat altında tasnif etmem yanlış oluyor. Çünkü çoğu, tıpkı bizim ailemiz gibi melez evliliklere ya da başka cemaatten akrabalara da sahipti.
Bugünün ulusal ve etnik kimlik tanımlamaları, sanki bir doğa durumuymuşçasına birçok kişi tarafından içselleştirilip normalleştirildi. Ama benim, bu kimlik tanımlarını doğrulayacak bir çocukluk hatıram yok. Örneğin, EOKA saldırısından önce Türk olduğumuzu bilmiyordum. Çünkü diller ve dinler de karışmıştı. Ermeni komşularımız mükemmel bir Türkçeyle konuşurken, kuzenimin karısı Türkçe bilmiyor, İngilizce konuşuyordu. Semtteki Rum Ortodoks kilisesi Ayios Andreas’a, komşuların evlilik ya da vaftiz törenleri nedeniyle sıklıkla gittiğimizi hatırlıyorum. Buna karşın, Türkler tamamen laik olduğundan, camiye gitmemizi gerektirecek bir sosyal neden bulunmuyordu. Hayatımda ilk kez camiye ortaokul sıralarında, 16. yüzyılda Osmanlılar tarafından camiye çevrilmiş Saint Sophia Katedrali’nin resmini çizmek için sınıfça götürüldüm. Osmanlılar bir tek Fransız ve İtalyan gotik kiliselerini değil, onların halkını da İslam’a döndürmüştü.
Yaşadığım deneyimlerden elde ettiklerim ve ayrıca kendi seçtiğim hatıralar benim yazınsal mirasım oldu. İşte bu miras, yazdıklarımın ‘öteki’ olarak konumlanmasına yol açtı. Her yerde ‘öteki’ sayılıyorum, yalnızca mekândan mekâna ötekiliğime ilişkin referans noktaları değişiyor. Bilindiği gibi ‘öteki’, illâki, marijinal, azlık ya da dışarıdan değildir. Yazınsal sistemin karmaşık, çok yönlü bir dinamizmi var ve sistemin bir yerinde ‘minör’ olan diğer yerinde ‘asli’, ‘çevresel’ sayılan ‘merkezi’ olabiliyor. ‘Dışarıdan’ olmak ise, yazınsal sistemin dışında kalmak anlamına gelmiyor. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra şunu farkettim ki, yazdıklarımın, yaşadığım ülkelerde âdeta hayalet biçiminde varolması, aslında onların sahiciliğini, dolayısıyla gücünü pekiştiriyordu. İlk şiir kitabım yayımlandıktan sonra Türkiye’deki askeri darbe rejimi tarafından yasaklandı. Karşılaştığım baskılar 1986’da Türkiye’den sınırdışı edilmem noktasına vardı. Böylece İstanbul’dan Londra’ya gittim. O sırada yazdığım şiiri İstanbul’daki Fenerli Rum bir arkadaşıma ithaf ettim:
(…)
Bir yerli-yabancı burada, bir yabancı-yerli orada
ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
dünyada bir yurt bulunmaz sana, bana.
Ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk
teslim düşen sokaklardan geçtim koşarak
elimde altmış vaftiz şekeri
koşarak
koşarak...
(…)
dünyaya yenildikçe güzelleşir insan
inan bana.
(…)
Donakaldık
donakaldık, karşı karşıya
sur kapısını tutan ak mermerden iki insandık,
çekip gitsek yıkılacak şehir
kalsak
kalsak diyoruz ama
gemilerin halat attığı taşlar tanır da ikimizi
gemiler tanımaz.
Çığlık çığlığa dumanlar soluyarak
geçip giderler aya’ucumuzdan
–boş yere uçar martılar.–
Boş yere bütün yolculuklar
ayaklarını akıntıya sarkıtan çocuk,
gemiler onu almaz
kalmak ister İstanbul şehrinde kalamaz.
(…) (16)
&
Akdeniz edebiyatı söyleminin ayırt edici yanlarından biri sayılan kozmopolit ve melez kültürel kaynaklar, edebiyat kuramı çerçevesindeki tartışmalarda harcanıp neredeyse yenik düşmüş durumdadır. Çeşitlilik gösteren bu kaynaklar, sanki ulusal, postkolonyal, Üçüncü Dünyacı ve benzeri edebiyat kuramları adına Akdeniz kentlerinde kayba karışmış gibidir. Lawrence Durrell tarzı bir kozmopolitanizmin ne kadar sınırlı ve sorunlu olduğunun tamamen farkındayım. Bununla beraber, benim için ‘kozmopolitanizm’ aslında çocukluğumun semti Neapolis’e ve onun günlük yaşam tarzına basitçe bir göndermedir.
Lawrence Durrell’in mektuplarından anlaşıldığına göre, Yorgos Seferis, Kıbrıs’a varmadan önce onunla bağlantı kurmuştu. Gerçekten de Seferis, Ada’da yerel Kıbrıslırum edebiyat çevreleri yerine Lawrence benzeri ünlü Batılı yazarlarla ilişki içinde olmayı tercih ediyordu. Kıbrıs (Kypros - Imorologia Katastromatos III) adını taşıyan bir dizi şiirden oluşan bir seçkiyi 1955’de yayımladığı biliniyor. Seferis’in bazı Kıbrıslırum sanatçılara esin verdiği doğrudur, ama kendisini oradaki sanatçı ve yazarlarla eşit düzeyde tutmadığı da doğrudur. Onlara pek dikkat göstermediği ve hatta onları ‘düşük’ bulduğu yönünde bir izlenim vermektedir. Seferis’in, yerlilere karşı üstünlük taslaması Durrell’inkinden daha az değildi. Üstelik de onlar, ‘Helenizm toprağı’ saydığı bir yerin yerlileriydi. Elenliğin ulusal şairi sıfatıyla, ‘Kıbrıs’ın kurtuluşu’ için ondan büyük ümitler besleyen Kıbrıslırum yazar ve aydınlar açısından, ‘anavatan Yunanistan’ merkezli Elenizm ideolojisinin resmi ve manevi temsilcisi olmaktan güç alan bu tür büyüklenmeleriyle bir hayalkırıklığıydı. (17) Lawrence Durrell de 1955’de Kıbrıs’tan esinlenen Huzur Ağacı (The Tree of Idleness) adlı bir şiir kitabı yayımlamıştı. Birçok eleştirmene göre, bu şiir kitabı, Britanya’da geniş kesimler tarafından tanınan ve kabul gören bir şair olmasında bir dönüm noktasıydı. (18)
Öyle anlaşılıyor ki, Yorgos Seferis, ‘Megali Katastrofi’nin, Anadolu’da Rumların yaşadığı büyük felaketin, hayatındaki korkunç etkilerini tamir etmek, iyileştirmek ihtiyacı içindeydi ve Kıbrıs, onun için ulusal anlamda ideolojik bir vaat, hiç değilse Elenlerin ve Helenizmin yaralarını sarabileceği bir mekândı. Seferis’in ilgilendiği mitolojik bir ada olarak Kıbrıs’tı, onun Homer çağından kalma denizi, doğası ve eski Elen tanrılarıydı. Gerçek Kıbrıslırumlar ve günlük hayat tarzları, onun seçkinci ve hayali Helenizmine uygun düşmüyor, rahatsızlık veriyordu. Eğer Seferis’in Kıbrıs’ta çektiği fotoğraflarına bakacak olursak, neleri görmek istemediğini görebiliriz: Elen olanlar dışında bir halk veya mimari fotoğrafı pek yoktur, hele cami ya da Kıbrıslıtürkleri bir biçimde gösteren bir fotoğrafı hiç yoktur. (19)
Seferis, her zaman kendisini ‘siyasi angajman içinde olmayan şair’ biçiminde sunmuştu ki bu, ‘sosyalist olmayan şair’ diye de anlaşılabilir. Seferis, ulusal meselelerin ‘siyasi angajman’a dahil edilemeyeceğine inandığı için, siyasetin üzerinde ve ötesinde bir yerlerde durduğunu düşünüyordu. Ne var ki, siyasetten sözde uzak duruşu, Kıbrıs konusunda siyasal faaliyetler örgütlemeye başlamasıyla kesintiye uğradı. Enosis ve EOKA için aktif biçimde lobi yaptı. Birçok Elen şairi gibi, Batı’nın ‘Avrupamerkezci’ yaklaşımlarını benimseyerek, Türkler dahil Doğulu komşularını oryantalleştirdi.
Sorun şu ki, bugünün modern Kıbrıs’ı, hem sosyal, ekonomik, idari yapısıyla, hem eğitim durumuyla ve siyasal, kültürel bağlantılarıyla Yunanistan’dan daha Batılı ve Kuzeyli bir görünüm arzediyor. Tam da bu nedenle, anavatanlardaki Yunan ve Türk aydınları Kıbrıslırumlar ve Kıbrıslıtürklerle oldukça çetrefil biçimde ilişki kurabiliyorlar. Bir yandan, Kıbrıs’ın ‘çevresel’ (periferi) ve ‘azlık’ (minor) olduğunu, dolayısıyla hiyerarşinin daha ‘alt’ basamağında durması gerektiğini varsayıyorlar, ama diğer yandan da, Ada’nın kendilerinden daha fazla ‘Batı Avrupalı’ olduğunu görüyorlar. Kıbrıs’la kurulan bu tedirgin ilişki biçimini daha o zamanlardan Seferis’in çalışmalarında görmek mümkündür. Britanya’nın Ada’daki kolonyal rolüne karşı çıkarken, Kıbrıs’taki Batılı kültürel etkileri takdir etmekten de kendini alamıyordu. Bir bakıma bu kolonyal Batılı etkiler sonucunda Kıbrıslılar, tam da Seferis’in Anadolu’dan gelme bir Yunanlı olarak erişmek istediği biçimde ‘Avrupalılaşmış’lardı.
Bir yazınsal sistem içindeki belirleyen (dominant) ve belirlenen (domine edilen) mekânlar arasındaki ilişkiler çok boyutludur. Belirlenen bir edebi mekândan çıkan bir yapıt, hiyerarşide merkezi bir konuma yükselebilir. Belki yeni bir yazınsal yaklaşıma öncülük edebilir veya yerleşik edebiyat kurumunu etkileyip değişmesini sağlayacak yeni bir yol açabilir. Elence ve Türkçe ile olan dil bağlantısı düşünülürse, Kıbrıs, daha geniş bir edebi mekân içindeki çevresel bir edebiyat biçiminde değerlendirilip, Almanya ve Fransa ile olan dil ilişkisi bağlamında Belçika, İsviçre, Avusturya gibi ülkelerle kıyaslanabilir. Sözgelimi, yalnızca Avrupalı Yahudi toplumunun değil, ama Çek edebiyatının ve Alman dilinin de parçası sayılan Franz Kafka, dilsel anlamda belirlenen küçük bir ülkeden çıkmış bir yazarın, aynı dil içinde ürettiği yapıtlarla edebiyat merkezinde yenilikçi bir rol oynayabileceğine iyi bir örnektir.
Belirleyen ve belirlenen mekânlar arasındaki hiyerarşideki karmaşık, çetrefil ilişkileri, Kuzey Kıbrıs’taki Türkiyeli yerleşimcilerin dillerinden hareketle izlemek mümkündür. Türkiye otoriteleri tarafından Ada’ya gönderilen Türk yerleşimcilerin Kıbrıslıtürkleri Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kültürü ve dili içinde asimile etmesi bekleniyordu. Kendilerine verilen bu misyona ve Türkiye’nin resmi lehçesi ile sözlüğü çerçevesinde hareket eden Kuzey Kıbrıs’taki Türk medyası ile Ada’ya taşınan Türkiye eğitim sisteminin büyük desteğine rağmen Türk yerleşimciler gönüllü olarak kendilerini Kıbrıslıtürk lehçesi ile sözlüğüne uyarlıyorlar. Çünkü onların tahayyülünde Kıbrıslıtürklerin dili daha Avrupalı olmayı, daha ileri kültürel kodları ve Türkiye’deki konumlarına göre daha yüksek bir toplumsal sınıf statüsünü temsil ediyor. Ne var ki, yazılı dilin konumu konuşma dilinden farklı olduğundan, Türkiye edebiyat kanonu Kıbrıs’taki Türkçeyi veya herhangi bir Balkan ülkesindeki Türk azınlığının kullandığı lehçeyi, Ada’nın kuzeyindeki Türk yerleşimcilerle aynı biçimde algılamamakta ve kabul-göstermemektedir.
Yazınsal yapıtlar, daima bütün çetrefil yönleriyle analiz edilmeye ihtiyaç duyar. Sözgelimi, Lawrence Durrell’in Acı Limonlar (Bitter Lemons / Bitter Lemons of Cyprus) (20) adlı kitabını eleştiren Batılı bir akademisyen, 2003’de yayımlanmış sözkonusu yazısında, eleştirisini postkolonyal kurama atıfta bulunarak yapmakta ve Durrell’i “Enosis’i engellemek için Kıbrıs’ı Helenizmden uzaklaştırmaya çalışmakla” suçlamaktadır. (21) Aslında, Ada’yı “Helenizimden uzaklaştırma” suçlamasının kendisi, tam tersine Kıbrıs’ı Helenleştiren bir yaklaşımı ifade ediyor. Buradaki etnik merkezli özcü anlayış, Ada’yı 3000 yıl boyunca değişmeyen homojen bir Elen kimliği içinde tahayyül ediyor. Bu yaklaşıma göre, Kıbrıs’ın, binlerce yıl içindeki Elen olmayan uygarlıklarının tümü ‘yabancı’ ya da ‘rastlantısal’ sayılıyor ve sonsuza kadar da böyle ‘dışsal’ kalacakları öngörülüyor. Yalnıza Kıbrıslıtürkler değil, ama Maronit, Ermeni, İngiliz, Arap, Siyah-Afrikalı, Fransız, İtalyan ve son zamanlarda bu toplumlara eklenen Slav kökenli Kıbrıslıların tümü ‘otantik’ Kıbrıslı olarak kabul edilmiyor. Belirttiğim yazıdaki görüşlerin, 2002’de, Granada Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Akdeniz İncelemeleri Cemiyeti 5. Yıllık Kongresi’ne sunulduğu düşünülürse, Akdeniz Edebiyatı söyleminin ‘Avrupamerkezci’ ve ulusalcı görüşler tarafından ne derece manipüle edildiği anlaşılabilir. Hayranlıkla idealleştirilen ‘Akdenizlilik’te, Avrupalı ve Hıristiyan olmayan unsurların genellikle fantezi unsurlar olarak kaldığı söylenebilir. Öyle görünüyor ki, pazarlama stratejisi açısından, Akdenizli Edebiyat, Batılı edebiyat kanonunda ‘Dünya Edebiyat’ı kategorisinden sonra en tercih edilebilir ikinci seçenektir. Bu nedenle, sözgelimi Mısırlı bir yazar, ‘Ortadoğu, İslami ya da Üçüncü Dünyalı edebiyat’ yerine ‘Akdeniz edebiyatı’ gibi bir çerçeve içinde çalışmayı tercih ederse uluslararası kitap pazarındaki şansı artabilir.
Az önce belirttiğim, Durrell’i eleştiren akademisyen, onu, “Kıbrıs’ın Levant bağlantısını ve Gotik mimarisini fazlasıyla vurgulamakla” suçluyor. Aynı zamanda, Durrell’in “Ada’yı kasten Türkiye’ye daha yakın bir ruh iklimine taşımak için, ‘Kıbrıs, sahip olduğu manzaraların verdiği izlenimden daha Doğulu’dur, diye yazdığını” söylüyor. Ek olarak, Lawrence Durrell’i, “EOKA’nın ulusal anti-kolonyal kurtuluş mücadelesini terörizm olarak damgaladığını” yazıyor. (22) Bu akademik incelemeyi yazan eleştirmen, Durrell’in ortaya attığı noktaların bir biçimde gerçekliği yansıtıp yansıtmadığını araştırmaya yeteri kadar zaman ayırmamış olmalı. Benim sorum şu: Lawrence Durrell’in belirttiği noktaları, herhangi bir ‘kolonyalist gündem’e düşmeksizin nasıl yeniden yorumlayıp değerlendirebiliriz?
Başlığı İngilizce olan “Fox Hunting” adlı bir şiirimde, pek de farkında olmadan postkolonyal kuram bağlamındaki bu cinsten yüzeysel yorumları sorguladığım söylenebilir. İlk giriş bölümü de İngilizce başlayan bu şiirde EOKA, faşist ve ırkçı bir terör örgütü olarak adlandırılmıyor, ama kendi kendilerine verdikleri isimle “ulusal kurtuluşçular” diye ifade ediliyor. Gelin görün ki, EOKA bir kurtuluş ve özgürlük simgesi haline gelir gelmez, ‘kurtuluş ve özgürlük’ düşüncesi de terörle özdeşleşiyor:
(…)
Avcılar yaklaşıyor! Allah’ım tilkiyi vuramasınlar
avtüfenkleriyle bir yatsı vakti
yatak-odamızı bile yağmalayan ulusal kurtuluşçular
büğülü kutucuğ’muzu da çalamasınlar.
“Tilkinin hınzırlığını bilmez misin?”
diyor kılavuzun sesi: “Kurnaz ve sinsi,
acayip bencil birisidir tilki.” Kildir kayar
kıldır çıkar kildir kayar kıldır çıkar...
“Çocuklar kandan korkuyor” diyor ninem:
“Siz vurun biz yüzümüzü döneriz.”
(…) (23)
Bir kurama saplanıp kalan önyargılı edebiyat incelemesi, çocuklar öldürülürken yüzünü diğer tarafa döner. Çocukların kurban edilmesi Tanrı adına —anlattığım örnekte postkolonyal kuram adına— olduğuna göre, demek ki toplu katliamlar, etnik temizlik, askeri darbe ve ötekilere karşı uygunan her türlü şiddet aklanabilir. Herhangi bir edebiyat kuramını ya da anlayışını doğrulamak ve analiz yöntemi olarak kullanmak adına yapılan hassasiyetten yoksun böylesi genellemeler, edebiyat yapıtlarını hissettmemize ve anlamamıza yardımcı olmuyor. O nedenle, bir şairin ve yazarın yapıtlarına yansıyan yaşam deneyimlerinin ve kişisel yönelimlerinin önemini, ayrıca her bir yapıta, yaratıldığı öznel koşullar çerçevesinde dikkat göstermek gerektiğini vurgulama ihtiyacı duyuyorum.
&
Bir Akdeniz ülkesinde doğmadığı halde Akdenizli yazar olmak iddiasıyla yazan Lawrence Durrell’in yapıtlarını bu açıdan ele alacak derinlikli bir edebiyat incelemesi okumayı tercih ederdim. Niçin ‘Akdenizli’ olmayı seçti? Ya kitapları Akdeniz kültürünü temsiliyet açısından anlamlı bir başarı gösterebildi mi? Durrell’in tutumunu, bir Doğu Akdeniz ülkesinde doğduğu halde Batı Avrupalı yazar olmayı seçen Seferis’le karşılaştırabilir miyiz? Hem Durrell’in hem Seferis’in pek sevdiği eski Elen mitleri, acaba Yunan ulusçuluğunun kurumsallaşmasında mı asli bir rol oynadı, yoksa Avrupamerkezciğinin güçlenmesinde mi? Hele Kıbrıslı edebiyatını bu bağlamlarda tartışmak çok daha zorlu bir iş ve diğer Akdeniz adalarındaki edebiyatlara kıyasla, Avrupa edebiyat kanonuna çok daha meydan okuyucu. Kıbrıs, bu alanda akademik inceleme yapan eleştirmenleri, edebiyat kuramlarını gözden geçirmeye ve belki yeni yaklaşımlar üretmeye davet eden bir örnektir. Çünkü Ada’nın edebiyatı yüzlerce yıldan beri gerçekten zengin, ama bir o kadar da çetrefildir ve böylece daha karmaşık bazı sorular sorulmasını gerektirir.
Dil ve ulusal aidiyet bu çetrefilliğin yalnızca bir boyutudur. Kıbrıs’ın esas dili ‘Kypriaka’dır (Kıbrıslıca). Ama bölgenin eski Elen lehçesiyle bağlantılı bu dil, ne Kıbrıs’ın resmi dildir, ne de modern edebiyatının dili. Kimi dilbilimcilere göre, sözdağarcığı, idiyomatik sözcükleri ve sesbilgisi açısından ‘Kypriaka’, İtalyanca ile Türkçenin etkisi altında modernleşti. Sözgelimi, Yunanistan’ın alfabesinde yer almayan “ş” Türkçeden, “ç” ise İtalyancadan geldi. Öte yandan, Kıbrıslıtürklerin Türkçesinki farklı sesbilgisinin ve Türkiye’de bulunmayan birçok sözcüğün kaynağı da ‘Kypriaka’ olarak görülüyor. Her ne kadar bu dil günlük hayat içinde ve geleneksel halk şairi ‘piitarides’lerin eserlerinde kullanılmya devam eden esas anadilse de, bir tek modern Yunanca resmi olarak kabul-görüyor, ‘yüksek’ ve böylece de edebi dil sayılıyor. Yunanca dışında, Türkçe (modern resmi Türkçe) ve Britanya İngilizcesi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer anayasal dilleridir. Gerçekten de Modern Kıbrıslı Edebiyatı, bağımsızlıktan çok önce, daha 20. yüzyıl başlarında üç-dilli olarak şekillenmişti. Modern Yunancanın kullanılması Elence yazan Kıbrıslıları bir biçimde Yunanistan’ın ulusal edebiyatına bağlarken, modern Türkçenin kullanılması da Türk dilinde yazan Kıbrıslıları Türkiye’ye entegre ediyor. İronik biçimde, bazı Kıbrıslı akademisyenler, ‘anavatanlardaki’ Elen ve Türk dillerinin, Ada üzerinde İngiliz dilinden daha fazla manipülatif bir rol oynadığı iddiasındadırlar. (24)
İngilizce edebiyat, birçok farklı etnik arkaplandan ve milliyetten gelen yazarlara açılmak suretiyle kendisini yenileyip zenginleştirdi. Denebilir ki, İngiliz dilinde yazan Kıbrıslılar, illâki İngiliz kültürel kimliğinin ya da Britanya ulusal aidiyetinin bir parçası olmak durumunda değillerdir. Oysaki Elen ve Türk dillerinde yazan Kıbrıslılar, ideolojik olarak aynı dili paylaştıkları sözde anavatan uluslarına dahil olmaya zorlanıyorlar. Kanımca, ulusal edebiyat geleneklerine entegre olmak konusundaki bu dolaylı ideolojik zorlama, Yunanistan ve Türkiye edebiyatları ile yayın sektörlerinin bağlı bulunduğu, yani ister istemez kendilerini dayandırdıkları Elen ve Türk ulusçuluklarının doğasından kaynaklanıyor.
Öte yandan, Elence ve Türkçe yazan Kıbrıslıların, bir biçimde, edebiyat merkezleri (metropolleri) olan Atina ve İstanbul ile bağlantı içinde olması da kaçınılmazdır. Çünkü, küçük bir adada profesyonel bir yapılanmadan uzak ve çevresel (periferi) konumda olan bir edebiyat sözkonusudur. Genellikle edebiyatta ‘merkez’ler geleceğe koşarken, ‘çevre’ler geçmişten kolay kolay kurtulamazlar. Bu olgu yüzünden, çevresel edebiyatlar dış dünyaya bağlanmak yerine kendi içlerine kapalı hale gelirler. Ancak Kafka ve Joyce örneklerinin bize hatırlattığı üzere, şunu da unutmamak gerekir ki, birey olarak bir yazara ait yapıtın yazınsal kalitesi her zaman ‘azlık’ ya da ‘belirlenen’ edebiyat kurumsallaşmalarının vasat yapısıyla aynı seviyeye indirgenemez.
İtiraf etmek gerekirse, kendi şiirimi ya da düzyazımı yazarken, şimdi burada değindiğim kuramsal konular beni pek de meşgul etmiyor. İster Londra, ister Lefkoşa, isterse İstanbul ya da başka bir yerde olayım, genellikle dış dünyanın sözde ‘gerçekliği’ ile bağlantımı kesiyorum. İstanbul Türkçesiyle yazıyor olsam da, Türkiye’nin resmi dilindeki güçlü erkeksi ses, bana göre şiddet dolu bir militerliği ve otoriterliği temsil ettiğinden rahatsız edici buluyorum. Bir anlamda Osmanlıca, Kıbrıslıtürkçesi, Karamanlıca (Elen harfleriyle Türkçe) ve Yahudi, Rum ve diğer kozmopolit azınlıkların konuştuğu Türkçeyi, esas yazı dilim İstanbul Türkçesi içinde harmanlayarak kendi Türkçemi yarattığım söylenebilir. Yazdıklarımın içinde oluştuğu edebi mekânın yalnızca çokdilli boyutları bulunmuyor, çoklehçeli özellikler de taşıyor. Sanırım, doğduğum mekân, anadil denen şeyin işlevi üzerine yeniden düşünmeme ve şiirim için bir çeşit ‘annesiz-dil’ yaratmama yol açmış olmalı.
Doğduğum Ada her zaman çokdilli bir yerdi. Resmi Kıbrıs edebiyatı MÖ 7. yüzyılda eski Elen yapıtlarıyla başlatılıp, Bizans Elencesi, Demotiki Elence yani Rumca ve Modern Elence biçiminde bir çizgi üzerinden anlatılır. Ama MÖ 9. yüzyılda Fenikece yazılmış bazı epigraf ve tabletleri, ben 1990’larda şiire aktardım: Böylece resmi olmayan Kıbrıs edebiyatı iki yüzyıl daha erken başlıyor. Aslında Kıbrıs’ın en eski mezar taşları bile Elence ile Fenikece arasında karışık bir dilde yazılmıştır. Çokdilli gelenek ortaçağda Lusignan Fransızcası ile Bizans Elencesi ve ‘Kypriaka’ arasında devam etti ve bir süre sonra Venedik İtalyancası Fransızcanın yerini aldı. Kıbrıs’ta, Fransızca-‘Kypriaka’ ve İtalyanca-‘Kypriaka’ arasında çok sayıda melez dilli şiir ve düzyazı metin var. 16. yüzyıldan sonra Osmanlı Türkçesi, ardından modern Türkçe ve İngilizce, Demotiki Rumca ile modern Elencenin yanısıra Ada’nın edebiyat dilleri oldular.
Benzeri çokdilli edebiyat kaynaklarına diğer Akdeniz adalarında da rastlanıyor. Mesela Girit ile Sicilya’da. Ama bu adalar Yunanistan ile İtalya’nın birer parçası. O nedenle, kimse onlardan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden beklendiği üzere, kendilerine özgü ayrı bir ulusal edebiyata sahip olmalarını beklemiyor. Aslında Girit, Yunanistan edebiyatı içinde, Sicilya ise İtalya edebiyatı içinde kendilerine ait birer ‘alt’ edebiyat kategorisi oluşturuyorlar. Haliyle, Kıbrıs’ın, Sicilya ile Girit’tekinden daha bağımsız ve güçlü bir edebiyat kurumsallaşmasına sahip olması daha akla yakın görünür. Bunun tek nedeni Kıbrıs’ın bağımsız bir ulus-devlet oluşu değil, ama tarihsel ve toplumsal anlamda Ada’daki dillerin ve edebiyat geleneklerinin Yunanistan’ın ya da herhangi bir başka ulusun sınırlarını aşkın oluşudur.
Bir başka bağımsız Akdeniz adası olan Malta, Kıbrıs’tan oldukça farklıdır. Malta’nın kendine ait ayrı bir dili ve ulusal edebiyat kanonu var. Ama Maltalı yazarların tersine Kıbrıslı yazarlar, ulusçuluğa itirazlarını bile itiraz ettiklerinin dilinde yapabilmektedir. Sözgelimi, Çağdaş Kıbrıslı şiirinde, Yunanistan’ın Ada’da tertiplediği askeri darbeyi kınayan Yunanca ya da Ada’daki Türk işgalini eleştiren Türkçe şiirlere rastlamak mümkündür. İngiltere’nin kolonyal rolüne karşı İngilizce şiirler de var. Bütün bu şiirler, yazarların, hegomonyalarını eleştiri konusu yaptığı dışsal güçlerin dilinde ve resmi lehçesinde yazılmıştır. Bu, hemen postkolonyal edebiyatlardaki bir olguyu hatırlatabilir, ama onların durumundan farklıdır. Çünkü Yunanistan Ada’da kolonyal bir rol oynamadığına ve Elencenin yerli bir dil olarak Kıbrıs’ta 3000 yıllık tarihi bulunduğuna göre, aynı dil içerisindeki güç ilişkilerini analiz edecek daha farklı bir yaklaşım gerekiyor.
Kıbrıs’taki yazarların kendi dillerinde, yani Elence, Türkçe ve İngilizcede, daha geniş bir okur kitlesine ulaşmak istemeleri anlaşılabilir birşey. Bana sorarsanız, adalılar için deniz karadan çok daha önemli. Deniz, öteki yerlere ve kültürlere açılma olanağı sunar. Edebi mekân olarak, Ada’nın binlerce yıllık yazınsal mirası ve denizaşırı bağlantıları, ülke toprağından daha anlamlı. Denebilir ki, zengin kültürel birikimi göz önünde tutulursa, Kıbrıs, fiziki ölçülerinden çok daha büyüktür. Ne var ki, modern Kıbrıs’ta, kendi yazarını destekleyebilecek derecede güçlü, kurumsal, bağımsız, profesyonel ve dünyaya koşut bir edebiyat yapılanması yoktur. Bu nedenle de, dil, edebi mekân ve ulusal, yerel, küresel edebiyat kanonlarıyla ilişkisi bağlamında James Joyce’un yolunu izlemek bana daha bilgece görünüyor. Doğumyeri ve başlıca esin kaynağı olsa bile, bir yazar, kendisini gerçekleştiremediği bir adaya dönmek ya da bağlanmak ihtiyacında değildir. O yere ait imgelerle hayalleri içinde tutar ve kendisiyle birlikte bu rüya benzeri edebi mekânı bir şehirden öbürüne taşırsa, sanıyorum ki bu, yaratıcılık için daha isabetli olur.
Burada, sizinle, bir yazar olarak çocukluk anılarıma kadar uzanan deneyimlerimi paylaşmaya çalıştım. İçinde yaşamış olduğum evlerin ve yazdığım edebi mekânların kapısını açtım. Size hatırlayabildiklerimi aktardım, ama unutmuş olduklarım, edebiyat çalışmalarım açısından daha önemli bir rol oynamış da olabilir.
Bu yazı, "Bir Akdeniz Adasından Yazmak: Diller ve Yazınsal Mekânlar Arasında"(Writing from a Mediterranean Island: Between Languages and Literary Spaces) başlığıyla, Akdeniz Topoğrafyası ve Avrupa İncelemeleri Merkezi Uluslararası Enstitüsü’nde sunuldu, Michigan Üniversitesi, 22 Mart 2012, Ann Arbor-Michigan/ABD ve İngilizce olarak üniversitenin internet linklerinde dolaşıma kondu. Konuşmanın bir versiyonu Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nde (TEM) sunuldu, 2 Kasım 2012, Ankara. "Postkolonyal Edebiyat Kuramı, Yazınsal Deneyimlere Karşı" başlıklı bir versiyonu ise, İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde sunuldu, 26 Kasım 2012, İzmir. Son olarak “Kozmopoetika” adlı kitabın 2018 tarihli baskısında yer aldı.
- Benjamin, Walter, Illumination, “Theses on the Philosophy of History”, yayına hazırlayan ve sunan: Hannah Arendt, sayfa: 245-255, Fontana Press, Londra, 1992.
- Blanchot, Maurice, The Space of Literature, University of Nebraska Press, Londra, 1982; Türkçesi için bkz. Yazınsal Uzam, çev. Sündüz Öztürk Kasar, YKY, İstanbul, 1993.
- Yaşın, Mehmet, Hayal Tamiri, sayfa: 57, Adam, İstanbul, 1998.
- Hall, Stuart, “When was 'the Post-Colonial?' Thinking at the Limit” The Post-Colonial Question: Common Skies, Divided Horizons, yay. haz. Iain Chambers ve Lidia Curti, sayfa: 242-260, Routledge, Londra-New York, 1996; Ayrıca bkz. Dirlik, Arif, “The Postcolonial Aura: Third World Criticism in the Age of Global Capitalism” Critical Inquiry, 1994. Kadir, Djelal (Celal) The Other Writing: Postcolonial Essays in Latin America’s Writing Culture, Purdue University Press, Purdue, 1999.
- Yaşın, Mehmet, Işık Merdiven, sayfa: 18, Cem, İstanbul, 1986.
- Yaşın, Mehmet, Adı Kayıplar Listesinde, sayfa: 57, YKY, İstanbul, 1998.
- Yaşın, Mehmet, Diller ve Kültürler Arası Bir Edebiyat İncelemesi: Kıbrıs Şiiri Antolojisi (MÖ 9.-MS 20.yy), sayfa: 92-125, Adam, İstanbul, 2005.
- Deleuze, Gilles and Guattari, Felix, Kafka: Toward a Minor Literature, sayfa: 16-20, University of Minnesota, Minneapolis-Londra, 1994.
- Durrell, Lawrence, Spirit of Place: Letters and Essays on Travel, Faber & Faber, Northampton, 1971; Seferis, George (Yorgos), On the Greek Style: Selected Essays on Poetry & Hellenism, Denise Harvey & Company, Limni Evia, 1992.
- Baybars, Taner, To Catch the Falling Man, Scorpion Press, Lowestoft-Suffolk, 1963; Ayrıca bkz. Eagleton, Terry, kitap tanıtım yazısı, Books & Bookmen, referans: Taner Baybars, Pregnant Shadows, Sidgwick & Jackson, Londra, 1981.
- Hikmet, Nâzım, Selected Poems, çev. Taner Baybars, Cape, Londra, 1967; The Moscow Symphony and Other Poems, çev. Taner Baybars, Carcanet Press, Londra, 1970; The Day Before Tomorrow, çev. Taner Baybars, Carcanet Press, Londra, 1972.
- Yaşın, Mehmet, “Memet Fuat’la Söyleşi...”, Yeni Kıbrıs dergisi, Aralık 1985.
- Baybars, Taner, Seçme Şiirler/Selected Poems: 1947-1997, çev. Mehmet Yaşın, İstanbul, YKY, 1997.
- Yaşın, Mehmet, Poeturka, Adam, İstanbul, 1995.
- Bachelard, Gaston, The Poetics of Space: The Classic Look at How we Experience Intimate Places, sayfa: 3-17, Beacon Press, Boston, 1994.
- Yaşın, Mehmet, Sözverici Koltuğu, sayfa: 16-17, Adam, İstanbul, 1993.
- Calotychos, Vangelis, Modern Greece: A Cultural Poetics, sayfa: 176-189 ve 252-257, Berg, Oxford-New York, 2003; Gourgouris, Stathis, Dream Nation: Enlightenment, Colonization and the Institution of Modern Greece, sayfa: 176-226, Stanford University Press, Sanford-Kaliforniya, 1996; Ayrıca Yorgos Seferis’in şiiri ve Elenizm coğrafyası bağlamında bkz. Leontis, Artemis, Topographies of Hellenism: Mapping the Homeland, sayfa: 125-131 ve 135-166, Cornell Univ. Press, Ithaca-Londra,1995.
- Durrell, Lawrence, The Tree of Idleness, Faber & Faber, (ilk basım), Londra, 1955.
- Seferis, George (Yorgos), Kypros: Mnimi kei Agapi – Me to Fato tou Yorgos Seferi / Cyprus With Photographs by George Seferis, Marfin Laiki Cultural Centre Publications, Lefkoşa, 1990.
- Durrell, Lawrence, Bitter Lemons (of Cyprus), Faber & Faber, Londra, 1992.
- Mas, Jose Ruiz, “Lawrence Durrell in Cyprus: A Philhellene Against Enosis”, Epos, XIX/2003, sayfa: 229-243. (Jose Ruiz Mas, gönderme yapılan yazısının ilk versiyonunu, ‘Centro Asociado la UNED de la Provincia de Jaen’in işbirliğiyle İspanya Granada Üniversitesi’nde, 29 Mayıs-1 Haziran 2002’de düzenlenen ‘Akdeniz İncelemeleri Cemiyeti 5. Yıllık Kongresi’nde, “Enosis and British Travelers in Cyprus During the British Occupation: 1878-1969” başlığıyla sunmuştur.)
- Agy.
- Yaşın, Mehmet, Adı Kayıplar Listesinde, sayfa: 36-37, YKY, İstanbul, 1998.
- Karoulla-Vrikis, Dimitra, “The Language of Greek-Cypriots Today: A Revelation of an Identity Crisis?”, The Cyprus Review, sayfa: 42-58, cilt: 3, sayı: 1, Intercollage, 1991; Papadakis, Yiannis, “On Linguistic Bea(u)tification and Embrrassment: Linguistic Boundaries in Cyprus”, Modern Greek Studies Yearbook, Cilt: 18-19, University of Minnesota, 2002-2003.