1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Elmas Anne’ye bir parça kemiği, bir avuç toprağı bile çok görmüşlerdi…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Elmas Anne’ye bir parça kemiği, bir avuç toprağı bile çok görmüşlerdi…”

A+A-

BASINDAN GÜNCEL…

 

Suna ARAS

Bilgisayarın boş sayfasına, o sayfada sadece "Elmas Anne" yazan beyazlığına uzun uzun bakarak, boğazımda kocaman bir düğümle, bilgisayarı kaç defa kapatıp açtım bilmiyorum. İnsan bu acıyı nasıl ifade edebilir?

Bu acının derinliğini, genişliğini boyutunu, hangi sözcük anlatabilir?

Yemeyip yedirerek, giymeyip giydirerek, ne çilelerle, ne umutlarla büyüttüğün evladının, devletin eliyle yok edilmesi!

Gözaltında kaybedilen birinin annesi, babası, kardeşi, yakını, sevgilisi olmak! Yüreğinin ortasında, sürekli zonklayan, ağrısı, acısı hiç dinmeyen, kocaman bir yara taşımak! Bir gün o yaranın deşileceğini, ağrısının, acısının, en azından bir kısmının dışarı akacağını umut ederek yaşamak!

Ama yıllar geçtikçe, çalınan kapıların karanlık tarafından, çaldığınız her kapının arkasından, bir el uzanıp kapıları yüzünüze kapattıkça, umudun gittikçe çekildiğini, büzüştüğünü, kuruduğunu görmek!

O sizden ağır çeken kocaman yaranın, son nefesinize kadar sizinle yaşayacağını, teniniz gibi üzerinize giydirildiğini anlamak ama bir türlü kabul edememek!

"Ürküten bir sessizliğin iki ucundayız biz/ Sevinçlerin kalbimize değmeden alındığı."

Bütün anlamların, umutların çekildiğini düşünün

İçinizin dışarı doğru aktığını, dizlerinizin bağının çözüldüğünü, gökyüzünün parçalanarak üzerinize yıkıldığını, hayatınızdan bütün anlamların, yüreğinizden bütün umutların, gözlerinizden bütün renklerin, ışığın çekildiğini düşünün!

Bir de gözaltında evlatlarını kaybetmiş anneleri! Bir de onlara bu tanımsız acıları yaşatan, katiller sürüsüyle birlikte, aynı ülkenin toprağına basmanın, aynı havayı solumanın dehşetini!

Bütün cumartesi anneleriyle, yakınlarıyla, insanlarıyla birlikte, her cumartesi, diz dize oturarak, göz göze bakarak, birbirlerine dokunarak, tutunarak, yaslarını bile, birlikte yaşamalarına izin verilmemesini!

İşte o anneleri, cumartesi annelerini, gözaltında kayıp edilenlerin babalarını, çocuklarını, eşlerini, kardeşini, gün oldu gözaltına aldılar, gün oldu copladılar, dövdüler, hakaret ettiler, hatta ceza evine attılar. Devletin o zalim yumruğu, yıllardır tepelerinin üzerinde durdu ve duruyor.

"Bir gün sizin de birden/ Babanızı aldılar mı uzanan elinizden/İri kıyım, kar maskeli, postal, dipçik, küfürle/Çaldığınız kapılardan eli boş döndünüz mü?/Dağlar yığıldı mı hiç üstünüze."

Elmas Eren anne, bu acıyla, yıkımla, acımasızlıkla tam otuz dokuz (39) yıl yaşadı ve mücadele etti. Bir devletin, bir insana, işkence ederek, devlet eliyle yok etmesi, en acımasız, en alçakça yöntemdir.

Anneler hep acı çekti

On yılda bir, on yılda bir askeri darbelerin getirdiği yıkımlarla, bu ülkede anneler hep acı çekti. Hep ikinci bir sıfat taşıdılar adlarının yanında. Cumartesi annesi, mahpus annesi, 12 Eylül annesi, kayıp annesi.

Elmas anne bu sıfatların hepsini yaşayan, bir annemizdi. 21 Kasım 1980'de, Hayrettin Eren'in gözaltına alındığı günden tutun, ta ki son nefesini verene kadar, umutla umutsuzluğun arasında kavruldu.

Elmas anne, Emine Ocak anne kadar "şanslı" olamadı! Çünkü Emine annenin gidip taşını kucaklayacağı, ağıt yakacağı, toprağını okşayacağı, çiçek götüreceği, gözaltında katledilen, Oğlu Hasan Ocak'ın bir mezarı vardı artık!

Meğerse ne kadar şanslıymış Emine anne (! )Ama Elmas anneye, bir parça kemiği, bir avuç toprağı bile çok görmüşlerdi. Gözleri hep evlat izinde, kafasının içinde karınca yuvası gibi birbirine dolaşan sorularla, buna 'yaşamak' denirse o da evet 88 yıl yaşadı!

Ama Elmas anne, hakka, adalete, davasına inanmış bir militandı. Çaldığı kapılarda itilip kakıldıkça, dövülüp, kovuldukça direnmenin, yaşamın yarısı olduğunu, direnmenin onurlu yaşamanın hepsi olduğunu öğrendi.

Yüreği ne kadar yanarsa yansın, dizlerinin bağı ne kadar heybetli gövdesini taşımaya zorlanırsa zorlansın, davasından, arayışından asla vaz geçmedi.

"Bir tesadüf sonucu bir kazı sırasında/Sanki kavuşmuş gibi koştunuz mu sevinçle/ Çürümüş birkaç kemik oğlunuzu diyorum/Verdiler mi bir poşetin içinde."

"Teyze başını derde sokma"

Elmas anne, oğlu Hayrettin Eren'in, 12 Eylül zulmünün kan içtiği günlerde, Saraçhane'de altı arkadaşıyla birlikte gözaltına alındığını, Hayrettin Eren'in arkadaşlarından öğreniyor.

Sonrasını Elmas anne şöyle anlatıyor.

"Karagümrük Karakolu'na gidip takip ettiğimizde şubeye götürdüklerini söylüyorlar. Gayrettepe Şube'ye gidiyoruz.

"Öyle biri yok, biz de arıyoruz, bulamıyoruz" diyorlar. Tekrar Karagümrük'e geliyoruz. "Yok" diyorlar. "Yanlışlık oldu" diyor ardından. Gözaltı defterinin bir sayfasını yırtıyorlar. Çıldırıyorum, çıldırıyorum. O zamanlar böyle değildim, gençtim. Elim, ayağım tutuyor.

İstanbul kazan ben kepçe dolaşıyorum. Gittim bir gün şubenin önüne. Kasım ayıydı. Kasım ayında puslu, çamurlu havalar oluyor.

Kapıdaki görevliğe "Hayrettin Eren'in annesiyim. Burada diyorlar" dedim. "Teyzeciğim ben sana haber getiririm dedi.

Gitti, iki dakika durdu durmadı, bir kahkaha ki yırtıyor ortalığı. Geldi, "yok, yok teyzeciğim" diyor. Ama "çocuk yok " diyemiyor gülmekten. "Oğlum niye alay ediyorsun" dedim. Cevap vermedi.

Arkama baktım iki üç araba duruyor, bizim araba da orada. "Oğlum sen, Hayrettin yok dedin ama arabamız bura duruyor dedim." Gri elbiseli, şapkası inik biri geldi. "Ne arıyorsun" dedi.

"Oğlum burada, arabamız bu" dedim. Plakası yok fakat vurulan yerden, içindeki dekordan tanıdım arabamızı. Sağ kolumdan itti beni. Dört ayak durdum.

Ellerim çamurlandı. Kalktım bir ellerime baktım, bir polise. "Teyze başını derde sokma" dediler. Kovdular beni, eve geldim. Çıldırıyoruz, ne yapacağımızı bilemiyoruz."

"Bir annenin elinde ki o resme/Baktınız mı, o tufan, o dehşete/Mezarsız kaldı mı bir sevdiğiniz/Ateşe can süren bir kıyametle/Razı geldiniz mi hiç ölüsüne.//Bir demet çiçekle yalvardınız mı?/Koymak için bir mezarın üstüne."

"Biz de onu arıyoruz"

Sonrası Hayrettin Eren ile birlikte alınan insanları mahkemeye çıkarılıyor, onlar Hayrettin Eren'in kendileriyle birlikte alındığını, Gayrettepe siyasi şubede gördüklerini, işkencelerden geçirildiğini, orada olduğunu söyleseler de, ne kimse ilgileniyor, ne de tanıklardan ifade alma gibi bir kaygıları oluyor.

Her nereye başvurursa vursun, Elmas annenin tek duyduğu şey "Hayrettin Eren gözaltına alınmadı" "Biz de onu arıyoruz" cevabı oluyor. 2011 yılının Şubat ayında, kayıp yakınları olarak görüştükleri dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a " Oğlumun bir tek kemiğine bile razıyım. Senden oğlumun mezarını istiyorum" demişti.

12 Eylül faşizminin, devamı olan koltuğu, o koltuğun sıcaklığına sokulan Erdoğan'ın içinden neler geçiyordu o an, onu bilemeyiz. Ama Elmas Annenin isteği yerine getirilmedi. O güzel gözleri açık gitti. Sahi, Berfo anneye de yerine getirilmeyen bir söz verilmişti öyle değil mi?

"Kirli gri torbada bir piyango umudu/Baktık ki "kral çıplak" Basbayağı Nü..."

21 Kasım 1980'den, son nefesini verdiği güne kadar, aradı oğlu Hayrettin Eren'i. Oğlunun akıbetini, kime sorduysa duymaz, bilmez oldular. Hangi kapıyı çaldıysa, upuzun bir kahkahayla yüzüne kapıları kapattılar.

Cumartesi alanı yasaklandığı için, kayıp yakınları her Cumartesi günü İnsan Haklar Derneği'nin kapısı önünde, polis çemberi altında kayıplarının akıbetini sormaya, adalet arayışlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Artık, aralarında Elmas anne yok! Elmas anne de, aramızdan ayrılan her cumartesi annesi gibi, davasını ve emanetini bizlere devrederek, o derin yarasını toprakta iyileştirmeye, oğlu Hayrettin'le buluşmaya gitti! Işıklar içinde uyusun.

(BİANET.ORG – Suna ARAS – 28.9.2019)


“Ne istediniz Rıfat'tan?”

Ragıp ZARAKOLU
 

Bu hafta kaybettiğimiz Rafael/Raffi/Rıfat Demircan, Gençler Birliği'nin yıldızıydı. Lefter gibi ona da teşekkür etmeyi bilmedik.

Arkadaş arkadaştır. Onun dini ya da milliyeti beni ilgilendirmez. Elbette bilirim bunları. Ama kimileri gibi, benim, mesela “Kürt” arkadaşım var diye, hafif övünür pozlara girmem ne kadar “hoşgörülü”, “liberal” olduğumu göstermek için. Ya da ne kadar “komünist” ne kadar “sosyalist” olduğumu kanıtlamak için.

Mesela Nişantaşı’nda en iyi arkadaşım bir “Yahudiydi”. Kitapçım “Selanikli”ydi. Selanik aksanı ile konuşurdu Türkçeyi. Ustam Yani ise “Rum”du. Bana “nişanlım” diye iltifat eden ve beni bunla mutlu eden, 6-7 Eylül pogromunda, evimizin olduğu Rumeli Caddesi'nde ateşe verilen, Rio Pastanesindeki matmazel “Rum” du.

Öğretmenim Erzurumlu Kadriye’nin abisi, Şube Müdürü (o zamanlar kaymakam ve valiler aynı zamanda belediye başkanı idi. Şube müdürleri onlar adına belediye başkanlarına bakarlardı.) Ahmet beyin eşi Rum’du. Çocukları Türkçeyi Rum aksanı ile konuşurdu.

İstanbul pogromu sonrası Müslüman/Türk toplumunu kanser gibi saran ırkçılık dalgasına, “Rum tohumu” hakaretlerine dayanamayan Ahmet Beyin çocukları Belçika’ya kapağı atacaklardı. 60’ların başında Avrupa’ya başlayan “misafir işçi” göçü ile.

İnsanlara Anadolu’da nefes aldırmamayı, onlara İstanbul’u bile dar etmeyi başardık.

1958 yılında Üniversiteliler “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır" diye, yine Kıbrıs için sokağa döküldüğünde, İstanbul’da OHAL ilan edilecek, evimizin arkasında, kapısı Şair Nigar Sokak'ta olan küçük futbol sahasına askerler yerleşecekti. 10 yaşındaydım daha.

Annemin dayısı Şehri Beyin, gelini Jülide hanım, ablamı, kızkardeşim Deniz’i arabayla, tam gününü bulmuşlar, Beyoğlu’na alışverişe götürüyormuş  arabasıyla.

Şehri Bey Samsun’un sayılan tacirlerinden, Tokat’ın Paris’i denilen Erbaa’dan gelmiş oraya. Oğlunu Amerikalara tahsile yollamış 2. Savaş sırasında. Sonra kızını yine Trabzon tacirlerinden bir ailenin, Arnavutköy Koleji mezunu kızı Jülide hanım ile evlendirmiş. En büyük korkusu ya oğlu Amerika’da bir Amerikalı kıza takılırsa imiş.

Jülide hanm deseniz, Türk-Amerikan Kadın Derneğinde. Belki de başkan.

Bizimkiler arabayı yumruklayan güruha, pencere açıp, “Biz Türküz, Türküz” diye bağırıyormuş. “Türk iseniz niye bayrağınız yok!”  Sonunda öfkeli kalabalık ikna olmuş.

Bayrak yerine arabanın arkasına bir kumaş rulosu bağlamışlar. Jülide hanım dehşet ile gazlarken, kumaş rulosu bir halı gibi açılıyormuş arabanın arkasında. Çok sürrealist bir görüntü.

Şehri beyin soyadı “Ayasun”. İstanbul’u kasıp kavuran pogromcular, bu soyadını yeteri kadar “Türk” bulmadıkları için, onun Talimhane'deki, otomobil yedek parçası ithal eden dükkanını ateşe vereceklerdi.

Şehri bey, oğlu Amerikalı kız bulur kalır diye korkuyordu ama torunları Tarık ve Hülya Amerika’ya yerleşecek, oğlu Nurettin ve gelini Jülide de 70’li yılların sonunda çocuklarının ardından oraya gidecekti. Geçen yıl Mayıs ayında New Jersey’de ölmüş Jülide abla.

“Türklüğün” yeniden doğuş merkezi Ankara’da Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, bu eski Roma kentinde en az 2 bin yıllık kökü olduğunu kaç gencimiz biliyor. Ankara Ermenilerinin Katolik olduğunu, Kütahya Ermenileri gibi anadillerinin Türkçe olduğunu kaç kişi biliyor. Üstelik Aleviler gibi, inançtı kimlik olarak seçtikleri. Kimliklerini sorduklarında sadece “Katolihiz” derlerdi.

Bu hafta kaybettiğimiz Rafael/Raffi/Rıfat Demircan, Gençler Birliği'nin yıldızıydı. Lefter gibi ona da teşekkür etmeyi bilmedik. 1954 yılında Yunanistan-Türkiye milli maçında zafer kazandıran golü attığında, Atina stadı “yuh”, “hain” sesleri ile inliyordu. Lefter’in evi 1955 pogromunda yakılıp yıkılmaktan zor kurtuldu.

Teşkilatı Mahsusa elemanı olarak 1914 yılında Ege’yi “Rumdan” arındıran Celal bey, olayı hemen sosyalistlerin üstüne yıkmaya çabaladı. Talat Paşa uyanıklığı ile, “Komünizm tehditi arttı, yardımı arttırın" dedi Amerikalılara. Aziz Nesin ve bir çok sosyalisti, Harbiye askeri zindanına soktu. Mağdur olan Rum toplumunun gazetecilerini de. Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Orhan Birgit’i de göstermelik olarak tutuklayıp, Harbiye Kışlası'nın bahçesinde top oynamasına izin verdiler.

Eski Ankara’nın izlerini Ergün Küzenk’in kitaplarından okumayı seviyorum, beni çocukluğumun Ankarası'na götürüyor. Raffi ile Facebook’dan arkadaş olmaları şaşırtıcı değil.

Askere gittiğinde, o zaman Cumhurbaşkanı sekreteri olan Cihat Paşa (Alpan) ona destek çıktığı halde sıkıntılar yaşadı. Cihat Paşa da gençliğinde Ordu (viayet değil!) futbol takımında oynamıştı. Hem de benim Rafael’in doğduğu yıl 1948’de. 1964, 1974, 1980… Taciz hiç bitmedi. Sonunda çocuklarının geleceği için Avustralya’ya göç etti. Biz göç ettirdik onu!

Ama gönlü hep burada yaşadı. Baskın Oran’dan Bodrumlu Ahmet'e, birçok insanımızın can dostu. Rafael kanseri yendi. 2014 yılında Avustralya’ya gittiğimde en mutlu buluşmalarımdan birini onunla yaşadım. Nuro ile, Muzaffer (Okçuoğlu) ile, 94 yılında bombalanan gazetemizin İzmir bürosundan genç arkadaşımızla buluşmam gibi. TC, kimleri oradan oraya, Amerikalar'a Avustralyalar'a savurmadı ki!

Raffi, yine takımının maçını izlerken, tekerlikli iskemlede, bir yaşlılar evinde, uyuyakaldı ve düşen sigarası üstündeki plastiği ateşe verdi.

Rafael/Rıfat/Raffi, can dostumuz bir anlamda, farkında olmasa da kendini ateşe verdi, böyle veda etti hayata.

Ne istediniz Ankaralı futbolcu Rıfat’tan?
 

(ARTI GERÇEK – Ragıp ZARAKOLU – 29.6.2019)

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2092 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar