Erdal Kınacı; “Gayem, fotoğraflarımla hikâyeler anlatmak”
Muhteşem bir fotoğrafçı Erdal Kınacı… Çektiği her fotoğrafla bir hikaye anlatmaya çalıştığını söylerken, ben de her fotoğrafı üzerine öyküler kaleme almak istiyorum.
Simge Çerkezoğlu
Muhteşem bir fotoğrafçı Erdal Kınacı… Çektiği her fotoğrafla bir hikaye anlatmaya çalıştığını söylerken, ben de her fotoğrafı üzerine öyküler kaleme almak istiyorum. Fotoğraflarıyla insanın kalbine dokunan Kınacı, National Geographic dergisinin düzenlediği uluslararası yarışmada, dünya birinciliğini kazanan ilk Türk fotoğrafçı olarak biliniyor. Oysa bu ödülün arkasında fotoğrafla geçen bir ömrün izleri saklı duruyor. Öztan Özatay fotoğraf yarışması için ülkemizde bulunan sanatçıyla, fotoğrafa dair her şeyi konuşuyoruz.
“FOTOĞRAFA BENİ ESAS BAŞLATAN DEDEM OLDU”
Erdal Kınacı fotoğraf çekmeye lise yıllarında babasının hediye ettiği bir fotoğraf makinesi ile başlıyor. Ancak fotoğrafa olan ilgisi çok daha geçmişe, çocukluk yıllarına ve Kore gazisi olan dedesine dek uzanıyor.
“Aslında esas fotoğrafçı olan benim dedemdi. Elazığ’da bulunan bir askeri rüştiyede hademelik yapan dedem, ayrıca aynı rüştiyenin foto-film merkezinde çalışanlara da yardımcı olurmuş. Savaş yıllarında mevcut fotoğrafçı ölünce, bu görevi dedeme vermişler. Böylece dedem hademelikten fotoğrafçılığa terfi etmiş. Daha sonra Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Almanlarla müttefik olup savaşa dahil olunca dedemi Galiçya cephesine göndermişler. Orada Türk askerlerinin fotoğraflarını çekmiş. Fotoğrafa beni esas başlatan dedem oldu. Ben küçükken çok meraklı bir çocuktum. Onun o cam negatiflerini sorar, karıştırırdım. Bu nedenle de babam lise yıllarıma gelince bana bir fotoğraf makinesi hediye etti. Ben de bu şekilde fotoğraf çekmeye başladım.”
“DOKTOR OLDUM AMA SANAT TARİHİ EĞİTİMİ ALMAYI ÇOK İSTERDİM”
Fotoğrafa bu denli ilgi duyarak geçen çocukluğun ardından nasıl oldu da İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde doktorluk eğitimi aldı, fotoğraf üzerine eğitim almadı diye merak ediyorum. Kıncı, sanat üzerine bir alanda üniversite eğitimi almamış olmasını şöyle açıklıyor. Pişmanlığını dile getiriyor.
“Lise yıllarında elbette fotoğrafla sanat yapılacağını, hikâyeler anlatılacağını bilemezdim. Eş dost arkadaş, onların fotoğrafını çekerdim. Makine hep elimde olurdu, sürekli fotoğraf çekerdim. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde eğitim aldım. Doktor oldum ama fotoğraf üzerine eğitim almayı çok istedim. Hatta bu merakımı fark eden bir de felsefe öğretmenim vardı. Eve kadar gelip, anneme babama güzel sanatlar eğitimi almam için ısrar da etmişti ama derslerimdeki başarımdan ötürü özellikle annem doktor olmamı istedi. Doktor olsun başka işler yapacaksa da ona göre yapsın dedi. Hayatım boyunca en büyük pişmanlıklarımdan biridir, güzel sanatlar eğitimi almamış olmak. Özellikle sanat tarihi eğitimi almayı çok isterdim. Onun eksikliğini hep hissettim. Şimdi yaptığım okumalarla, bu eksikliği gidermeye çalışıyorum.”
“FOTOĞRAF ÇEKMEK UĞRAŞA, SABİT KALFAGİL İLE DÖNÜŞTÜ”
Fotoğraf çekmenin aslında anı biriktirmekten çok daha fazlası olduğunu, sanatçı üniversite yıllarında, Türkiye’nin önde gelen fotoğrafçılarından Sabit Kalfagil ile tanışarak idrak etmeye başlıyor…
“Fotoğrafın gerçekten ne olduğunu idrak etmeme İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’ne dahil olmamla başladı. O yıllarda şimdiki kadar çok fotoğrafçı yoktu. İnsanlar birbirlerini tanırdı. 1980’li yıllarda idolüm olan Sabit Kalfagil ile tanışmamla fotoğrafın ne olduğunu anlamaya başladım. Onun gösterdiği çizgide ben esas olarak fotoğrafı idrak ettim. Fotoğraf çekmek böylece hayatımda vazgeçemeyeceğim bir uğraşa dönüştü. Hiçbir zaman parasal meseleler arasında onu kaybetmek istemedim. Otuz yıllık doktorum. Neredeyse tıbbın her alanında çalıştım. Bu süre boyunca da hekimlikten kazandığım parayı, hep fotoğrafçılığa harcadım. Elbette insanın hobisinden para kazanması hoş olabilirdi ama işin içine para, hırs, ticaret girince çok da keyfi alınır mı, hep kuşku duydum.”
“HAYATIN PEMBE YANINI BEN FOTOĞRAFLAYAMAM”
Daha çok insana dair fotoğraflar çeken Kınacı, bu fotoğraflarıyla da çoğunlukla yokluğu, yoksunluğu, ötekileştirmeyi anlatıyor. Bir anlamda onun fotoğrafları yaşadığımız dünyanın karanlık yüzünü gözler önüne seriyor. Bu noktada aklıma bir soru takılıyor, Erdal Kınacı acaba mutluluğun fotoğrafını çekmeye hiç mi çabalamıyor?
“Benim esas gayem, fotoğraflarımla hikâyeler anlatmak. Bu da daha çok içerisindeki süje olarak insanı kullanmakla mümkün oluyor. Daha çok insan üzerinden bu hikayeleri anlatıyorum ama tabii bazen önüme öyle bir şey çıkıyor ki insansız bir fotoğrafla da çok şey anlatabilirsiniz. O nedenle çok da keskin çizgilerim yok ama insan fotoğrafı çekmekten daha çok hoşlandığımı söyleyebilirim. İnsanın okudukları, biriktirdikleri yanında esas olarak insanın içsel dünyası fotoğraflarına yansıyor. Ben profesyonel mesleğimden dolayı hep hastalıkla, hep kötülüklerle, insanların hep yaşadıkları zorluklarla uğraştım. Söylediğiniz gibi hayatın hep daha karanlık yüzüne tanıklık ettim. Bana otuz yıllık hekimliğimde milyonlarca insan derdini, sıkıntısını anlattı. Ben hayatın pembe tarafını fotoğraflayamam. Zaten insan fotoğrafçıysa, sanatın herhangi bir dalıyla uğraşıyorsa biraz da muhalif olmalıdır. Değiştirmeye çalışmalıdır. Onun için de bunları göstermek zorundadır. Aksini yapabileceğimi düşünemiyorum.”
“NATİONAL GEOGRAPHİC DERGİSİ BENİ DÜNYA BİRİNCİSİ SEÇTİ”
Çektiği inanılmaz kareler yanında onu başka fotoğrafçılardan farklı kılan bir özelliği daha var. Dünyanın en önemli dergilerinden biri olan National Geographic’de fotoğrafı yayınlanan ilk Türk fotoğrafçı olması…
“Ben lise yıllarımdan bu yana National Geographic dergisinin abonesiyim. Oradaki fotoğraflara, oradaki dünyaya her zaman hayranlıkla, imrenerek bakardım. Bana ne olmak istersin dediklerinde de o insanların yaptıkları işi yapmak isterdim. National Geographic dergisi fotoğrafçısı olup, dünyayı kayda geçirip, o işi yapmak isterdim. Daha sonra 2006 yılında dergi dünya çapında bir yarışma düzenledi. 198 ülkeden, binlerce fotoğraf başvurusu alındı. Ben de yarışmaya katıldım. Önce Türkiye aşaması oldu. Bu aşamada iki kategoriye doğa ve insan kategorisinde katıldım. İnsan ve doğa kategorilerinin her birinde 500’den fazla fotoğraf arasında Türkiye’de her iki kategoride de birinci seçildim. Birinci olduğum kategorideki fotoğraflar böylece Washington merkeze gönderildi. Sonuçta insan kategorisinde dünya birinciliğini, doğa kategorisinde ise dünya dördüncülüğünü kazandım. Dergi tarafından merkeze, Washington’a davet edildim. Oraları gördüm, çalışma alanlarında bulundum, görüştük, konuştuk. Bir sonraki yıl da bu kez foto-öykü dalında düzenlenen yarışmaya katıldım. Foto-öyküye on fotoğrafla katılıyorsunuz ve bir hikâye anlatıyorsunuz. Ben de bu kategoriye bir köyde düzenlenen toplu sünnet töreniyle katıldım. Fakat çocukların pipileri göründüğü için, derginin yayın ilkelerine aykırı bulunduğundan yayınlanmadı ama beni tekrar davet ettiler. Bu kez bana iş teklifinde de bulundular. National Geographic maceram bu şekilde oldu.”
“ÖDÜL ALDIĞIM FOTOĞRAFI SOSYAL YARDIM İÇİN GİTTİĞİM EVDE ÇEKTİM”
Erdal Kınacı çektiği binlerce fotoğraf arasından yarışmada birinci olan fotoğrafını nasıl seçtiğini, fotoğrafın arkasında yatan öyküyü de anlattı.
“Yılların fotoğraf okuması bana bunu sağladı. Lise yıllarımdan beri dergiyi takip ediyor olmak fotoğraflarım arasından seçim yapmamı kolaylaştırdı. Onların yayın politikaları nedir, dergi nelerden hoşlanır, ne tür fotoğrafları yayınlayabilir… Bunları yıllarca izledikten sonra demek ki zihnimde bir algı oluştu. Ona göre seçim yaptım. fotoğrafımda bir kadın var, Anamur’a yakın bir köyde yaşıyordu. Yoksul bir kadın, eşi hasta. Birtakım sinirsel rahatsızlıkları var. Çalışamayan bir aile… Sosyal yardımla geçiniyorlar. Ben de sivil toplum kuruluşlarında hep aktif olarak çalışıyorum. Onlara sosyal yardım için, hekim olarak, ihtiyaçlarını belirlemek adına gittiğimde o günkü durumlarından çok etkilendim. Yaşadıkları durumu fotoğrafladım. Tabii bu fotoğraf ödül alınca çok ünlendi. Dergilerde, gazetelerde yayınlandı. Aileye de oldukça yardım toplandı. Fotoğrafın böyle de bir faydası oldu. Ailenin sorunları tümden çözülmedi ama biraz rahata kavuştular.”
“RUHU OLUŞTURMADIKTAN SONRA MAKİNANIN MANASI YOK”
Erdal Kınacı’ya göre iyi bir fotoğraf çekmek için milyarlık ekipmanlara gerek yok. Bunun için doğru yer, doğru zaman ve doğru ışığı yakalamak gerekiyor. Sanırım bu üçünü bir araya getirmek için de belli bir de birikim olmazsa olmaz bir nitelik olarak karşımıza çıkıyor.
“Kesinlikle çok doğru söylüyorsunuz. İyi fotoğrafı, görmenin, yakalamanın, oluşturmanın belki de tek yolu çok okumaktan, çok biriktirmekten, çok bakmaktan, çok izlemekten geçiyor. Yoksa makinalarımız bir araç, siz beyninizle gözünüzü aynı hizaya getireceksiniz ki o kareyi yakalaya bilesiniz. O kareyi beyninizde kodlayıp, tespit ettiğiniz anda sadece makine görevini yapıp, anı kaydedecektir. Elbette iyi makine teknik olarak daha gelişmiş olduğu için daha iyi çeker ama ruhu siz oluşturmadıktan sonra makinanın ne olursa olsun manası yok.
“RENKLİ FOTOĞRAFLAR ÇEKİP SİYAH BEYAZA DÖNÜŞTÜRÜYORUM”
Erdal Kınacı’nın diğer bir farklı yanı, hep siyah beyaz fotoğraflar çekiyor olması… Bu durumunu şöyle anlatıyor;
“Ben dijital makineye geçene kadar hep siyah beyaz fotoğraflar çektim. Benim fotoğrafa başladığım yıllarda renkli filmler vardı ama çok zor ulaşılıyordu. Banyosunu, baskısını bizim evdeki karanlık odada yapmama imkân yoktu. Çok pahalıydı. O nedenle hep siyah, beyaz fotoğraflar çektim. Özellikle dijitale geçtikten sonra bu sorun ortadan kalktı, her şey bilgisayarda ve çok az baskı alıyoruz ama bende o zamanki siyah beyaza yatkınlık yerleşti sanırım. Hala renkli fotoğraflar çekip, onları siyah beyaza çevirmeye devam ediyorum.”
“İYİ FOTOĞRAF İNSANIN KENDİ KAPISININ ÖNÜNDE ÇEKİLEN OLUYOR”
Özatay Fotoğraf Yarışması için ülkemizde bulunan Kınacı, yarışmayı ve Kıbrıslı fotoğrafçıları da değerlendiriyor. Fotoğraf çekenlere çok önemli de bir öneride bulunuyor.
“Bu tür organizasyonlara katılmayı, başka fotoğrafçılarla etkileşim içinde olmayı seviyorum. Daha önce de Kıbrıs’a çok geldim. Hatta devletin açtığı iki farklı yarışmada da jüri üyeliği yaptım. Ada’yı çok seviyorum. Zaten Anamur’da yaşıyorum. Açık havalarda hep Kıbrıs’ı görüyorum. Özellikle Lefkoşa’yı çok seviyorum. Her geldiğimde de fotoğraf çekiyorum, Suriçi’ne hayranım. Özatayların yaptığı bu yarışma çok ciddi bir organizasyon. Umarım daha yıllarca devam eder. Kıbrıslı fotoğrafçılar çok başarılı. Bu yarışma için yaklaşık iki bine yakın fotoğraf inceledik. Katılım oldukça yüksekti. Gördüğümüz bazı fotoğraflar karşısında adeta ağzımız açık kaldı. Çok çok kaliteli işler vardı. Kıbrıs’taki fotoğrafçılar sahiden çok başarılı. Coğrafyadan mı, başka imkânlardan mı bilemiyorum ama çok başarılı olduklarını söylemeliyim. Fotoğrafçılara önerim kendi ülkelerinde daha çok fotoğraf çekmeleri. Ben Anamur’da yaşıyorum. Ömrümün çoğu da orada geçti. Ben güneşin en iyi olduğu saatleri, ışığın en güzel anını, nerede, neyin olduğunu en iyi ben bilirim. Bu büyük bir şans. Anamur’a gelmeniz ve benden daha iyi bir fotoğraf çekmeniz ancak bir tesadüf olur ama düzenli bir seri çıkarma şansınız olamaz. Aynı şekilde ben de Kıbrıs’ta yaşayan, buranın her şeyini bilen bir fotoğrafçıdan daha iyi karelere ulaşamam. O nedenle herkes kendi evininin önünde fotoğraf çeksin diye düşünüyorum. Elbette seyahat edeceğiz, gittiğimiz yerlerde fotoğraf da çekeceğiz ama iyi fotoğraf her zaman insanın kendi kapısının önünde çekiliyor.”