Emin Çizenel’le Sanata Yolculuk
Emin Çizenel’le Sanata Yolculuk
Simge Çerkezoğlu
Geçmişi biraz deştiğimizde, Emin Çizenel’le Kıbrıs Türk resim sanatının yeni bir anlam kazandığı ortaya çıkıyor. Sanırım bu gerçeği kimse inkar etmiyor. Sadece eserleri ile değil, esin aldığı olgularla da adından sıklıkla söz ettiren Çizenel, pek çok sanatçımız gibi bu Ada’da doğmanın hem talihsizliğini, hem de bir anlamda şansını yaşıyor. Adeta sanatsal bir yolculuk gibi geçen sohbetimizin ardından geriye, yaşadıkları topraklardan beslenen eserler ve toplumumuza yönelik özeleştiriler kalıyor. Kimse gücenmesin ama sanırım birilerinin de “kral çıplak” demesi gerekiyor.
DÜNDEN BUGÜNE SANAT
Çizenel’le Ada’nın kuzeyinde sanat, zanaat olmaktan kurtuluyor ve hak ettiği değeri kazanmaya başlıyor. Dolayısı ile sohbetimizin seyri de şahitlik ettiği sürece paralel, dünden bugüne sanatla başlıyor.
“Aslında ben Kıbrıslı Türk sanatçıların üçüncü kuşağı sayılıyorum. Akademiden mezun olarak ülkeye gelen ilk isim Aylin Örek’tir. Ardından, üç beş yıl farkla mezun olup gelen arkadaşlarla daha dinamik ve belli bir zemini olan süreçler başladı. Savaşın hemen sonrasıydı. Toplum yeniden toparlanarak ayağa kalkma çabası veriyordu. Bu süreçte sanat ve kültür de yeniden yapılanma çabası içinde yerini aldı. Sanatsal ve düşünsel anlamda bir gereksinim oluşmaktaydı sanki. 1974’den 1995’e kadar bu anlamda yoğun bir heyecan yaşanıyordu. Devlet ve onun kurumları az da olsa bu sürece katkı koyuyordu. Özel galeriler açıldı. Resmin sadece dekoratif bir unsur değil, aslında toplumun entelektüel ve yaratıcı yönünü de gösteren olgu olarak anlaşılmaya başlanmıştı. Böylece evrensel boyutta sanatın, en genel şekilde, dünyalı kimliği ile nasıl seyrettiğine düşünce üreten bir süreç yaşadık. Sonuçta, o dönemin üreten sanatçılarının bu ülke sanatına çok emek verdiklerini söylemek yanlış olmaz.”
Toplum kendi kültürüne sahip çıkamıyor, her geçen gün, yoz bir kültüre doğru evriliyor. Buradan yola çıkarak Çizenel; nicelik olarak gelişiyoruz. Göreceli olarak "nitelik" de artıyor. Bunu böyle kabul edersek eğer, ters orantılı olarak sanata olan ilginin azaldığını söylüyor ve böylece sanata hak ettiği ilgiyi göstermediğimiz noktasında birleşiyoruz.
“Bugün, bütün olumsuz koşullara karşı, sanatçılar ciddi çabalar gösteriyor. Özel galeri girişimciliği, örgütsel çalışmalar, gruplar ve bireysel performanslar var. Side Streets’in de bu konuda çabaları vardı. Evrensel boyutta Lefkoşa’ya ışık vermeye çalışan bir kurum olarak çok nitelikli bir çizgi gösterdi. Ancak insanlarımız eskisi kadar paylaşımcı değil ve bu seviyeleri gereksinmiyorlar, bu durum aslında sosyolojik bir vaka. Bunun neden böyle olduğunu bilmiyorum. Oysa çok daha iyi olabilecekken, yalnızlaşan bir üretim potansiyeli hep artarak devam etti. Para arttı. Nüfus arttı. Çok iyi üniversitelerde okuyan genç gruplar var. Sermaye arttı ancak sanata bakışı olan ve sanat tüketen çevreler çok azaldı. Hatta neredeyse yok denecek noktaya geldi. Devlet daha önce ufak tefek satın almalar yapıyordu, artık bu da yapılmıyor. Üretken ve çalışan sanatçıları yaşatacak katkılar yapılmıyor. Gençler artık yapay ve kozmetik maddi değerler üzerinden kimlik oluşturmaya çalışıyor. Kıbrıs’ın karakteristik insan yapısı büyük bir deformasyona uğruyor.”
“BU COĞRAFYADAN BESLENİYORUM”
Toplumsal değişimlerle birlikte sanattaki değişimlere de tanıklık eden Çizenel, kullandığı malzeme, biçim ve öz olarak ortaya çıkardığı işler bakımından karşımıza çok zengin bir içerikle çıkıyor.
“Dünyamızda hızla değişen teknoloji, iletişim ağları, yeni estetik kavramlar, sanatın da ‘contemporary’ yeni bir dil oluşturmasını dayatıyor. Hiçbir sanatçı, nerede olursa olsun, insanlığın bu ortak değerler manzumesi dışında kalamıyor. Globalleşen ortamlarımız, en ortak insan değerleri ve hissedişi üzerinden kesişme noktaları bulacaktır. Bu kaçınılmaz bir durum. Doğaldır ki, sanatçı olarak oluşturacağım ‘dil’, ortak kaygılarla başlayıp kişiselleşiyor. Aldığım sanat eğitimi ve onun üzerine eklediğim birikimim, yeni her projemin oluşturduğu ana başlıkla iklimlenirken, nasıl bir malzeme ile sonuçlanacağına dair farklılıklar yaratılmasına neden oluyor. Projelerimde dönemlerim ve ana başlıklarım var. Tamamen bu coğrafyadan beslenen bir bakış ve sistem biçimi. Yaşadığımız Ada’nın bana geçirdiği, fark ettirdiği tarihsel zaman ve mekan ilişkileri ile katmanlaşıyor.”
ARDI ARDINA İKİ SERGİ
Güney Kıbrıs’ta ardı ardına açılan iki sergi ile Ada’daki tüm sanatseverlerle buluşan Çizenel, ilk projesi ‘Aksak Ritim’i anlatıyor.
"Daha önceki senelerde de, iki sergimde birlikte çalıştığımız güney Lefkoşa'daki Argo Galeri, ‘Gatriye - Zoo Cypria’ projesi ile çok ilgileniyordu. Böyle bir temanın kurgulanış biçimini, tüm Kıbrıslılarla buluşturmayı ben de çok istiyordum. Daha önce bu resimlerin bir bölümü İstanbul Bienali’ne paralel bir sergide yer almış, çok da ilgi görmüştü.”
Her sergide ayrı hikâyeler üstünden kurgulanan, sanatseverleri farklı dünyalara taşıyan Çizenel’in ilk sergisi ‘Aksak Ritim’ oldu. Aksak giden hayatlarımıza bir ritim katarak Kıbrıs’ta, çarpık bir kırsal fenomenine, ironik ve eleştirel bir gönderme yapıyor.
“Aksak Ritim, aslında daha önce başlattığım, 'Sincopation' isimli serinin parçasıydı. Ancak esas 'aksayan ritim' tam da buydu. Hem ritmi olan hem de aksak bir şey. Çok yönlü yayabilirsiniz ve tanımlayabilirsiniz. Aynı zamanda ülkede yaşadığımız şizofrenik süreçler üzerinden de yorumlayabiliriz. Aslında zoofili gibi çok çarpık bir ilişkinin, 'romans' olması da aksak bir ritimdir. Burada ritim çok fazlaydı. Hatta benim çeşmeler sergimde başlayan renk çubukları ve çizgisel gerilimin ritmi bu projeye de yansıdı. Burada bir de video gösteriliyordu. Malya köyünde, doğduğum ve çocukluğumun geçtiği köyde, çektiğim bir videoydu. Bu yaşanmış hikayeyi birinci ağızdan dinledikten sonra, kafamda biçimlenen ve sanatsal bir çalışmaya dönüştürdüğüm olaylar bütünü. Hikayeyi ilk kez on yıl önce duymuştum. Bu süreçte, kendi kendini üreten ve traji-komik vurgu yapan, birbiri ile ilişkilenmiş işler bir sergiye dönüştü. İşte bu işler, son olarak bütünüyle güney Lefkoşa’da Argo Galeride sergilendi.”
“İRONİK VE ŞAKACI MASAL”
‘Barış Ödülü Antikaları - Peace Prize Antiques’ sanatçının bugüne değin en ilgi çeken çalışmalarından biri olarak anılıyor. İlk kez İsveç'te ArtAvesta Bienali için hazırlanan bu özel çalışma, Kıbrıs’ta tesis edilemeyen barışa gönderme yapıyor.
“İsveç’te, bu sergiye davet edildiğim zaman, önce mekan beni çok etkilemişti. Mekan üstünden kurgulanacak bir proje olması kaçınılmazdı zaten. Proje oluşurken, İsveç'le kurulabilecek paralellikler ve onların ipuçları da kafamda hazırdı zaten. Kıbrıs’ta hala tesis edilmemiş bir barışın ilk kahramanları olan İsveç Barış Gücü Askerleri, hatta onların üzerinden anlatılan öyküler, tümüyle UN'in aldığı Nobel Barış Ödülü, öte yandan, yine İsveçlilerin, Kıbrıs'ta bulunan milattan öncesine antik terrakota asker heykelciklerden büyük bir koleksiyonu Stokholm'e taşımaları, projenin omurgasını oluşturdu. Ben onları Stokholm’deki müzede görünce çok heyecanlandım ve üzüldüm. Onlar orada sanki hapsedilmiş gibi duruyordu. Üstelik o mekan onlara uygun bir yer de değildi. Onları da projenin öznesi yaparak, fantastik bir masal yazmaya başladım. Bu ironik ve şakacı masal üstünden işte bu sergi kurgulandı."
Sergide haritalara da yer veriliyor ve bu fantastik masalda Ada başka yerlere taşınıyor ve Ada’nın konumu ile oynanıyor. Çizenel’e göre böylece sorunlar kendiliğinden çözülmüş oluyor.
“Elbette orada ironi var. Kıbrıs’ın kemikleşmiş çözümsüz sorunları ve her gün yeni bir gündemle hayatımızda hiç eksilmeyen şizofren bu duruma, bir şekilde, şakacı, ironik ve biraz da dalga geçen bir fantastik masalı oynadım. Biraz da jeopolitiği ile oynanarak. Madem Ada’nın tüm gücü bulunduğu yerden kaynaklanıyor, Ada’yı buradan alalım, bilinmez bir yere götürelim. Bakalım o zaman da Ada’ya bu denli merak olacak mı? Çünkü burada pek çok çıkar ilişkileri var. Şimdi bir de petrol konusu ortaya çıktı.”
ANSIZIN MÜZE FİKRİ DOĞDU
Gündemde sanat müzesi varken, Çizenel de sanata bu denli emek vermişken bu konuyu sormadan sohbeti tamamlamak imkansızdı.
“Geçmişte dernek başkanlığı yaparken benim de müze çabalarım oldu. Hatta eski posta binasını müze olarak önermiştik. Güzel bir ekiple iyi çalışmalar yapmıştık. Ancak daha sonra ne olduysa gerçekleşemedi. Fakat esas olan, müze nedir, ya da müze ne zaman kendini dayatır sorusu. Bunu sormak gerekiyor. Artık müze kavramı çok değişti. Birçok sanat kritikçisi müzeleri birer enkaz olarak görüyor. Ya da mezarlık gibi durağan bir sergileme olarak tanımlıyor. Ancak dünyada çağdaş sanat müzeleri çok işlevsel olmaya başladı. Toplum içinde daha etkin ve dinamik durabiliyor. Müzenin olması için en başta sanat kurumsallaşmalı. Tüm halkalar eksiksiz bir araya gelmeli. Aksi halde tüm çabalar zeminsiz oluyor. Bir defa bir ülke, sanatçısını yaşatabilmelidir. Devlet burada sanatçısını ne kadar önemsiyor? Sanatı desteklemiyorsun, üretime katkı koymuyorsun. Sanatın hem düşünsel, hem de üretimsel dolaşımını çağdaş normlara çekemiyorsun. Kısaca işte bu halkalar bir araya gelmeyince, ana zincir oluşamıyor. Fikri tabii ki güzel. Ama bunun bir altyapısı olmalı. Bu müzeye hangi eserler konulacak, satın alma kıstası ne olacak, müzeyi hangi müzeci yönetecek ya da şu anda devletin elinde olan koleksiyon bir müzeye girecek nitelikte mi? Bunu hangi yetkin kurul değerlendirecek? Mecliste, bir oranda, temel oluşturabilecek, tasnif edilmemiş bir miktar eser, Hakkı Atun döneminde satın alınmıştı. Ama bunların da durumuna bakmak gerek. Tüm bu nedenlerden dolayı müze fikrinin profesyonel niyetinden emin değilim."