Efsane, tarih ve bereket PUGLİA
Efsane, tarih ve bereket PUGLİA
Tamer Öncül
EKİN GÜNDEMİ
[email protected]
Geçen haftaki köşe yazımda bahsetmiştim Güney İtalya gezimizden. O sıcak kanlı insanların diyarını biraz daha tanıtmak istedim size…
Üniversite yıllarından arkadaşımız Zekiye Yücel’in (Discovery Collection adlı Londrada bir turizm şirketinin manegeridir) organize ettiği İtalya’nın topuğunu kapsayan sekiz günlük bu gezimizde Kıbrıs ve anılar peşimizi bırakmasa da başka bir Akdeniz “yarımadası”nda olup bitene daha çok kaptırdık kendimizi…
İtalya’nın “topuğunda” ilk durağımız, şirin bir kasaba olan Conversano, Bari’ye yarım saat mesafede. Havaalanından, oraya gidene dek gördüğümüz manzara insanların ne kadar çalışkan; toprağın ne kadar verimli olduğunu gösteriyor bize (başlıca gelir kaynağı tarım. Balıkçılık, turizm ve sanayi de gelişmektedir)… Göz alabildiğine bakımlı zeytin, kiraz, üzüm, patates, soğan, buğday vb. tarlaları, çoğunlukla kırmızı toprak… Soğuk seven kirazla babutsanın yan yana olması; bizde çoktan kurumuş horoz lalelerinin sarı papatyalarla oluşturduğu renk cümbüşü, iklim ve zıtlıklar hakkında (o kadar zeytin ağacının olduğu ülkede sofraya zeytin getirilmemesi gibi) şaşırtıcı ipuçları sunuyor size…
‘BİZİM EV’
Geniş bir meydana açılan daracık taş sokaklarda, eski taş binalardan yaratılmış “ekolojik ödüllü” (dört yıldızlı) konaklama tesisimiz “Corte Altavilla” mobilyasından, mimarisine kadar eski köy evlerimizi hatırlatıyor bize… Zemindeki (nenelerimizin evinde, silindikçe parlayan beyaz mermere benzer) eski taş döşeme; namsiyeli demir karyola; taş kemerler ve hasır sandalyeleriyle, oldukça bakımlı bir köy evini andıran bu binaya “otel” demek haksızlık olur. Bu yüzden “EV” diye söz edeceğim, yazı boyunca…
“Bizim EV’in avlusu!”
Odalara yerleştikten sonra bir “Hoşgeldiniz Masası” karşılıyor bizi… Çakıstes, şarap ve yöreye özgü (küçük tuzlu kurabiye gibi) zeytinyağlı taralliler... Davete kayıtsız kalmak, ev sahibine ayıp olur ya; masayı iyice bir temizleyip; (serin bir akşamüstünde)çevreyi keşfe çıkıyoruz.
Taş duvarlarla çevrili, tipik, dar “Kaleiçi” sokaklarından geçip; bölgenin en önemli katedrallerinden ikisinin bulunduğu meydana çıkıyoruz… Her biri 1000 yıllık bu katedrallerin birinin avlusu (St. Benedict) eski Roma dönemi kalıntılarının üstüne inşa edilmiş… Zemin katında, bu kalıntıların sergilendiği küçük bir arkeoloji müzesi bulunan katedralde ilk düğün törenimize rastlıyoruz (hafta arası olmasına karşın her gittiğimiz şehirde en az bir düğüne denk geliyoruz).
TRULLOLAR
Gezi boyunca, (Antik çağdan bu yana) bölgeye Puglia(pulya) denmesinin, bizim pulya kuşuyla ilgisi olup olmadığını sorup durdum ama bunu doğrulayacak bir yanıt alamadım.
Magna Graecia döneminin muhteşem eserlerinin olduğu Puglia’da attığınız her adımda tarih, arkeoloji ve mimari (romanesk katedraller, kale kentler, ortaçağ kemerleri, barok binalar, arkeolojik/zeolojik kalıntılar vd.) sizi kucaklamaya hazırdır… Bölgenin tarihinin M.Ö. 3000 yılına dayandığını öğrendiğimde (ve o tarihin izlerini gezip gördükçe), ev sahibimizin “bizim için tarih her şeydir.” sözlerinin haklılığını daha iyi anlayacaktım. İspanyollar’ı saymazsak Kıbrıs’tan geçen medeniyetlerin bir çoğu (Romalılar, Yunanlar, Fransızlar ve Bizanslılar başta olamak üzere) derin izler bırakmışlar oralarda… İkinci gün ziyaret ettiğimiz “masal diyarı” Alberobello da bu tarihin ürünü… Napolyon istilasında, toplanan “Dam Vergisi”nden kurtulmak için, yöre halkı tarafından geliştirilen “trullo” isimli taş kulübecikler yöreye damgasını vurmuş adeta… Genellikle çember şeklinde olan kulübeler, 1.5 metre kadar taş duvarın üzerine, kubbe şeklinde dizilen (harçsız) plaka taşlardan oluşuyor… Vergicilerin yola çıktığını duyan yöre halkı, Dam’ı tutan “kilit taşını” yerinden çıkardıkları anda, bütün kubbe çöküyor; köy yerine, bir “harabe” ile karşılaşan Napolyon vergicileri, geriye eli boş dönüyorlarmış…
Restore edilip turistik kafe, dükkan ve pansiyona dönüştürülen Turulliler’den, oluşan o “masal köyü”e adeta koşarak gittik.
UNESCO Dünya Mirası listesinde koruma altına alınan Alberobello’nun ardından, “Beyaz Şehir” diye de anılan Ostuni’ye kırıyoruz dümeni… Zeytin, incir, badem, ağaçları ve bağlar arasında kıvrılan yol (bizim asfaltlar kadar kötü) bittiği an (denizden hızla yükselen yalçın kayalıkların üstüne kurulmuş;, adına yakışır beyazlıkta) bir “Kale şehir” karşılıyor bizi…
2600 yıllık tarihin korunması, belli ki, deniz seviyesinden 229 metre yüksekliğinde bir tepede kurulmuş olması ve yüksek surları sayesinde (bunlara, “tarih bilincine” sahip insanları da katmak gerek) başarılmış.
Özgürlük Meydanındaki devasa sanatsal anıt ve gotik kiliseler dışındaki yapıların tümünün beyaza boyanmış olmasının kökeninde (başta, 17. yy’da ortalığı kasıp kavuran Veba) salgın hastalıklara karşı yapılan kireç badananın olması şaşırtıcı değil. Eski bisikletler, otantik saksılar, oymalı büyük ahşap kapılar, sanat eseri motiflerle bezenmiş kemerler, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar, sizi bir masal alemine taşımak için dizayn edilmiş izlenimi veriyor.
Ostuni, kayalara çarpıp yükselen dalgaların köpüğü gibi, bembeyaz…
KARAKIZ BENZERİ KAYALIKLAR
Günün son durağı Polignano a Mare. U şeklinde, mağralarla dolu yüksek kayalıkların üzerine kurulmuş bir başka “kale şehir”. Modern sayılabilecek bina ve caddelerden kıyıya yanaştıkça sokaklar daralıp; meydanlar genişliyor. Kaleiçine girmeden önce, bölgenin ünlü bir dondurmacısında soluklanıyoruz önce… Cafe/dondurmacı’nın hemen karşısında, yüksek bir kemerden geçip Kaleiçi’ne giriyoruz. Geniş bir meydandan (çoğu meydanda olduğu gibi devasa bir Katetralin önünden geçıp) dar sokaklara dalıyoruz… Dar sokakların sonunda müthiş bir manzara karşılıyor bizi…
Neden Askeri bölge olduğunu bir türlü anlayamadığım “Karakız” bölgesini 1974 öncesinden hatırlayanlara yabancı olmayan bir kayalık görünümü var burada; Kayalıkların üzerinde beyaz evler… Deniz’e yürüyerek ulaşabileceğiniz tek nokta, Kalekentin doğusunda uzanan bir vadi ile olası… 80-90 metre derinlikte, iki yanı kale duvarı gibi dik kayalıkların arasında, çakıllı küçük bir plaj güneşlenen insanlarla dolu…
İlk ve son gün öğle yemeklerini Polignano’nun ünlü balık restoranlarında aldığımızı da hatırlatmak istiyorum; çünkü yörenin en ünlü deniz ürünleri restoranları burada.
Dar sokakların sonunda karşımıza çıkan müthiş manzara.
İkinci (gezi) gününün ilk durağı Puglia’nın başkenti Bari. Sıcak kanlı, yardımsever insanları, 40 yıllık dost gibi karşılıyor sizi. Bari Vecchia denen şehrin eski bölgesindeki insanlar, daracık sokaklarda sandalyelerini, tezgahlarını taşın serinliğine atıp (çoğu makarına) üretimleriyle sohbetlerini birlikte sürdürüyorlar… Önlerinde hamur değil de mulihiya demeti olsa, kendinizi Kıbrıs’ta sanmanız işten değil… Yol (Roma mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Aziz Nicolas bazilikası. Orada da bir düğün bekliyor bizi) sorduğumuz adam, İtalyanca konuşurken bizim yabancı olduğumuzu düşünmüyor bile. Yine de tam olarak anladığımızdan emin olamadığı için, bizimle gideceğimiz yere kadar yürüyüp (bu arada İtalyanca bir şeyler anlatmaya devam ediyor) bize eşlik ediyor. İki yıl önce gittiğim Kuzey İtalya’nın (Venedik, Verona, Padova) insanlarıyla kıyaslanmayacak kadar dost canlısı, neşeli insanlar bu bölgenin karakteristiğini yansıtıyor. İnsanlarının bu yapısı, Kalesi ve küçük limanıyla birleşince kendinizi Girne’de sanmanız için yeter de artar bile.
Burası, Girne limanı değil, Bari…..
MAFYANIN KORUMASINDA FUHUŞ
Bari turumuzun ardından, minübüsümüz tepelere doğru tırmanışa geçiyor… Yol kavşaklarında müşteri(!) bekleyen Afrikalı kadınların rahat tavırlarının nedenini soruyorum şöförümüze; “mafya’nın korumasında bu işi yapıyorlar, o yüzden” dedi. Bağların, buğday ve patates tarlalarının, zeytinliklerin yanından geçip dar, bükümlü bir yola sapıyoruz Yukarı tırmandıkça doğa daha da zenginleşiyor. En tepede, horoz laleleri, papatyalar, zeytin ve çam ağaçları arasından yükselen, Puglia’nın önemli sembollerinden biri olan Castel del Monte (Monte Kalesi) karşılıyor bizi. Sekizgen mimarisi, estetik ve denge üzerine kurulmuş bu müthiş yapı 13. Yy.da II. Frederick tarafından yaptırılmış. UNESCO Dünya Miras Listesinde bulunan kale, şu anda bir müze olarak kullanılıyor…
Sanat eserlerinin ve tarihi panoların sergilendiği kale, belli ki askeri amaçlarının yanı sıra bir “kültür sarayı” gibi kullanılmış, yapıldığı günden itibaren…
Kaleden ayrıldıktan sonra, daracık bir köy yolundan öğle yemeğini alacağımız “Tenuta Tannoja” çiftliğine gidiyoruz. Yöresel yemekleri, otantik dizaynı ile pek çok turisti ağırlayan bir aile işletmesi burası…
Şaraplar dahil sofraya gelen çoğu yiyecek kendi üretimleri. Taş duvarlar, bölgeye ait armalar, eski tarım, hayvancılık ve mutfak araç gereçleri ile süslenmiş. Hasır sandalyeler, tahta masalar ve bize yabancı olmayan, dama desenli örtüleriyle nenelerimizin köyünde hissediyoruz kendimizi.
Castel de Monte
Haftaya, Matera, Trani, Lecce vd. devam….