Eğitimde Eşitsizlik Üzerine Bazı Gözlemler
İnsanlar eğitim yoluyla sınıf atlayabileceklerine inandılar. İnandırıldılar. Dolayısıyla akademik başarı, hayat başarısına giden bir yol gibi algılanmaya başlandı
Fatma Türkoğlu
[email protected]
Ne hakkında konuşacağımı anlatmadan önce, ne hakkında konuşmayacağımı söylemek istiyorum. Aile-eğitim ilişkisi üzerine geniş bir literatür bulunmakta, jenerasyonlar arası eğitimin aktarılmasından tutun da ailenin ekonomik durumunun çocuklarının eğitimine etkisini araştıran akademik pek çok çalışma mevcut. Bunun yanında, sosyal mecralarda da sıkça gündeme getirilen ve aktarılan bir mesele bu. Özellikle son zamanlarda buna COVID-19 dolayısıyla eklenen ve uzaktan eğitimin dezavantajlı öğrenciler için olumsuz etkilerini araştıran makaleler de eklenmekte. Bu yazının konusu ne eğitim eşitsizliği üzerine oluşturulan literatürdür ne de COVID 19’un yarattığı olumsuz etkilerdir. Tabii ki bu gibi konularda yapılan araştırmalar genellikle bizi ailenin eğitim düzeyinin, çocuklarının eğitim düzeyini etkilediği, maddi gücün çocuğun geleceğini rahatlıkla olumlu yönde şekillendirdiği ve bu döngünün dışına çıkmanın çok da kolay olmadığı sonucuna ulaştırıyor. Esas meseleyi tartışmadan önce bunun altını çizmem gerekiyor.
Esasen benim ele almak istediğim konu, ortaokul ve lise eğitimim boyunca arkadaşlarımda, kendimde, konuştuğum kişilerde gözlemlediğim ve yukarıda belirttiğim araştırmalara ancak veri olarak sunulabilecek bazı olayların aktarımıdır. Bunları aktarmamın bana düşman kazandırma ihtimalini de bir yana bırakarak, sağduyuyla, bunca yıldır gözlemleyip içime attığım adaletsiz uygulamaları ileride yapılacak araştırmalarda belki kullanılması ihtimaliyle ve belki farkındalık da yaratması için paylaşmak istiyorum. Bir yandan para ile doktora tezleri yazdırılırken anlatacaklarımın masum kaldığının farkındayım, öte yandan da bu adaletsiz sistemden ötürü gördüklerimi bir gün mutlaka yazacağıma kendime söz vermiş olmamdan dolayı derin bir iç rahatlaması yaşayacağım. Belki de bazen herkesin bilip de kimsenin konuşmadığını gündeme getirmek gerekiyordur. Bu bağlamda üç ana başlığı ele alacağım:
1. Devlet okullarında öğretmen olan kişilerin kendi öğrencilerine özel ders vermeleri.
2. Özel ders veren öğretmenlerin sınıfta ders anlatmaması.
3. Para ile not satın alma gibi durumların yaşanması ve tüm bunların ortaeğitim düzeyinde eğitim veren okullarda yaşanması.
Bunu yaparken de toplumda gözlemlediğim “zeki olma” aşkıyla birlikte konuyu ele almak istiyorum. Zeki olma aşkıyla kastettiğim, çoğu zaman akademik başarının arkasındaki esas faktör olan çalışmanın yok sayılarak, akademik başarının sadece “zekâ”ya ve kişisel yeteneklere atfedilmesidir. İnsanların içine doğdukları aileler, ailelerin getirdiği psikolojik zorluklar, maddi zorluklar, akran zorbalıklarının yarattığı psikolojik etki ve insanı etkileyen her şey yok sayılarak bir sınavın sonucu, sadece bir kişinin zekâsının yüksekliğine bağlanmak isteniyor ve bu da çoğunlukla kişinin kendisi veya ailesi tarafından yapılıyor. Bir yerde akademik başarı, zekânın ölçütüymüş gibi değer görüyor. Akademik başarısı düşük insanların, geniş bir kesim tarafından yeterince zeki olmadığı varsayılıyor. Varsayılmasa bile böyle hissetmeleri isteniyor. Dolayısıyla iki ayrı sorun ortaya çıkıyor. İlk olarak ortaeğitime devam eden aynı okul ve sınıfın öğrencileri arasında geniş bir eşitsizlik, onlara ders veren öğretmenleri tarafından yaratılırken diğer yandan da çalıştıkları hâlde başaramadıkları için, yeterince zeki olmadıkları alt metinlerle sürekli önlerine sunuluyor. Dehşet bir rekabet ortamı yaratılıp bu ortamda psikolojik baskı altında kelimenin gerçek anlamıyla yoksul, dezavantajlı veya göreceli olarak ilgisiz ailelerden gelen öğrenciler “ağlatılıyor”. Hatta böyle bir ortamda çalışmak gibi erdemler küçümseniyor. Çalışarak başaran insanlar sanki “zeki” insanlar kadar başarmayı hak etmiyormuş gibi bir algı yayılıyor. Bu bence çok tehlikeli bir durum.
Konuyu tartışmaya başlamadan önce şu soruyu da sormuş olayım. Peki zekâ ile başarı arasında gerçekten bir korelasyon var mıdır? Bu konuda da farklı görüşler ve farklı araştırmalar mevcut. Bunları tartışmak da bu yazının amaçlarını aşar. Fakat her şeyden önce zekâ, objektif olarak ölçülebilecek bir şey değil. Farklı kişilerce farklı tanımlanacak bir kavramdan söz ediyoruz zekâdan konuşurken. Üzerine geliştirilen teoriler yıldan yıla değişmekte. Farklı türleri olduğu kadar belirli türleri üzerine yapılan ölçümler de her zaman kabul görmemektedir. Neticede zekâ testleri, dolaylı ölçümler ve fiziksel veya materyal temellere dayanmadıklarından; maddelerinin ağırlığını, miktarını, ısısını ölçmeye benzedikleri söylenemez. Zekânın hatasız ölçülebileceği varsayılsa bile, zekâ, ailenin eğitim düzeyinin, çocuğun beslenmesinin, psikolojik olarak sağlıklı bir ortamda bulunmasının da etkisiyle yükselebilir. Dolayısıyla bu da bizi başladığımız noktaya götürüyor. Yani ailenin çocuğun başarısı üzerindeki etkisine...
Konuya dönecek olursam, içinde bulunduğumuz koşullarda eğitimde fırsat eşitliğinin yakalanabileceğine inanmıyorum. Zaten önceki yüzyıllarda bilim, alt sınıfların erişimine bugünkü kadar açık değildi. Endüstri devriminin ardından okullar yaygınlaştı. Okuma yazma oranları dünyanın hemen her yerinde artış gösterdi. İnsanlar eğitim yoluyla sınıf atlayabileceklerine inandılar. İnandırıldılar. Dolayısıyla akademik başarı, hayat başarısına giden bir yol gibi algılanmaya başlandı. Ülkemizde de böyle bir rekabet ortamı söz konusudur. Rekabetin doğduğu yerde, hâliyle, piyasa kızışır. Yani, akademik bilgiyi talep eden bir kesim oluşurken bu bilgiyi verecek olanlar da onu mümkün olduğu kadar pahalıya satmak isterler. Öğretmenlik, günün sonunda bir meslektir. Her ne kadar Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanında Feride Öğretmen veya Yeşil Gece romanında Ali Şahin Hoca, ideal öğretmenler olarak sunulsalar da yirminci yüzyılın ilk yarısı için geçerli olan kavramlar zamanımıza kolay kolay ulaşamazlar. Bu da son derece doğaldır. Her şeyin liberal iktisadi esaslara göre düzenlediği piyasada eğitim piyasasının bu sınırların dışında kalmasını beklemeyiz. Öğretmenler de hayatlarını sürdürmek, ev almak, araba almak, çocuklarına eğitim sunmak, yemek, gezmek, giyinmek vb. ihtiyaçlarını daha iyi ve daha çok karşılamak için bilgilerini daha pahalıya satmakla meşru olup olmadığını sorgulamaksızın ilgileneceklerdir.
Sorun da tam burada başlıyor işte. Eğitimin ticarileşmesi son derece sakıncalı, çünkü eğitim bir kişinin gelir kaynağı olmaktan öte bir toplumun geleceğini de şekillendiriyor. Ülkedeki tüm sektörlerin iyiliği, eğitimin iyiliğine doğrudan doğruya bağlı. İyi mühendisiniz yoksa iyi sanayiniz de yoktur. İyi doktorunuz yoksa iyi sağlık sisteminiz de yoktur. Herhangi bir meslek grubunda iyi donanımlı işçiler istiyorsanız, iyi bir öğretim sunmanız gerekir. Toplumun her sınıfının, dezavantajlı bütün gruplarının eğitim olanaklarından yararlanabilmesi sosyal bir devletin yegâne görevlerinden biri değil midir?
Bahsettiğim üç maddeye dönecek olursam, günümüzde devlet okullarının ne durumda olduğunu tam olarak bilemesem de benim öğrenci olduğum yıllar boyunca, pek çok okulda, pek çok öğretmen ders saatleri içerisinde aktarması gereken konuları bilinçli olarak aktarmayıp öğretmenlik yaptıkları okullardaki öğrencilerine özel ders verdiler. Bu derslerde sınav sorularının benzerlerini çözdürdüler, konuları derinlemesine anlattılar ve öğrenciler arasında gelir eşitsizliğinden doğan bir dengesizlik oluşturdular. Hatta bazı öğrencilere almadıkları notları verdiler, diğer öğrencilerin notlarını ise bilinçli olarak düşük tuttular. Bunun böyle olduğunu herkes bilirken bu kadar açık yazmak şu an dahi beni rahatsız ediyor. Amacım kişileri hedef tahtasına oturtmak değil elbette. Öğretmenleri kötü ve yadırganacak bir meslek grubu olarak gördüğüm için yazmıyorum bunu. Bu yüzden gözyaşı döken öğrencilerin sesini geç de olsa duyurmak için yazıyorum.
Maalesef aynı sınıf içerisindeki eşitsizliğin, bir özel okul öğrencisiyle devlet okulu öğrencisi arasındaki eşitsizlik gibi değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sebebiyse çok basit... Sınıf ortamında yaratılan adaletsizliğin psikolojik boyutu, herhangi bir öğrenciyi öğretimden soğutacak ve kendine inancını zedeleyecek kadar ciddi bir boyuta ulaşıyor. Çalışıp çalışıp başaramayan bir insan, en sonunda suçu kendi ahmaklığında, yeteneksizliğinde arıyor ve vazgeçiyor. En iyi ihtimalle hedeflerini düşürüyor. En kötü ihtimalle yükseköğrenime devam etmiyor. Başarısı ortalama üstü olduğu hâlde üniversite hayali kuramıyor. Zekâ ve çalışmak üzerine yazdıklarıma dönecek olursam, çalışarak kazanmanın değersizleştirildiğinden bahsetmiştim. Zaten özel destek görmeyen, ailesi derslerine yardım edemeyen, başka sorumlulukları sırtlanan bir öğrenci, hayatı boyunca çok çalışmaya mahkûm bir insan olarak doğmuştur. Bunun üzerine çalışarak başaracaklarının o kadar da değerli olmadığının sistemli bir şekilde kendisine hissettirilmesinin de bir çeşit psikolojik şiddet olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Özetle, sosyoekonomik durumu düşük öğrencilerin, bilinçsiz de olsa, uygulanan psikolojik baskılarla okuldan soğutulduğunu iddia ediyorum. Bunun da sistemli bir şekilde başarısız olmaya mahkûm edilmeleri, daha sonra da bu başarısızlıklarına inandırılmaları yoluyla gerçekleştirildiğini gözlemlediğime inanıyorum.
Burada parantez açarak belirteyim ki herhangi bir öğrencinin bir ihtiyacı doğrultusunda özel ders almasını eleştirmiyorum. Bireysel dersler faydalı derslerdir. Eleştirdiğim şey basittir: Bir öğretmenin kendi eliyle, kendi öğrencileri arasında eşitsizlik ve psikolojik gerilim yaratması... Bunun sonucunda da göreceli olarak alt sınıflardan gelen başarılı öğrencilerin, başarısızlık hissiyle eğitim hayatlarını sonlandırması veya hedeflerini düşürmesine yola açılmasıdır. Bunun da eğitimde fırsat eşitsizliğinin psikolojik olarak en uç boyutlarından biri olabileceğini düşünüyorum. Çünkü örneğin, özel okullu bir öğrenciyle devlet okullu bir öğrenci, aynı sınıftaki iki öğrenci kadar yüz yüze gelmediği gibi, şartlarının eşit olduğu inancını da karşılıklı olarak taşımazlar.
Bitirirken tüm yazdıklarımın kişisel görüşlerim olduğunun altını çizmek istiyorum, ama elbette ki bu görüşler; gözlemden doğan fikirlerdir. Olayları açıkça yazmak insanların rencide olmasına neden olabileceğinden, olayların özünü ele almak istedim. Özetledim. Türk edebiyatında idealize edilen öğretmen imajını yakalamanın peşinde değilim elbette. Önceden de belirttiğim gibi, neticede meslekler insanların gelir kaynağıdır. Rekabetin yaratacağı bu gibi sonuçlar öngörülebilir ve anlaşılabilir olmakla birlikte denetlenmesi ve mümkün olduğu ölçülerde önlenmesi gerekir. Neticede eğitimin serbest piyasaya bırakılması tüm toplumun iyiliğini riske atacak ciddi sonuçlar doğurabilir. Doğuruyor da.