1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Edebiyat’ın Büyüsü....Siyaset’in Tüneli...-(*)
Edebiyat’ın Büyüsü....Siyaset’in Tüneli...-(*)

Edebiyat’ın Büyüsü....Siyaset’in Tüneli...-(*)

... görmek istemediğimiz gerçek/ler/in görünür kılınmasını ve nihayet anlam dünyalarımızdaki dönüştürücü etkilere kadar uzanan katkılarını örneklendirerek bir kez daha ortaya koyar

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]                                                     

-Anlatarak yaşamak mı, yaşayarak anlatmak mı..?

Öykücü-Romancı Murat Gülsoy ‘Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık (Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları)’ kitabına  J.Paul Sartre’den şu alıntıyla başlar: “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır..”

Yazma eyleminin labirentlerinde dolaşmaya çıkan ve üstelik oradan hayatın bizim dışımızdaki gerçeklikleri ile, kurgulamanın hâkim olduğu yazın dünyasının kendi gerçeklikleri arasındaki büyülü ilişkiyi çözümlemeye duran yazarın, J.Paul Sartre’den yaptığı bu alıntı acaba bize neyi anlatıyor..? İyisi mi M.Gülsoy’u izlemeye devam edelim:“Bir edebiyatçı için gerçeklik edebiyatın dışındaki her şeydir..İçinde yaşadığımız, zamana bağlı olarak devinen fiziksel dünyadır..Kurmaca ise tüm bu fiziksel dünyanın dışındaki sanatsal etkinliktir; diyebiliriz..En geniş anlamıyla sanat ürünü kurmacadır, gerçek değildir..Ancak, kurmaca yapıtların başarısı da gerçeklik duygusu (ya da yanılsaması diyelim) yaratmadaki ustalıklarına bağlıdır..”

Gerçek(lik) ve kurmaca. Gerçekler ve hayaller. Ara yerde ise edebiyat. (Ve nihayet bütün çeşitliliği ile sanat..)Burada bir parantez açalım ve bir an edebiyatçıyı ve onun dünyasını terkederek bir felesefeciye ve onun dünyasına geçelim: ‘(Nietzsche Açısından) Edebiyat Olarak Hayat’. Bir Nietzsche uzmanı olan Alexander Nehamas, felsefeciliği kimilerine göre tartışılır olsa da Nietzsche’yi okurken, O’nun felsefe ile edebiyat arasında kurduğu yakın ilişkiyi hayranlıkla izler. Hayata yönelik ciddi varoluşsal sorular soran (Güç istemi, ebedi tekerrür, ben’in varoluşu ve doğası, iyi ve kötü, ahlâk vs..) ve hemen her düşünce adamı gibi son kertede gerçek/lik/i (hakikat’i) sorgulayan  Nietzsche’nin bu zor ve karmaşık serüveni son kertede adeta büyük bir edebiyat eseri tadında dile getirmesi,  A.Nehamas’a ‘(Nietzsche Açısından) Edebiyat Olarak Hayat’ isimli dev kitabı yazdırır. Felsefe ile Edebiyat’ın bu büyük buluşması insanın aklına kimi soruları getirmiyor değil. Acaba bu durum raslantısal bir tercih mi, bilinçli bir yöntem mi, yoksa bir zorunluluğun dayatması mı? Öyle ya Nietzsche’nin yazılarında, düşünce dilinin o kendine özgü ağırlığı ve sıkıcılığı, birdenbire ‘çok uslûpluluk’ özelliğinin ve yeteneğinin doruklarda gezindiği (işte Edebiyat) ve okuyanı da kendisiyle beraber sürüklediği çağlayan bir ırmak halini alır. Üstadın sıklıkla hem şair, hem öykücü ve hem de tanımı zor bir anlatı ustası olarak algılanması ve anılması sadece derinlerde gizli edebi bir kimliğin tezahürü olarak ifade edilemez herhalde. Kim bilir Nietzsche’nin ‘çok uslûpluluk’ arayışı ve ısrarı, O’nun ünlü ve tartışmalı, her görüş birçok olası yorum arasından sadece birisidir temelli perspektivizm görüşünün, başka türlü anlatılamaz olmasından kaynaklanmaktadır.Her görüşün bir olasılık olduğu saptaması, daha ilk adımda bu saptamayı yapan görüşün yanılabilir olduğunun kabulu demek olacağından, acaba gerçek(lik) denen  olgunun yanılabilirlik olasılığının (ya da gerçek/lik/in yanılsamayla malûl olması halinin ) ifadesinde nasıl bir dil kullanılmak gerekecek? Yanılabilirlik (ya da yanılsama) aynı anda belirsizliği de içereceğinden, onu  ifadelendirme çabası ister istemez özgün bir dili gereksinmeyecek mi? Yoksa bir uslûp sorunu mu söz konusu?   Nietzsche’nin inanılmaz bir genişlik ve çok katmanlılık içeren  ‘çok uslûpluluk’ arayışı ve bu konudaki müthiş becerisi, ‘dünyaya genelde sanki bir sanat yapıtıymış gibi, özelde ise edebi bir metinmiş gibi ‘  bakması bu yüzünden olmasın sakın. Son dönemlerde çok sık duyulan -ve neredeyse post-modernizm’in amentüsü sayılan-  ‘dünyayı bir metin gibi okumak’ aforizması galiba Nietzsche’den mülhem. Ayrıntısı uzayıp gidecek -ve bizi aşacak olan- Nietzsche yolculuğunu, gerçekliğin yanılsaması ve bunun ifade biçimindeki farklılığı (bence ‘çok uslûpluluk’ tanımlaması bu farklılığı çok iyi anlatıyor)  temel sonucunu çıkararak, işte tam da burada Edebiyat ile Felsefe’nin (düşüncenin) kaçınılmaz bir biçimde kesiştiğini söyleyelim ve tekrar başa dönelim.

-Gerçek/lik/ kendini kolay teslim etmez:

Yazar Murat Gülsoy da, ‘Yaratıcı Yazarlık Seminerleri’ çalışmalarından biriktirdiği bir dizi denemesini topladığı kitabında, yazma serüvenin arka plânında olması gerekenleri ayrıntılı bir biçimde vurgularken ‘dünyayı bir metin olarak okuyan edebiyat geleneğinin izini’ sürer. Edebiyat eserinin kurmaca yanının vazgeçilmezliğinden söz ederken onun gerçek(lik)le olan sıkı ilişkisinin de ısrarla altını çizer. Edebiyatın zihniyet dünyamızda yarattığı özgürleştirici işlevden tutun da, ‘var olan gerçekliğe yeni bir bakış, yeni bir anlam, yeni bir değer yüklemek’ (yani gerçek/lik/i çeşitlendirmek) gibi özelliklerini, görmek istemediğimiz gerçek/ler/in görünür kılınmasını ve nihayet anlam dünyalarımızdaki dönüştürücü etkilere kadar uzanan katkılarını örneklendirerek bir kez daha ortaya koyar. Şimdiye kadar yazılmış ‘bütün büyük romanlar(ın) zaten bildiğimiz, ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğimiz gerçekleri göstermek için’ yazıldığını bizlere yeniden hatırlatır. Edebiyatın hem kendi içimize ve hem de dışımıza çevrilen delici bir göz olduğunu ve bu geniş ve derin bakışın kendi çok boyutlu kurgusal dünyasında, gerçek(lik)in çok boyutlu (ve çoğu zaman fark edemediğimiz) yapısıyla yeniden hemhal olduğunu yazar. Hayallerin ve hayal gücümüzün ustaca yazılmış bir edebiyat eserinde, bizleri gerçek(lik)lerden uzaklaştırmaktan çok o gerçek(lik)lere yönelik çözüm(ler) üretmekte yetenekli kıldığını, edebiyatın böylesi önemli bir gücü ve işlevi olduğunu tekrardan önümüze koyar.

Sadece bunlar mı?  Peki ya dil? O dilin kullanılışı?  Eğer edebiyatın büyük  bir gücü ve işlevi varsa, bunun vazgeçilmez aracının da bu gücü ve işlevi içerecek ve ifade edebilecek zengin bir dili olması gerekecektir. Ve bu gücü bihakkın kullanmak -hikâyeleri anlatmak-  nasıl yazarı dil zengini ve uslûp zengini olmaya zorlayacaksa, bu güçten yararlanmak ve tad almak -bihakkın anlamak ve anlamlandırmak- için okuyucuyu da o dilin öğrenilmesi yönünde zorlayacaktır. ( J.Paul Sartre’nin söylediklerini bir kez daha hatırlayalım: “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır..) Gerek M.Gülsoy’un örneklendirerek zenginleştirdiği, ‘yaratıcı yazarlık’tan hareketle edebiyatla kurduğu ve son kertede yazarla okuyucusu  arasındaki geleneksel ilişkiyi altüst etmeyi hedefleyen çalışmasından; gerekse Nietzsche’nin düşünce dünyasındaki gerçeklik sorgulaması (gerçeklik yanılsaması) ve varoluşsal sorunlar peşinde giderken ‘çok uslûpluluk’ çeşitlemesine dönüştürdüğü serüveninden çıkarsana bilecek sonuç; edebiyatın kurgusal dünyası ile gerçek(lik) arasında kurduğu dinamik ilişki ile, düşüncenin gerçek(lik) ile kurduğu ilişki arasında, gerçek(lik)i yeniden kuran ve yaratan, onu çeşitlendiren ve yeniden anlamlandıran bir etkileşim olduğu ve bu sürecin kendi dışımızdaki gerçek(lik)ler kadar hayallerimizden (hikâyelerimizden) ve de düşüncelerimizden beslendiğidir. Eğer böyle ise, bu ilişki biçimlerinin bireyler olarak hayatlarımıza ve zihniyet dünyalarımıza yansımalarının gündelik hayat içindeki gerçek(lik)lerle yüzleşmeleri ile; bu yansımalardan bağımsız -yani bu ilgileri ve etkileşimleri taşımayan- zihniyet dünyalarımızın gündelik hayat içindeki gerçek(lik)lerle yüzleşmeleri arasında ne gibi farklılıklar olacaktır? Felsefe’nin (düşüncenin) öneminin altını çizerek ve bir başka yazının konusu olduğunu hatırlatıp şimdilik bir kenara bırakarak, şu anki asıl konumuz (edebiyat) gereği şunu soralım: Kendi dışımızdaki gerçek(lik)le, edebiyatın büyülü dünyası üzerinden  yüzleşmekle, bu dünyadan bağımsız (edebiyatsız) doğrudan yüzleşmek nasıl bir algılama ve zihniyet farkı yaratmaktadır?

- Ya tünel yıkılırsa..?

 Genellikle mutlak doğrular ve mutlak gerçeklik algıları üzerinden yürütülen siyaset dünyası bu konuda ilginç bir örnek olsa gerek. Özellikle bizim içinde yaşadığımız siyaset dünyası bu bağlamda galiba daha da çarpıcı bir örnek. Bir an hatırlayalım. Yakın geçmişte gündemimize oturan ‘Annan Plânı ve Avrupa Birliği’siyasal hedefinin,  toplumsal enerjimizin üzerinde yoğunlaştığı ve siyaset dünyamızın da vazgeçilmez argümanı haline geldiği bir süreci başlattığı akıllardadır. Ülke ve toplum geleceği açısından önemli olan ve bir takvim üzerinden ilerleyen bu süreç, ‘Çözüm ve Avrupa Birliği’ hedefinde bir araya gelen ‘Barış Güçleri’ni hareketlendirmiş ve her geçen gün daha da gelişen bu hareket, ülke ve toplum kaderinin değişmesi yönünde maddi bir güç ve etkin bir irade halini alarak ciddi dönüşümlerin de adımlarını atmıştır. Bu o kadar öyle olmuştur ki, siyasi tarihimizde uzun yıllar egemen kılınmış ‘siyasi doğrular’ ve ‘siyasi dil’ neredeyse tümden değişmiştir. Siyasi gerçek(lik)in yeniden algılanışı ve kurgulanışı olarak da kabul edilebilecek olan ve bu anlamda ciddi bir farklılığı da içeren bu süreç adeta bir devrim olarak nitelendirilirken ve bu devrim(!) momentinin ileriye yönelik siyasal yol haritası çizilirken -üstelik geniş kabul gören ve farklı kesimlerce de dile getirilen- ilginç bir benzetme yapılmıştır:  ‘Artık bir tünele girilmiştir..Üstelik tünelin arkası da kapanmıştır..Gidilecek yol bellidir ve bu tünelden çıkış yoktur..’

Siyasi literatürde ‘Tünel Sendromu’ diye nitelendirilen bir tanımlama var. Bu daha çok mutlak ideolojilerin, kendi durdukları yer ile siyasi hedefleri arasında çizdikleri çizgiyi kapsayan ve tek doğru olarak adeta bir tünel biçiminde çizilen bu çizgi üzerinde hareket etmeyi öngören siyasetleri ifade etmektedir ve bu tünel (çizgi), kendi dışındaki dünyayı kapsamaktan uzaktır. Siyaseten doğruların (gerçek/ler/in) kapsama alanlarının ne ve ne kadar oldukları, bu doğrular üzerinden mücadele sürdürmenin haklılığı ya da haksızlığı bir yana; dünyanın fiziki olarak yuvarlaklığından doğan genişliği ile bir tünel içine sıkışmanın çizgisel darlığı ve sınırlılığı arasında geniş bir boşluğun olduğu da çok açıktır. Dahası gerçek(lik)in çok boyutluluğu ile düz bir hat üzerinde ilerleyen tünel’in tek boyutluluğu arasında da, gerçek(lik)i kucaklamak yönünden ciddi bir yetersizlik olacağı ortadadır ve bu boşluk hayallerimizden zihniyet dünyalarımıza kadar da yansıyacaktır. Bir başka sıkıntı ise tünel’in sadece kendisiyle sınırlı dilinin -tek boyutlu- anlatım gücü ile bu tünelin dışında kalan dünyanın çeşitliliğinin ve genişliğinin (çok boyutluluğunun) nasıl örtüşebileceğidir. Biraz dikkat edildiği zaman, bir tünel içine sıkışan siyasetin temcit pilavı gibi tekrarlanan sloganlardan öteye gidemediği ve gitmek bir yana bu tünel içinde kalanları da birbirlerine benzeştirdiği, son kertede farklı hiçbir şeyin söylenmediği (siyasetçilerimizi ve siyasal söylemlerimizi bir hatırlayalım), büyük oranda tekrarlarla sınırlı ciddi bir sığlığa neden olduğu kolaylıkla ayırt edilebilecektir.

-Sonun yeni başlangıçlara dönüştüğü buluşma yeri:

Şimdilik burada duralım. İnsan olarak sınırlı ömürlerimizle sınırsız hayallerimiz arasında yaşadığımız sıkışıklık, ölüm karşısındaki beyhudeliği bilinse de, bizleri ölümsüzlük arayışından alıkoymuyor. Ölümsüzlüğe doğru bu bitmeyen arayış, kendi gerçek(ler)imizin sınırlılığı ile hayallerimizin sınırsızlığının buluştuğu yerde bizler için bir teselli olabiliyor ancak. Yaşadıklarımızın yetersizliğini ve sıkıcılığını, yaşayamadıklarımızın (ama hep hayal ettiklerimizin) kendimize dair hikâyeleri ve bu hikâyelerin özel dili ile çeşitlendirilerek  anlatıldığı ( ve bizim de onları başkalarına anlattığımız) yerlerde, başka ve muhtemel gerçekler (kimbilir yanılsamalar) olarak yeniden yaşıyoruz ve düşünüyoruz. Bizi ölümlü olmaktan ölümsüzlüğe doğru götüren, dar tünellerin (ve o tünelin anlam fukarası dillerinin) esaretinden çıkarıp geniş ufukların hayallerine ve özgürlüğüne götüren ve son kertede sınırlı hayatlarımıza çok boyutlu bir güç olarak geri dönen ve bu nedenle de büyülü olan büyük buluşma yerimiz işte burası.

Önce, sonra, üstte, altta, ayrı ayrı ya da birlikte; nasıl olacağına dair seçim bizim elimizde: İşte edebiyatın büyülü dünyası... İşte siyasetin tüneli…


(*) Bu yazı ilk kez 2003 tarihinde ‘Annan Planı’ sürecinin yaşandığı dönemde, Afrika Pazar Eki’nde yayınlanmıştır.

 

   

 

Bu haber toplam 2357 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 480. Sayısı

Gaile 480. Sayısı