1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. edep(-li/-siz)edip-edebiyat / “öykü”nmeci bir deneme…
edep(-li/-siz)edip-edebiyat / “öykü”nmeci bir deneme…

edep(-li/-siz)edip-edebiyat / “öykü”nmeci bir deneme…

edep(-li/-siz)edip-edebiyat / “öykü”nmeci bir deneme…

A+A-


Ahmet Yıkık
[email protected]

‘Cüretkâr şair / yazar’la, Dereboyu’ndaki bir mekânda (eskilerin deyimiyle ‘kahvehane’de) buluşmuş, bir yandan kahvelerini yudumlarken bir yandan da Kıbrıslı Türk edebiyatına ilişkin, bir saatlik sürenin verdiği sınırlılık hissinin kuşatılmışlığına meydan okurmuşçasına, birçok konuya değinmekteydiler (16.12.2013). Zaman zaman, adanın güneyindeki Kıbrıslı Rum edebiyatçıları/edebiyatına dair mukayeselere bile varıyordu sözlerinin ucu. Hatta İngiliz dilinde yazan Kıbrıslılara… İşte, bu yazının ortaya çıkışı ve başlığının belirlenişine giden yolda ilk adım böylece atılmış oldu…
Derken ertesi gün Lefkoşa’nın Mesarya çıkışındaki bir üniversitede Kıbrıs Türk öykücülüğünün son yirmi beş yılına dair bir panel yapılacağını duyuyor, aynı zamanda öykücü de olan arkadaşından, ve böylece kendini oradaki paneli bizzat ‘izzz’lerken buluyor. Panelin moderatörü, üniversitenin, yüzü Türkçe edebiyata dönük bölümünün başkanı –soyadı, limon rengi ve –yükseklerde uçan - bir tür yırtıcı kuş isminin birleşmesinden oluşmuş bir ‘birleşik ad’ olan- profesör söze başlıyor: Öykü türünün kökeninin, Âdem ile Havva hikâyesine uzandığına dair varsayımı dillendiriyor önce. Başlangıçta, öykülerin daha hacimli oluşlarından, fakat, günümüzde, öyküde, kısalma eğilimleri görülmesinden ve daha birçok şeyden dem vuruyor… O, bir yandan profesörün söylediklerine kulak verirken, diğer yandan -nadiren de olsa- Kıbrıs’ta yaşadığını duyduğu, dağların zirvelerinde yuva kuran ve tüm bölgeye hâkim olabilecek şekilde gökyüzünde süzülen söz konusu yırtıcı kuşun, sarı renklisinin var olup olmadığını tahayyül ediyor/düşünüyor…

O sırada moderatör, on beşer dakikalık konuşma haklarının olduğunu belirterek, sözü önce dört Kıbrıslı Türk edipten(edebiyatçıdan) en yaşlısına veriyor. Sıkıcı, çok gelenekçi yoksa edepli mi diye kararsız kalıyor nitelendirmekte ‘komut’vari tercihini moderatörün… 1937 doğumlu edibin, mazide kalan  - ya da emekli olduktan sonra da taşımaya devam ettiği - öğretmen kimliğini dışa vuran bir üslûpla söylediklerinden, şunlar kalıyor aklında:

“1974 sonrası göç, yeni sorunları… Kıbrıslı Türklerin hayatı değişti. Yeni bir düzen kurmak zorunda kaldılar. Sosyal, ekonomik, politik kurumsallaşma süreci yaşandı, yaşanmakta… Tüm bunlar öyküde işlenen temalar arasında yerini aldı. (…) 2000-2013 döneminde, ben(1937 Bey) daha çok toplumu gözlemleyerek, toplum ne anlatıyor, sorusuna yanıtlar arayarak öyküler yazıyorum…”

Derken söz hakkı 1969 Bey’e geçiyor. Kıbrıslı Türk öykücülüğünün bulunduğu noktaya ve Kıbrıslı Türk öykücülerine dair birçok cüretkâr eleştiriler de barındıran bir konuşma olduğunu fark eder etmez, aklında gezinen, türlü türlü düşünceler/hayallerle olan ilişkisine, hemen o anda son verme gereği duyuyor. 1969 Bey’in konuşmasından özetlediği, şunları paylaşmakta karar kılıyor, okuyucularıyla bu satırların:

“Kıbrıslı Türk edebiyatında öykü neden cılız kaldı sorusuna karşılık olarak… (…) Peki şiire bu kadar yakınken, hatta kökü şiirken neden gelişmedi öykü, romandan bile daha geride kaldı. Bir kere tarihte, öykücü, öykü yazarı diye ortaya çıkanlar sorumluluklarını yerine getirmedi, ama bence bundan daha da önemlisi, genel olarak öykünün, sanki şiirle romanın arasında kalmış bir türmüş gibi görülmesi, küçümsenmesidir. Kısaca öykünün ne olduğunun yeterince bilinmemesi veya öykü yazarlarının bile öyküyü gerektiği kadar ciddiye almamaları, kendilerini bu işe adamamaları. Her şeyden öte öyküyü bir amaç değil de araç olarak görmeleridir… (…) Burada bir parantez açıp, Kıbrıs’ta Rumca yazılan öyküyle ilgili bir cümle söylemek istiyorum. Güney Kıbrıs’ta, şiirin ve romanın durumu az çok Kuzey ile aynı ama orada yazılan öykünün bir geleneği var ve kurumsallaşmış durumda.  

Onunla ilgili yazdığım, “Akdenizli Bir Larva: 1937 Bey’in Öykücülüğü” adlı yazımın son paragrafında şöyle diyorum: “Özetle ve son olarak şunu söylemek isterim ki, 1937 Bey’in şiirlerinden çok öyküleri etkiledi beni ve inanıyorum ki, yine şiirlerinden çok, öyküleriyle katkıda bulunuyor Kıbrıslıtürk edebiyatına.”
Ve şimdi burada tanık olduğunuz gibi arkasından değil önünde söylüyorum bunu.

1937 Bey’in isminin yanında Nilgün Güney ve Özden Selenge isimlerini yazabilirim. (…) Ayrıca son on yıllık dönemde öykü kitaplarını yayımlayan Emre İleri, Edip 1973,  Edip 1979 ve ilk kitabını yayımlamak üzere olan Mehmet Arap, yeni kuşak öykücülerin önde gelenleridir.

Çok-dilliliği önemsediğim için, öykülerini Kıbrıs’ın yine resmi dillerinde biri olan İngilizce dilinde yazan ve “Forbidden Zones” adlı ikinci öykü kitabı geçen ay Londra’da çıkan Aydın Mehmet Ali’nin adını da anmadan geçmek istemiyorum.  

Dünyada, özellikle Batı’da gittikçe yaygınlaşan minimal öykü ile ilgili de bir şeyler söylemek istiyorum. Anlatmaktan çok anlamlandıran, dramatik yapıyı bozan ve deneyselliğe daha açık olan; kısa kısa öykü, çok kısa öykü, kıpkısa öykü veya kısacıklar da denilen minimal öykünün başarılı örnekleri çok azdır Kıbrıslı Türk edebiyatında.”

Burada, vicdanı, onu bir itirafta bulunmaya zorluyor: 1969 Bey’in metnini, email yoluyla önceden temin ettiğinden, “kes yapıştır” yaparak sana ulaştırıyor, sevgili okur. Zira, zihninde dur durak bilmeden devam eden yolculukların, bu yazının yazarının, 1969 Bey’in söylediklerini, bu denli düzgün duyma/algılama/hatırlama…sına imkân vermiyor ya da en azından, o, öyle bir bahaneye sığınarak işin kolayına kaçıyor ve böylece ‘edep’sizliğini örtbas etme girişiminde bulunuyor.

O sırada on beş dakikalık ‘kuşatılmışlık’ deneyimini yaşama sırası 1973 Bey’e geliyor. Fakat, işte tam bu sırada sevgili okur, yazının gidişatını monotonluktan kurtarmak bahanesiyle bir değişiklik yaptığına tanık olacaksın, kendisini o diye takdim eden ‘ben’im. Çünkü 1973 Bey’in Yastık Altı Gülkurusu (2012) adlı öykü kitabına dair birkaç söz etmekten alıkoyamayacağım kendimi. Öncelikle, kitabın, adından, ön kapağında kullanılan gül resminden ve yine, ön kapağında 1973 Bey’in adının pembe(gül kurusu) renkte yazılmasından hiç hazzetmedim. Bende, ‘abartılı’ bir romantizme kaçıldığı intibaını uyandırdı tüm bu detaylar. Bu nedenle, uzunca bir süre, itici bulduğum ön kapak yüzünden, Lefkoşa’daki Polis Sokağı’ndaki kitapçıya her gidişimde, gözüme çarpan bu kitabı almamakta inat ettim, direndim; ta ki bir gün bu inadımı kırıp kendimi kitaptaki öykülerin kurgu dünyasında özgür bırakana kadar… Kitaptaki öykülerin kurgularının sağlam olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi. Belli ki titiz çalışan bir yazar adayıyla karşı karşıyaydım. (1973 Bey’i “yazar” olarak nitelendirmek henüz erken bence. Çünkü, kalıcı olup olmayacağını, sonraki kitap/kitaplarındaki başarı düzeyinin belirleyeceği kanısındayım.) Özellikle, tasvirlerdeki başarısı hemen gözüme çarptı. Sanırım, fotoğraf sanatına olan ilgisi, kurgulamadaki titizliği ve -tabii ki-yeteneğiyle birleşince, ortaya çok canlı, yer yer sinematografik, kısacası oldukça başarılı tasvirler çıkmıştı. Bazı öykülerinde, bazen Binbir Gece Öyküleri’ne özgü çerçeve hikâye tekniğini(hikâye içinde başka bir hikâye anlatma), bazense postmodernizmin üstkurmaca (öykünün nasıl yazıldığına ya da metnin bir kurmaca olduğuna dair ipuçları verme, metnin bir kurgu/oyun olduğunu ifşa etme…) özelliğini başarılı bir şekilde kullanması, edebi anlamda beni bayağı bir tatmin etti.  Bu arada, unutmadan, sevgili okur, kitapta yer alan öykülerden biri olan “Beyaz Köpüklerde Bir Yansıma” adlı öyküsü, 1973 Bey’in yüksek başarı düzeyini yakaladığı öykülerinden bir tanesi olarak dikkate şayandır. Öykünün arka fonunu, İngiliz döneminde, Lefkoşa’nın çok kültürlü/etnikli tarihi dokusu oluşturur. Ancak, kanımca, öyküyü çok başarılı bir öykü kılan esas ayrıntı, öyküde olay örgüsünün üç ayrı anlatıcı tarafından ustaca aktarılmış olmasından ileri gelmektedir. Söz konusu öykü;  hem ‘yazar anlatıcı’ tarafından ‘O / üçüncü tekil kişi’ dili, hem öykünün ‘başkarakteri’ tarafından ‘Ben / birinci tekil kişi’ dili kullanılarak düz yazı formunda, hem de ozan/şair anlatıcı tarafından şiir formunda aktarılmaktadır. Öyküde, İtalyan tüccar Kostanza ile Rum kızı Anastasia’nın trajik aşk hikâyeleri estetizm yüklü bir dille sunulmaktadır. Belki ilgi duyarsın diye sevgili okur…

Derken son olarak sözü 1979 Bey alıyor bu sefer.  Panelin sonuna doğru dikkatini toplamakta oldukça zorlandığından, o, 1979 Bey’in sözlerini takip etmekte bayağı bir zorlanıyor. Yine de aşağıdakileri size aktarabilecek kadar bir şeyler kalıyor aklında:
“Öykü yazarken ya da yazmadan önce, araştırma yapmak ve birçok alanda bilgi sahibi olmak, öykü yazarken elzemdir (…) Farklı sanat dallarının birbirini beslediğine inanmaktayım. Ben(1979 Bey), Zamanın Aşkı (2012) kitabımdaki öykülerimi yazarken müzik, resim, tiyatro, sinema vb. sanat dallarından yararlandım. Ayrıca tasavvuf (…)”
O sırada edipler konuşmalarını tamamlar tamamlamaz, moderatör devreye giriyor tekrardan. Önce 1937 Bey’den – moderatör tarafından belirlenen – bir öyküsünü okuması isteniyor. 1937 Bey de kendisinden isteneni nazikçe yerine getiriyor. (Burada o, “isim hafızası”nın çok zayıf olmasından mütevellit bir teknik sorundan dolayı, 1937 Bey’in okuduğu öykünün adını anımsayamadığından, üzülerek, sana bu konuda bilgi veremiyor, sevgili okur.) Ardından, 1969 Bey’den, -yine moderatör tarafından belirlenen- “Salyangoz” adlı minimal öyküsünü okuması isteniyor. Bu yazının yazarı, o, doğrusu moderatörün bu tutumunu biraz ‘edep’siz buluyor. 1969 Bey’in, bu durumdan, biraz (belki birazdan da çok!..) rahatsız olduğunu yüz ifadesinden okuyabiliyor. Nezaketini bozmadan, aslında panelde okumak için, kendisinin önceden başka bir öyküsünü seçmiş olduğuna vurgu yaptıktan sonra, moderatörün seçtiği öyküyü okuyuveriyor bir çırpıda.

Derken tam da öykü okuma sırası 1973 Bey’e geçecekken beklenmedik bir hamlede bulunuyor, 1969 Bey. Kendisinin ayrıca, panele gelmeden önce, panelde okumayı tasarladığı öyküsünü de orada ve o anda okumayı arzu ettiği mealinde birkaç söz sarf ediyor.  Yüzünde muzipçe bir tebessüm belirirken, orada bulunan herkesin yüzünün kızardığını görmek istediğini de ilave etmekte gecikmiyor.  Birden moderatörün yüz ifadesi değişiyor, kontrolü elinden yitirdiğini fark etmesinden olacak, endişesini haykıran gözlerle suskun suskun başını öne eğiyor…. Salonda bulunan çoğunluğu üniversite öğrencilerinden oluşan kalabalık, şaşırmış bir vaziyette ve merakla 1969 Bey’in okumaya başladığı ‘edepsiz’(?) öyküye kulak kesiliyorlar. Çok geçmeden, öğrenciler arasındaki gülüşmeleri işiten ben, karşımda oturan ve renk vermemeye çabalayan moderatör profesörün aksine; sağımda-solumda, önümde-arkamda oturan tüm dinleyicilerin yüzlerinin gerçekten de kızardığına tanık oluyorum, büyük bir keyifle… Doğrusu cüretkâr edipten böyle bir çıkış beklemiyordum dersem yalan olurdu, sevgili okur. Evet, bana yüz kızartıcı öykünün adını sorduğunu duyar gibi oluyorum. Bunu sana söylememi beklemiyorsun herhalde, değil mi sevgili okur? Teessüf ederim, yoksa benim, o denli edepsiz olabileceğim fikrine mi kapıldın, bir ân için!.. Kusura bakma ama, eğer hâlâ Sırkıran (2013) kitabını okumamışsan, ‘edepsiz’ sıfatı sana daha çok layık gibi geliyor bana. Yok, eğer zaten söz konusu öykü kitabını okumuşsan, o zaman durum değişir. Çünkü, “edep, edepli, edepsiz” gibi safsatalarla vakit kaybedecek kadar ‘zaman müsrifi’ olma ihtimalin ortadan kalkmıştır artık. Zira, kitabı bitirdikten sonra da devam ediyorsundur sen, sevgili okur, edebi yolculuğuna anlatıcı ve karakterleriyle “baş-kal-dı-ran” öykülerin.  Yeni yılda da “senisenolarakvarolmaktan” alıkoyan her türlü tabuyu alt etmek adına koşulan “maraton” kolay kolay kat edilecek gibi görünmese de, sevgili okur, sen(ve edebiyat) yılmaksızın yine hep ileri!..

Bu haber toplam 1766 defa okunmuştur
Gaile 248. Sayısı

Gaile 248. Sayısı