En Güzel Pazartesine Uyanmak!
Uzun yıllardır, her sabah aynı pencereden bakmama rağmen, yine de, farklı görüntüler karşılıyor gözlerimi…
Değişen sokak mı yoksa toplumun çehresi mi, gibi ikilemli bir soruyla hep karışıyor aklım…
Aslında pek de şaşırmak değil benimkisi, tuhaflaşan bir diyarda kaybolmamak, inandıklarınız için nefes almak ve caddelerine açılan yollarında umutla adım atmak yaşadığınız şehrin…
Yarın sabaha uyandığında şehir veya hiç uyumadan bu gecenin sabahından günü karşıladığımızda, belki de, hala daha direnmenin gerekliliğini bir kez daha anlayarak devam edecek hayat…
Herkes tedirgin bir bekleyişle başlıyor bugüne…
Yarın sabah yeniden konuşacağız geçen zamanı… Zamanın içinde kaybolan canların acıları derinleşecek içimizde…
Kafamızdaki düşünceleri karartmadan devam etmeli çıkılan yola, yoksa yalnızlaşarak ve giderek kaybolarak düşüncelerin “birlik” denilen beraberliği eksilecek, ruhlarımız bu rüya/kâbus ortamında ötekileşecek.
Biraz daha sabretmeli ve yarın sabah yeniden konuşmalı şehirle… Bütün bu düşünceler, belki de, Edvard Munch’un Çığlık adlı tablosuna dönüşecek. Böylesi bir dönüşüm yaşandıktan sonra da gökyüzü kan kırmızı rengiyle gölgelerimizin boğuntularının sahnesi olacak. Hepimiz bir gölgeye dönüşmeden önce bu sabah yeniden dönüp bakmalıyız son zamanların izlerine… Kalıntıların içinden, enkazın ağırlığından, sanki tüylerin arasından çıkarcasına silkinip atmalıyız bir an önce özgürlüğün üzerindeki düşünce karanlığını… Kan kırmızısı gökyüzünün altında, gölgelerde kalan insan yaşamlarının öykülerini teker teker yeniden okumalıyız bugün…
Şehrin sökük kaldırımları, delik deşik sokakları, endişeli ve gergin kalabalığı, sokaklarının köşelerine çekilmiş, savaşın gölgelediği gözlerine korku sinmiş, dilini anlamasanız bile görüntüleriyle içinize işleyen insanların (mültecilerin) uzanan avuçlarına değmeden (parmaklarına dahi temastan kaçındığınız) bıraktığınız bozuk paralar gibi mi dağılacak umutlar?
Çığlık tablosunda arka sahnede, güneş batmakta ve kıpkırmızıdır gökyüzü… İki gölge arkadan yürürken köprünün üzerinde yorgundur bedenler ki tırabzanlara yaslanarak ayakta durmaya çalışır biri… İşte o gölgeyi görerek kendi yorgunluklarımızdan korkmalıyız. Doğanın çığlığını duyduğunu söyler Munch… Çevresindeki dünyayı, dünyada olagelenleri betimlemek yerine, iç dünyasını ve arzularını dışa vurmayı tercih eder.
Sanatını kendi nevrozlarının çelişkilerini aktarmak için kullanır. Fırtınalı duyguların, hezeyanların merkezine çivilenen bir ruhun doğayı model alıp kendi bilinçaltının dürtülerinde dışa vurduğu, çığlıklardır sanatçının amacı... Çığlık tablosuna her bakışta ne kadar ürkütücü görsel bir dil, diye düşünürüm. Tıpkı her sabah penceremden her bakışta sokağını gördüğüm şehir gibi... İşte o sokak esasında keşmekeşe sürüklenen bir diyarı sunar tüm gerçekliğiyle... Her şehrin kambur duruşudur, özellikle gecelerin korkularının gizlendiği sokaklar... Sokaklar, bir ülkenin çığlığıdır. Sokaklar, Munch’un bir gölete gizlenen fiyordunun kargaşası gibi güçlü bir izdir.
Şehrin sokaklarından yükselen çığlıklara kulaklarımızı kapatmamız mümkün müdür? Birçok kişinin böyle yaptığını söylemek ne kadar zor olsa da, gerçeklerin varlığından kaçamıyor insan... Yaşadığımız coğrafyanın kan kırmızısı gökyüzünden süzülerek bize çarpan çığlıklara “umarsız” kalmak adına kulaklarınızı tıkayarak yaşamayı seçtiğinizde “tercih” ettiklerinizin sokağından da şikâyet etmek hakkı bulamazsınız. Tıpkı Munch’un figürü gibi kulaklarınızı tıkayarak umarsız kalmak demek, dıştaki tüm faktörlere kendi nevrotik iç döngünüzde kaybolup, “inanç” denilen yolun içinde kaybolmak, silinmek ve topyekûn yok olmakla bir değil midir? Böylesi bir açmazın zincirlerine “gönüllü” teslimiyet neden?!
Bugün ya kulaklarımızı tıkayacağız ya da tüm algılarımız yaşadığımız dünyaya açık bir şekilde “özgür”, “adaletli”, “demokratik”, “bağımsız” ve “barış” içinde bir yaşam için parmaklarımızın arasına düşünce özgürlüğümüzü bırakacağız.
Bir gün sonra, daha güzel bir pazartesiye uyanmak için…
Mutlu bir Pazar günü sizlerle olsun.