1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Emrah Öztürk: Yazmak kolay, zor olan okur olmak
Emrah Öztürk: Yazmak kolay, zor olan okur olmak

Emrah Öztürk: Yazmak kolay, zor olan okur olmak

“Aslına bakarsanız yazmak her zaman kolaydır, zor olan iyi bir okur olmaktır. İyi okur olmanın ağırlığını taşımaktır. Bu kadar az okuma oranına karşı, bu kadar çok yazar olmasının nedeni de ancak bu şekilde açıklanabilir.”

A+A-

Simge Çerkezoğlu

Emra Öztürk her ne kadar genç yazarlarımızdan biri olarak anılsa da, edebiyattaki başarısı açısından hayli yol aldığına inandığım isimler arasında… Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ikinci öykü kitabıyla Türkiye’deki okurların da  ilgisini çeken sanatçı, ön planda olmayı hiç sevmiyor, “okurlarıma yazdıklarımla ulaşmalıyım” diyor. Yazar kimliği yanında profesyonel olarak sinema alanında da çalışan Emrah, her iki sanat dalını harmanlayarak ortaya çok başarılı işler çıkarıyor. Yazdığı her öykü, zihinlerde birer kısa filme dönüşüyor.      

“YAZMAK HER ZAMAN KOLAYDIR, ZOR OLAN İYİ BİR OKUR OLMAKTIR”

Emrah her ne kadar yazdıklarıyla ön planda olmak istese de, en iyi okurlarından biri olarak onu daha yakından tanımak istiyorum. Buna çok sevinmese de beni kırmıyor ve yazdıkları gibi duru ama derinlikli olarak anlatmaya başlıyor.  

“1986 yılında Güzelyurt’ta doğdum. Annem Limasol göçmeni, babam ise savaşın bitmesinin ardından Kıbrıs’a göç eden Türkiyelilerden. Dicle Üniversitesi’nde okurken, karıştığı siyasi olaylardan kaçmak için Kıbrıs’a gelen babam, annemle birlikte kurdukları hayatın ardından geriye hiç dönemdi. Benim de Türkiye ile bir bağım yok. Kıbrıslı’ıyım. Kıbrıslı gibi büyüdüm, öyle de yaşıyorum. Edebiyata olan ilgim de babam sayesinde başladı. Babam gençliğinde Antep’te çok bilinen bir aşık olarak, elinde sazıyla gezer, şiirler okurmuş. Hatta henüz lise yıllarında edebiyat öğretmeninin yardımlarıyla bir de şiir kitabı çıkarmış, ancak kopyası şimdi bizde bile yok. Kıbrıs’a yerleştikten sonra edebiyata olan ilgisini okur olarak devam ettirdi. Benim edebiyata olan ilgim de onun sayesinde başladı. Babam çocukken beni kucağına alır, şiir okurdu. Aşık Veysel, Yunus Emre, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Veli Kanık, Necati Cumalı… Ben onlarla büyüdüm. Henüz altı yaşındayken onları tanımaya başladım. Evde küçük de bir kütüphanesi vardı ve sonradan onun kitaplarını ben de okudum. Babam sayesinde ben edebiyatı çok sevdim. Aslına bakarsanız yazmak her zaman kolaydır, zor olan iyi bir okur olmaktır. İyi okur olmanın ağırlığını taşımaktır.  Bu kadar az okuma oranına karşı, bu kadar çok yazar olmasının nedeni de ancak bu şekilde açıklanabilir. Ben babam sayesinde önce iyi bir okur oldum.”            

“SİNEMA, YENİ BİR VAROLUŞU ARAMAKTIR”

Edebiyatı hayatında bu denli yoğun olarak yaşarken, Yakın Doğu Üniversitesi İletişim Fakültesinde akademisyen olarak çalışıyor. Sinema üzerine başlayan lisans eğitimine, şu anda aynı alanda doktora yaparak devam ediyor. Tam da bu noktada edebiyata bu denli ilgi duyarken, neden sinema eğitimi aldığını düşünmeden edemiyorum.  

“Edebiyat fazla bilinçlendiği bir şey değildi. Hep meraktı ama çocukluktan bu yana daha çok serüvene, masallara olan bir meraktı. Sinemanın apayrı bir büyüsü olduğunu düşünüyorum, beni de çok çekti. Yakın Doğu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü’nden 2008’de mezun oldum ve ardından Sunderland Üniversitesi’nde Film ve Kültürel Çalışmalar üzerine yüksek lisans yaptım. Bu arada edebiyat hep hayatımda vardı. Bilinçaltı olarak, hep sessizce yanımda aktı. Yüksek lisans dönemime kadar bunun çok farkına varamadım. Hep yazıyordum ama başkalarıyla paylaşmak konusunda tereddütlerim vardı. Sonunda yazdıklarımı artık paylaşmaya da karar verdim.”

Sinemanın kendisi için ne anlama geldiğini, bir edebiyatçının diliyle anlatan sanatçı, onun için öncelikli sanat dalı olmasının gerekçelerini açıklıyor. 

“Bellek benim için her zaman çok önemli olmuştur, hem kişisel hem de toplumsal belleğimizin çok önemli olduğu kanısındayım. Sinema benim için bir rüya sanatı. Hatta bence en eski sanat dalı. Bunu Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar da söylüyor. Rüya gördüğümüz için sinema yapmayı bilerek doğuyoruz. Sinema bizim için en eski sanat, yeni değil. İlk insan da rüya görmeyi bildiği için, aslında o da sinemayı biliyordu. Tabii teknik yetersizlikten ötürü 1895 kadar sinema yapmak için bekledik. Platon’nun meşhur bir örneği vardır ya, doğuştan bu yana mağarada yaşayan insanlar mağaranın girişinde yansıyan nesnelerin gölgelerini görür, onları gerçeklikleri olarak algılar. Nihayet bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur, mağarayı terk eder, dışında yeni bir gerçeklikle tanışır. Duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Sinema da aslında onu yapan kişi için bir gölge oyunu değildir, gölgeye müdahale ettiğin için yüzünü artık güneşe çevirmektir. Sürekli var olandan şüphe duyarak, yeni bir varoluşu aramaktır.”        

“SİNEMADA ÖDÜL ALMAK KARİYERİNİ KURTARMAK ANLAMINA GELİYOR”

İstanbul’da uzun süre sinema filmlerinde, televizyon programlarında çalışan sanatçı, pek çok kısa filme de imza attı. Bu filmler Altın Koza ve Boston Türk Filmleri Festivallerine seçilip, derece aldı. 

“Yüksek lisanstan sonra sinema sektörüne girebilmek için İstanbul’a çalışmaya gittim. Televizyonda da çalıştım ama benim için sadece mali bir kaynak için yaptığım bir iş olarak kaldı. Her zaman sinema yapmak istedim. Henüz ilk yılımdan çekim yapmayı, kurguyu öğrendim. Yirmiden fazla kısa film çektim ama hiçbirine kısa film demedim. Atölye çalışması olarak gördüm. Prodüksiyon konusunda titizlenmedim. Yaklaşık dokuz festival deneyimim var. Fraklı festivallerden gösterimler aldım. İstanbul’da olduğum yıllarda iki film çektim. Kurguladım ama hiçbir yere göndermedim. Sanatın yarış beygiri gibi kulvarlarda koşmasından yana değilim. Bu işin yöntemi bu biliyorum, sektör böyle, sinemada ödül almak kariyerini kurtarmak anlamına geliyor ama yine de ben bunu tercih etmedim. Benim için esas olan yaptığımın en iyisini yapmak, estetiğe erişmek.”         

“ÖYKÜLERİMDE İÇERİKTEN ZİYADE DİLİN ÖNEMLİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ikinci öykü kitabı ‘Anlatamıyorum’ ile, öykücülüğünü daha da derinleştiren Emrah’tan, ilk kitabından bu yana geçen beş yılı ve anlatamadıklarını dinlemek istiyorum. Gülümsüyor…

“Aradan geçen beş yılda yazma pratiklerim daha da arttı. ‘Limon Yağmuru’ kitabımı yazmayı 2012 yılında bitirmiştim. Bu kitap için de epeyi bir yazıp bozdum, çok denemelerim oldu. Sonunda bu öykülerde karar kıldım. ‘Anlatamıyorum’ hem tematik hem de içerik olarak ilk öykü kitabımdan farklı oldu. Burada anlatamadıklarım olarak ifade ettiğim, kişisel şeyler değil aslında. Genel olarak hepimizde olan, hepimizin anlatamadıkları. İçerideki hislerin dışarıya çıkamama hali. Yaşadıklarımızın anlamlanmasıyla ilgili, belki de anlamlandıramama hali. Bu nedenle kitabın içeriği de baştan sona dil ile ilgili, anlatımla ilgili bir şey. O nedenle de başlığının anlatamıyorum olmasını tercih ettim. Dile vurgu yapan bir başlık olmasını istedim.”

Bu kitapta öykülerini iki ayrı tema üzerinden okuyucuyla paylaşan yazar, yaptığı bu ayrımın nedenlerini ve dille olan mücadelesini paylaşıyor.    

“Kitabı iki bölüme ayırdım. İlk bölümün anlatım stili biri birine yakın, ikinci bölümdeki öyküler hem tematik hem de dil olarak daha farklı. Bu yüzden de bir nevi temaya bölmek istedim. İlk bölümdeki öykülerde dil ve anlatım biçimi üzerine yoğunlaştım. Varoluşçu bir yapıları var. Karakterlerin gelişimi ve kendilerini daha çok sorgulamaları üzerine yazıldı. Zaten öykülerimde hep dil ile mücadele ediyorum. Ne kadar muvaffak oldum bilmiyorum ama yazdığım her öyküde, içerikten ziyade dilin önemli olduğunu düşünüyorum, onu öne çıkarıyorum. Dil neye imkân veriyorsa ona göre yazıyorum. İlk bölümdeki ‘Dışarıdakiler’ ve ‘Karanlık Şimdi’ isimli öykülerimi metin bilinciyle yazmaya çalıştım. Bu yüzden de ara paragraflar, kırılan cümleler daha yoğun. Kağıt üstünde yazılan, sistemli bir dil vurgulanıyor. İkinci kısımdaki öyküler ise daha içerikli kurguda daha yoğunluklu. Daha çok sözlü kültüre yönelen, sözlü kültürümüzün mirası olan meşhur hikâyelerimiz Bin Bir Gece Masalları, Tuti-name’den etkilenerek kaleme aldığım öyküler. Özellikle Leyla isimli öyküm bu sözünü ettiğim iki önemli öykünün bir araya gelmesinden, onların kendimce yorumlanmasından ortaya çıkan öyküler. Bu nedenle de daha çok anlatım ön planda diyebilirim.”

“KİMİ KELİMLER GÜNLÜK KULLANIMDA OLMASA DA DİLİMİZİN NEFERLERİ”

Kitabın ikinci bölümündeki öykülerinde dikkat çeken bir diğer konu günlük kullanımda olmayan kelimelere de yer verilmiş olması…

“Her yazar bilir, dildeki kelime seçimi sinemadaki sanat yönetmenliği gibi bir şeydir. 1940’lı yılları anlattığınız bir öyküde cep telefonu ya da internet yoktur. Angaje oldum diyemezsiniz. Günümüzde kullanımda olan kelimeleri kullanamazsınız. Benim ikinci bölümdeki hikayelerim de gerilere gittiğini için o döneme bağlı olarak okuru kaybetmeden, yoğun bir Osmanlıcaya girmeden dengede tutmaya çalıştım. İlk bölümde, daha çok kullandığım, öz Türkçe kelimeler benim ciddiye aldığım bir alan. Kullanımda olsun ya da olmasın, bizim kendi dilimizin hazineleri. Onları bulup çıkarmak lazım, bu görev de yazarlara düşüyor. Sözlükleri çok severim. Boş zamanlarımda sözlükleri karıştırır, diğer yazarları da okurum. Bana güzel hoş gelen, anlamlı gelen kelimeleri kullanmayı seviyorum. Benim yapmaya çalıştığımız zaten bir metni anlamlı bir o kadar da güzel yapmaktır. O neden kimi kelimler günlük kullanımda olmasa da dilimizin neferleri.”    

Bu kitapta Emrah’ın bir diğer özelliği, ‘ve’ bağlacını hiç kullanmıyor oluşu…

“Ve kullanmama konusu belli bir mantığa dayanan, benden önce denenen bir biçim. Orhan Veli Kanık’tan, Nurullah Ataç’a, Feti Naci’den, Bilge Karasu’ya hatta onun öğrencisi Levent Kavas’ın da tercihi. Birçok edebiyatçımızın neden kullanmadıklarını incelemeye çalıştım. Bunun sonucunda aslında sadece Türk edebiyatında olan bir şey olmadığını fark ettim. Walter Ong gibi dil bilimciler de beynin fonksiyonlarını incelemişler ‘ve’ değil de ‘un’, ‘ant’ gibi diğer dillerdeki karşılığına bakarak ve kelimesinin sözlü kültüre yönelik olduğunu, yazılı kaynak olmadığını, sözlü iletişimde kullanılan, bir önceki söylediklerimizin hepsini toparlayıp, sonraki ile bağlayarak bölünmezlik yarattığını belirtmişti. Ama bu bölünmezlikle kast edilen sözel bir bölünmezliktir. Oysa biz metin yazıyoruz. Daha çok neden sonuç ilişkisi kurarak, kağıt üzerinde belli bir mantık, sistematik ve sırayla giden bir çalışmayı ortaya koyuyoruz. Dolayısı ile ‘ve’ bağlacının yazılı metinlerdeki fonksiyonu diğer bağlaçlar gibi olmuyor. Elbette kullanmamamız lazım gibi bir şeyi savunmuyorum ama kullanmanın ne gibi getirisi ya da götürüsü olur diye düşündüm. Fark ettim ki metinlerimden ‘ve’yi çıkardığım zaman cümleler kolayca bitmiyor. Kolayca bitmediği için de daha çok yazmam gerekiyor. Metinlerde büyük bir ağırlığı var ve çıkarınca da ortaya yepyeni bir metin çıktı.”

  

          

Bu haber toplam 6167 defa okunmuştur
Etiketler :
Adres Kıbrıs 314 Sayısı

Adres Kıbrıs 314 Sayısı