EKOLOJİK BİR TOPLUM ÇAĞRISI: FİKRET DEMİRAĞ ŞİİRİ
İnsan bilincine asıl ulaşan hikâyelerdir. İnsan bu hikâyeler aracılığıyla doğanın kendi hizmetine sunulmuş sınırsız bir kazanç kaynağı veya yalnızca güzellikleriyle hizmet veren bir dinlenme ortamı olmadığını anlayabilir.
Mihrican Aylanç
[email protected]
Olsun; doğayı geliştiren araçlar da
doğanın kendi yarattığı araçlardır ancak;
doğaya katkıda bulunduğunu söylediğiniz sanat da
doğanın kendi yarattığı bir sanattır… Doğayı onaran,
daha doğrusu, değiştiren bir sanattır bu;
ama sanatın kendisi doğadır.
Shakespear
İnsanın doğayı ham madde ve güç kaynağı olarak tüketerek evrende hâkimiyet kurma çabalarının yarattığı tahribatların yerküreye olumsuz etkileri, uzun süredir tartışılan bir konudur. İnsan faaliyetleriyle yok olan ormanlar, kuruyan nehirler, kirlenen su kaynakları ve hava, doğadaki biyolojik zenginliğin yitimi, iklim değişiklikleri, toprak erozyonu, zehirli atıklar, asit yağmurlarının yanı sıra nükleer yıkımların canlı yaşamını tehdit ettiği bilinmektedir. Bu yıkım karşısında doğayla barışma adına yürütülen çevresel düzenlemeler, çevreci çalışma ve uygulamalar, iyileştirmeye yönelik teknolojik girişimler de sürdürülmektedir.
Doğa ve insanlığın doğal dünyayla ilişkisine odaklanan ekoloji, biyosferin dengesini ve bütünlüğünü kendine amaç edinir. Doğal çeşitliliğin, ekosistemin istikrarını güçlendireceği gerçeği, çeşitliliğin kendi başına güçlü bir canlı evren nosyonu olarak görülmesini gündeme getirir. Ekosistem ne kadar basitleştirilirse o kadar hassaslaşır ve istikrarsızlığa, zararlı istilasına ve muhtemel felaketlere o kadar yatkın hâle gelir. Bu nedenle derinlik taşıyan ekolojik çalışmalarda sık rastlanan kavram “çeşitlilik içinde birlik”tir. Özbilinçli ve özetkin insan bilincinin ve yönetiminin bilgisi ışığında doğal dünyanın zenginliğinin ve potansiyelinin ortaya çıkarılıp doğadaki kendiliğindenliğin önünün açılmasına izin verilmesi düşüncesi, insanlığın önde gelen meseleleri arasındaki yerini korumaktadır.
Ekosistemde bitkisel ve hayvansal çeşitliliğin parçası olarak yaşayan hemen her şey, bütünün dengesini ve tamlığını sürdürmede eşit rol oynar. Farklılık içinde birlik, kendiliğindenlik ve tamamlayıcılık olarak ifade bulan bir bütünlük içinde ortaya çıkan bu kavramlar, yalnızca ‘sanatsal bilim’ ya da ‘bilimsel sanat’tan çıkan bir yargıyı değil, tarihsel süreçte yeni bir toplumsal bağlama yerleştirdiğimiz bir duyarlılığı da yansıtır. İnsanın dünyaya hükmetmeye yazgılı olduğu anlayışı insanın insan üzerindeki, daha erken dönemde ise erkeğin kadın üzerindeki ve yaşlının genç üzerindeki tahakkümünden kaynaklanır. Bu, özünde hiyerarşik toplum tarafından içine çekildiğimiz algılama ve kavramsallaştırma tarzıdır. Buna rağmen insanlığın doğal dünyaya, doğrudan çevreye bağımlılık duygusu hiçbir zaman tümüyle silinemez. Bu bağımlılık onur kırıcı bir korku yahut yine onur kırıcı bir hürmet doğursa da organik toplumun gelişim sürecinde ilksel korku ve ürkme duygularını aşan bir ortaklık, daha doğrusu karşılıklı bağımlılık ve işbirliği duygusu yaratabilecek bir yön de vardır. Bu noktada insanlar doğa güçlerini yatıştırmak ya da onları manipüle etmeye çalışmakla kalmazlar; yaratıcı bir biçimde etinden ve sütünden yararlandıkları hayvanların çoğalmasına, mevsimlerde iklimde değişim sağlanmasına ve endüstriyel verimliliğinin arttırılmasına yardımcı da olurlar ( Bookchın 2013: 57-66).
İnsanın doğadaki varlığıyla ilgili süreçleri ele alan çeşitli bilim dallarının araştırma ve incelemelerine ilaveten 1870’li yıllarda John Muir ilk kez doğanın yaşam hakkını savunup insanın çevreye karşı sorumluluk taşıdığını dile getirmeye başlar (Özdağ 2014: 7) Ekoeleştirmenlere göre ekosistemdeki tüm canlılar birer bireydir ve her bireyin kimliğini diğer canlılarla olan ilişkisi şekillendirir. Ekoeleştirmen Neil Evernden’in de ifade ettiği gibi “herşey birbiriyle bağlantılıdır, birinde bir değişim diğerini derinden etkiler” (93). Bu hassas ve karmaşık ilişkiler ağında dengeleri bozan tek canlı insan olsa da ürettiği hikâyeler aracılığıyla buna çözüm arayan da yine insandır. Edebiyat bu yüzden doğaya yaklaşımlarımızda belirleyici bir rol oynar. Bu bağlamda ekoeleştiri, temelde ekolojinin birinci yasası olan ve her şeyin her şeyle bağlantılı olduğunu belirten bütünsel evren görüşüne dayanır. Gezegendeki tüm ekosistemler içinde yaşayan tüm canlılar, toprak, su, hava birbirleriyle bağlantılı olduğuna göre, insanın bu sistemdeki yeri ve doğadaki konumunun başta olumsuz etkileri olmak üzere edebiyat bağlamında incelenmesi ekoeleştirinin ilgi alanındadır. Ekosistemlere verilen zararın boyutunu bilimsel olarak ortaya koyan yayınlar ve raporların insanları derinden etkilemediği de açıktır. Çevre krizinin ortaya koyduğu hava, su ve toprak kirlenmeleri, ormanların hızla yok olması, ağaçların karbon dioksit oranıyla başa çıkamayışı, canlı türlerinin hızla yok oluşu, ne de küresel iklim değişikliğinin yarattığı buzullardaki hızlı erime ve deniz seviyelerinin yükselmeye başlaması, dünya toplumlarında radikal önlemleri acilen almaya yönelik yeterli etkiyi yaratamamıştır. Zira insanları bilimsel olarak ortaya konan matematiksel şablonlar ve tablolar, rakamlar ve istatiksel veriler pek etkilememektedir. İnsan bilincine asıl ulaşan hikâyelerdir. İnsan bu hikâyeler aracılığıyla doğanın kendi hizmetine sunulmuş sınırsız bir kazanç kaynağı veya yalnızca güzellikleriyle hizmet veren bir dinlenme ortamı olmadığını anlayabilir. Bu anlamda ekoeleştiri, ekosistemlerin en küçük parçasına verilen zararın tüm sistemi çöküşe götürebileceğini edebiyat metinleri aracılığıyla inceleyen bir kuram olarak insanbilimlerinde artık tüm ikiliğe dayanan düşünce kalıplarının ve söylemlerin temelden değişmesi gerekliliğini vurgular. Disiplinlerarası çalışmanın sağladığı çok boyutlu yaklaşımlara sahip olan ekoeleştirinin en önemli temel prensiplerinden biri de insan ve insan olmayan tüm toplulukların birbirleriyle olan ilişkilerini ‘anthropocentric’ (insan merkezci) olmayan bir bakış açısıyla incelemektir. Açıkçası, ekoeleştiri insanın tüm canlıların aleyhine olacak şekilde geliştirdiği davranış ve düşünce kalıplarını yıkmaya çalışır (Operman 2009, Garrard 2016).
Ekoeleştirinin gelişmesinde büyük payı olan Derin Ekoloji hareketinin öncüsü Norveçli eko-filozof Arne Naess’in self-realization (benlik farkındalığına varma) kavramı da ekolojik edebiyat araştırmalarında yerini almıştır. Naess’ e göre ekolojik benliği gelişmiş insan tüm önyargılardan ve ben merkezcilikten arınmış bir kimlikle yaşamını dengeli biçimde sürdüren insandır. Bunu sağlamanın yolunu Scott Slovic’in şöyle ifade ediyor: “ekoleştirmenler (ve diğer çevre bilimlerindeki meslektaşlarımız)’ın temasa ihtiyacı var; yalnızca edebiyatla, yalnızca birbirimizle temas değil, tüm fiziksel çevreyle temasa” (Operman 2009: 30).
Doğa ve kültür arasındaki diyalektik yapının etkileşimli dönüşümüne işaret eden Eagleton’ın da ifade ettiği gibi doğa kültür üretir, kültür de doğayı değiştirir. Kültürellik ise anlamlandırıcı pratiklere dayanır (Eagleton 2011). Kültür birikimlerinde edebiyatın oldukça önemli bir fonksiyonu vardır. Doğanın sesini duymak, doğadaki süreçleri algılayabilmek, doğal alanların önemini idrâk ederek bu alanların koruma altına alınması için mücadele etmek, kırsal ve kentsel alanlarda tahrip edilmiş bölgeleri onarabilmek adına temel yazınsal amaçlarla ömürlerini doğanın kalemi olmaya adayarak toplumsal ve evrensel kültür inşasına yönelmek, çevreci yazarların temel amacıdır.
Akdeniz’de doğal güzelliklerle bezeli bir ada olan Kıbrıs’ta yeşeren edebiyatın yüzünü doğaya çevirmesi, doğadan beslenmesi kaçınılmaz olmuştur. Her ne kadar buradaki edebiyat etnik-politik bir söylem üretiminde işlevsellik kazanmış olsa da bu işlevini de doğanın sesine dönüştürerek dışa vurmaya yönelmiştir. Modern şiirimizin önemli temsilcileri Taner Baybars ve Osman Türkay’ın şiir dilinde bu ekolojik ortamın özbenlik aktarımına dönüşmesi, doğa imgelerinin uzaya açılımlarının seyredilmesi rastlantısal değildir. Fikret Demirağ’ın yanı sıra Mehmet Kansu’nun adanın kültürel çeşitlilik eksenindeki tarihini resmeden şiirlerine yansıyan doğa izlekleri de bu coğrafyada yaşama uğraşı veren insanlığın doğayla birleşen sesi olabilmiştir. Bu sesin gittikçe derinleşerek doğanın evrendeki tüm canlıların yaşam alanı olduğu, insanın bunu idrâk ettiği ve doğayla bütünleştiği noktada özünü de kavramayı başarabildiği nosyonuna dönüştüğü seyredilir. Bu bağlamda Fikret Demirağ’ın kimlik söylemi ekseninde Akdenizliliğe vurgu yapan şiirleri dünyanın ekolojik bütüncüllüğünden yola çıkan, dolayısıyla dünyadaki canlı yaşamını tehdit eden unsurlarla mücadele içeren doğacı bir söylemi de içerir.
Demirağ, doğayı geleneksel olarak toprak, hava, su ve ateşin yeşerttiği bir yaşam alanı olarak algılar. Şiirinin doğacıl yapısını örmeye, toprağa yaratıcı ve besleyici unsur olarak yaklaşmakla başlar. Onun kendini şair olarak değil de doğanın sesini yansıtan ozan/kır ozanı olarak görüşü bu düşünceyi kuvvetlendirir. Demirağ, Ozansın şiirinde “Israrlı bir yağmur gibi yağansın/ dölyatağından çıktığın anne toprağa, / ‘şiir tohumu’nu yüreğinde saklayansın./…Uçan tarlakuşusun. Açan limon çiçeği./ Yüreğin her gün yeniden sürüp ektiğin toprak./Sulardan, havalardan yankısın…/Yüreğinin gönüllü askerisin. Zeytinliklerin/ şarkıcısı.” dizeleriyle insanı doğayla bütünleştirir. Farklı şiirlerinde de ekolojik bir tutumla insandan ziyade çeşitliliğe dayalı bütüncüllüğüyle doğayı merkeze alır. Doğa merkezli benzetme ve kişileştirmelere dayalı imge ve imajlar kullanır. Örneğin Yaşamın Akarsularıdır Ozanlar şiirinde şairi yaşamın akarsularına benzetmesi; onun doğadaki renk, koku, tat ve müzikal yapıyı algılama biçimini yansıtması, evreni de çokluk sevgi ekseninde dönen dolayımda yeniden doğa üzerinden şekillendirmesi olarak okunabilir. Hayat’a Akan Bir Suyun Peşisıra şiirinde; “Nerde bir su sesi duysam peşisıra giderim/ tohumun ekildiği tarlaları bulmak için,/ ya da tane tutmuş bir şiir zeytinine,/ suya inmiş bir muflona rastlarım diye./ Peşisıra gittiğim, bir umudun sesi belki de.” dizeleriyle doğada yaşama umudu kovalayan bir şaire tanık oluruz. Bu nedenle Demirağ şiirinin söylem düzlemi doğayı kuşanarak kutsallaştırılmış yaşam odaklı bir gelişim arz eder. Şiir Yaşamla Kutsanmıştır adlı şiiri doğaya verdiği bu öneme kanıt niteliğindedir: “Buğday yaşamla kutsanmıştır, / yüreğim, zeytinler, şarkı ve şiir./ yurdum, sevgimin sesini duy, / sevgini çalan yüreğimin sesini; /ben bu yüreğimin lir sesiyle/acının tortusunu dibe çöktürüp / insana umudumu su yüzünde bırakırım. / şiirim umudun akarsu sesidir; / yurdum, yüreğime bıraktığın tohum /…-İnsan bir umudun sesi değilse, nedir?/ yıldızlar dolu uzay, avuçladığım toprak,/ ellerimde gezinen ilkyaz böcekleri,/ kaya yırtıklarından fışkırıp duran/ kar sular, dağ çiçekleri”. Denizin Serin Koynunda şiirinde de “Gövdemde yumuşacık, yasemin bir okşanma / ve kulaklarımda suyun basıncı / dışarının hayhuyu, karmaşası yerine / Doğayla dolaysız ilişkideyim / (kumlarda kaldı ‘elbiselerim’!)” ifadeleriyle şiiri tabiattın doğal akışındaki yalınlığa bırakır. Bir Şiir Mutlaka Bulur Dünyadaki Yerini şiirinde; “Bir şiir mutlaka bulur dünyadaki yerini / eğer yaşamı kucaklayan bir şiirse /…Ya dönerken turna katarları güneyden / Ya giderken turna katarları güneye / Ya bir kırlangıç bırakırken yuvasına yumurtalarını / Anaokullu çocuk yüzlerine benzeyen badem çiçekleri/ Nasıl bulursa açacakları ilkyaz dallarını” dizelerinde görülen doğa imajları onun dünyayı alımlama, anlamlandırma ve bunu aktarmada doğa unsurlarına verdiği önemi yansıtır. Şiirinin dünyaya yaşam veren diğer nimetlerin adına olduğunu da vurgular Adına adlı şiirinde ve “Narın Adına. / İncirin, üzümün ve zeytinin. / Hepsini halk-edenlerin / Güzel adına.” konuşur. Yeni Bir Kimlik Arayışında şirinde de “Kanından gelmiyorsa yazdığının şorultusu / ne yürek inanır ne toprak, / ne de bir yaprak kımıldanır ‘beni söylüyor’ diye; / bir buzdağı gibi geçer uzaktan/ yazdığın yapay, kimliksiz ‘şiir’. / Doğmayan ölmez ki, ağaçlara sor: / Hem bir ilahidir hem dağ şarkısı…” dizelerinde ‘toprak’ ve ‘ağaca’ can verici, dönüştürücü bir el ve buna şahit eden kutsal yaratıcı değerler olarak yaklaşır.
Demirağ’ın şiirlerinde doğanın sesinin çağıltısının bu denli yaygın işitilmesinin altında şairin çocukluk ve ilk gençliğini doğayla yakın temasta bulunabildiği Lefke’de geçirmesi yatmaktadır. Bu nedenledir ki dağ, deniz, toprak, tohum, portakal, badem, zeytin, yasemin, kuşlar vd. doğa unsurları Demirağ şiirinin damarlarında akar durur. Onun; “Bütün hayatım ve sevdalarım / portakal kokar!” dizeleri de bunu özetler. Yaşamının ilerleyen evrelerinde doğanın sesini işitemediği kentlerden çocukluğuna, çocukluğunu geçirdiği doğaya kaçışı kovalaması ve şiirlerinde sıklıkla bunu dile getirmesi de onun doğanın kendisi olan özbenliğine doğayla dolaysız etkileşim içinde olabileceği bir ortamda ulaşabileceğini idrâk etmişliği olarak yorumlanabilir. Çocukluğumun Küllerini Eşelemeye Gittim şiirinde: “Bilge zeytin ağaçları, zerdaliler, incirlerden sorar. / Canavar kente döndüm bir parçamı bırakıp orda! / Gitmiştim çocukluğumun küllerini eşelemeye / ve anladım kendimi eşeleyerek döndüğümü geriye” dizeleri özünü o topraklarda bulduğunu dile getirir. Kirletilmiş Zaman Şarkıları adlı şiirinde Demirağ, insanın ve insanlığın doğadan uzaklaştıkça, modern teknoloji ve sanayinin tekeline girince kirlendiğini, yaşam damarlarının tıkandığını dile getirir: “Yağmurlu, bulanık bir hafta sonu; / evin imparatoru: Televizyon! /...Titreşimler yüklü bir Zaman bu; / yarı Dünya bir kasette çığlık atıyor / (mide barsak beyin böbrek çıldırmış): / -doldurmuşlar doyumsuzluklarını bantlara!- John Travolta ve Coca Cola! / John Travolta ve Coca Cola!/ Nerdeyse kokusunu duyacağız ekranda bir portakalın! / Çiçeklerin motoruna su veriyorum! / Bir yandan da fısıldıyor doğanın görünmez ağzı; / -Ta – şıl – la – şı – yo - rum… / Gidip biz de kuzu kuzu ıslanalım mı / sinsi, ahmakıslatan bir reklam yağmurunda, / ahlakkirleten bir reklam yağmurunda? / (Herkesin yanılgısı, yangını kendine mi?) / (İçimde ağlayan kim?) / Kirletilmiş, kirletilmiş, kirletilmiş bir Zaman bu; / bencilik adacıkları, tekillik tabelaları, / sevgisizlik endüstrisi ve fabrikasyon! / Her türlü çarpıklığa ışınlıyorlar bizi! / Aşklar bile formüle bağlanmıştır, / başarılar, mutluluklar, ölümler- / (İşitiyor musun, formüle gelmez yüreğim?).”
20. yüzyılın insanı doğadan koparan, kendi evreninde boğan zihniyetine doğanın çiçekleriyle savaş açan Demirağ, Kim Selam Verir Çiçek Açmış Bir Dal Görse? ve Demir Papatya şiirlerini yazar. Burada: “dün yerde demirden bir papatya buldum / aldım kokladım kokmuyor / okşadım duymuyor, konuştum ses vermiyor / yirminci yüzyıldan yere düşürüldüğü belli dedim / bir makine-adam’ın yüreğinden düştüğü belli. / o naylon, o metal dünyayı görmeyeyim / çocuklarımı telefonda mı okşayacağım / karımın sesini ve ağzını telefonda mı öpeceğim / plastik ağaçlar, papatyalar arasında mı dolaşacağım? / o naylon, o metal dünyayı görmeyeyim! / antenlerin, roketlerin, tv’lerin beynine / uçakların, elektronik beyinlerin beynine / birer asıl papatya yerleştirmeyi bilelim / tıkabasa şarkıyla dolduralım / bütün çirkin silahları, makinaları, / önce de insanın yüreğine gül yerleştirelim.” dizeleriyle çağın insanı yalnız doğadan değil diğer insanlar ve insanlığın erdemli değerlerinden uzaklaştırdığından yakınır. Doğayla bütünleşerek yeşerttiği zihninin ve bedeninin çevre tahribatıyla betonlaştırılmasına tepkisini 1980’li yılların sonuna doğru yazdığı Gençliğim Geçti şiirinde protest bir söylemle ve büyük harflerle vurgular: “-EY BETONCULAR ! HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ, ÜSTÜNE BETON ÇEKTİĞİNİZ TARLAYI NASIL SÜRÜP EKECEK HAYAT? TOPRAK KENDİ İÇİNDE BİR UĞULTUYA DÖNÜŞÜP KENDİ NÜKLEER BOMBASIYLA KENDİNİ HAVAYA UÇURDUĞU ZAMAN, HEPİMİZİN HAYATI DA HAVAYA UÇMAYACAK MI? YA DA NE YÜZLE BAKACAĞIZ, ‘TOHUM’ BETONU ÇATLATIP İNATLA SUNDUĞU ZAMAN YENİ FİLİZLERİNİ?”diyerek topraktan baş gösterecek olan tohumun savunucusu olur. İlerleyen dönemlerde yazdığı şiirlerde de doğanın ve insanın yaşama hakkının savunuculuğunu devam ettirir. İronik bir dille 20. yüzyıl için 1981 yılında yazdığı Ayrıntıların Şiiri’nde insanın doğal yaşamdan kopuşunun yarattığı dramın, dünyadaki canlı yaşamını tehdit eden unsurların romanını yazar. Burada “ana” imajı üzerinden nostaljik alanda kalan ‘geçmiş’in karşısına tüm yıkıcılığıyla dikiliveren ‘an’ ve karanlıkta sallanan bir ‘gelecek’ten söz eder: “Anam yakar söndürür elektrikleri, / uzak coğrafyalardan geçer antiloplar, / Uzay Mekiği ikinci yolculuğundan döner, / …Portakallar, limonlar irermekte dallarda, / irermekte dallarında savaş korkuları da; / kongreler, konferanslar birbiri ardısıra, / Awacs’lar, güdümlü füzeler birbiri ardısıra, / demeçler, savaş çığlıkları birbiri ardısıra, / ve saleeeep! bağırıyor gece bir adam soğukta. / …Anam yakar söndürür elektrikleri, / bir ot bir otun yanında boy gösterir, / boy gösterir bir füze bir füzenin yanında, / ..Anam yakar söndürür elektrikleri, / Watt’ı, Edison’u duymayan anam. / Anam aydınlık, güzel günler düşlüyor, / nasıl’ını, ne zaman’ı bilmeyen anam. / … Bu şiir bir gün günışığına çıkabilir mi? / Nar ağacından yapraklar yağıyor betona / … Anam yakar söndürür elektrikleri, / yaşam yakar söndürür elektriklerini, / daha çoook dökülür betonlara yapraklar.” dizeleriyle insanlık çelişkilerinin, yanılgılarının altını çizer.
Toplumsal meselelere yaklaşımı ile toplumcu gerçekçi şairler arasında değerlendirilebilecek olan Demirağ’ın yaşamın doğal dengeleri konusunda toplumda farkındalık ve duyarlılık yaratma yolundaki yoğun çabaları bilinen gerçeklerdendir. Ne var ki o, bu uğraş içerisinde zaman zaman umudunu yitirmiş ve toplum eleştirisine de yönelmek durumunda kalmıştır. Onun toplumumuz üzerindeki sosyolojik analizlerinden biri, en büyük eğlence ve yaşam kaynağımıza dönüşmüş bulunan “mangal” tutkusu üzerine yazdığı Mangalıma Dokunmayın, Yakarım! adlı şiiridir. Şiirin bir bölümü şu şekildedir: “…Hiçbir şey artık! Hiçbir şey! / ...Hayat: Üstümüze gelen plastik döküntülü deniz. / Pazar. Nerde olursa olsun. Pazar; / tekrarlaya tekrarlaya eskittiğimiz / dön baba dön ufuksuz Pazar. / Plastik döküntüler belki kendimiz. / Düşyurtsuz, kumsalsız Caretta Caretta’lar! / Dünya dönüyor da dönmüyor da, / Hayat akıyor da akmıyor da; / ne kaldı ki aksın ya da dursun / ‘kendimiz’den başka? / Kimseye bırakmadık açgözlülüğü! / Bir tek ‘çürüme’ kaldı sonunda, / her şey çürüyüp gitti de; / rahatlayıp mangalımızın başına çöktük. / Ruhlarımız kebap. Pis pis tüterek dumanlarımız. / Mangalımıza dokunmayın, kıyameti koparırız! / VE BAŞIMIZ SAĞOLSUN!”.
Nihayetinde “…Bir tek meyve verecek yaşlı ağacın / bir tek zeytinin, bir tek üzümün hayatını savunmalıyım, / bir tek tane verecek o buğday başağının. / Nefret ve bencilliğin dağ yığınından / o tek Sevgi tanesini bulup çıkarmalıyım; / her karışını hak etmek için / bir gün gömüleceğim bu toprağın.” dizelerini yazan bir şair olarak Fikret Demirağ’ın bedenen aramızdan ayrılırken insandan, doğadan, birlikten ve barıştan umudunu kesmek istememekte direnmesi dahi onu arkada kalan nesiller olarak anmamızı gerektirir. O, doğada -kendi- yaşamını paylaştığı her canlıya saygı duymuş, bunu kendi söylemince dile getirmeye çabalamış ve adasının üzerinde olup biten toplumsal süreçleri yıkım üzerinden değil, yaşam üzerinden okumayı ve okutmayı amaçlamıştır. Dünyanın farklı köşelerinde fışkıran otların gökyüzüne uzanan yeşerme heyecanını duyabilmiş, dünyada canlı yaşamını tehdit eden betonlaşma, fabrikasyon, çevre kirliliği, nükleer tehdit vs. karşısında canlıların yaşam hakkını sözcüklerle savunmuştur.
Kaynaklar
Bookchın, Murray (2013) Ekolojik Bir Topluma Doğru, İstanbul: Sümer Yayıncılık.
Eagleton, Terry (2011) Kültür Yorumları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Garrard, Greg (2016) Ekoeleştiri, Kolektif Kitap.
Operman Serpil (2009) Ekoeleştiri, http://www.pen.org.tr. /files/GrreenPEN%20 Ekoeleştiri %20Prof.%20Dr.%20Serpil%20operman.pdf(Erişim Tarihi: 20.02.2018).
Özdağ, Ufuk (2014) Çevreci Eleştiriye Giriş, Ankara: Ürün Yayınları.