Erdoğan Anastasiadis’le görüşür mü?
Belediye Başkanlığı dönemini saymazsak, Recep Tayyip Erdoğan’ı siyaset sahnesinde 2002 yılından itibaren tanımaya başladık.
‘Yasaklı’ bir politikacı olarak seçime katılamamış, ancak lideri olduğu parti, daha kuruluşunun birinci yılında ‘tek başına iktidar’ olmayı başarmıştı.
‘Darbelerin ülkesi’ Türkiye, yarım yüzyıl boyunca sürekli gidip-gelen Demirel-Ecevit-Türkeş-Erbakan tipi geleneksel siyasetçilerden ve ‘darbe ürünü’ olanlardan kurtuluyor gibiydi.
Erdoğan’ın ‘muhteşem’ gelişi bir ‘umut ışığı’ gibiydi. Geniş halk kitleleri bu uzun boylu, cüsseli, otoriter tavırlı adamdan çok şey bekliyordu. İşsizlik, ekonomik belirsizlik, Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla bile dibe vuran TL’nin hali, siyasal yozluk, dış ilişkilerdeki kötü gidiş Türkiye insanını bunaltmıştı.
Ve kuşkusuz askeri vesayet rejimi de…
**
Erdoğan yasağın kalkmasının ardından ‘ara seçim’le milletvekili seçildi, Abdullah Gül’deki ‘emanet’i geri aldı, TC’nin Başbakanı oldu.
Yaklaşık 11 yıl Başbakan olarak kaldı. Girdiği bütün seçimlerden başarıyla çıktı.
2000’li yılların sonlarına kadar Erdoğan’a dönük ‘darbe’ tehditleri, hatta suikast planları olduğu iddia edildi. 2002’den itibaren hız kazanan TC-AB ilişkileri çerçevesinde askerin daralan iktidar alanı ordu içinde rahatsızlık yaratıyordu.
Türkiye’yi her dönem yönetmiş, ‘son sözü söyleyen yer’ olarak bilinen Genelkurmay, oyunun dışına itilmeyi elbette sessizce kabullenmeyecekti.
Erdoğan’ın siyasal İslam adına yaptıkları ‘Atatürk karşıtlığı’ olarak tanımlandı. ‘Mollalar’-‘laikler’ çatışması tetiklendi.
Gerilemesi beklenirken Erdoğan hücuma kalktı ve generaller dahil birçok muhalifini ‘darbeci’ diye hapse sokturdu. Yıllarca süren tutukluluk süresince sivil iktidarını güçlendirdi.
Ancak bu güç o kadar büyüdü ki, Erdoğan artık ‘diktatör’ gibi davranmaya başladı. Basını susturdu, zaten dar olan demokrasi elbisesini daha da kısalttı, daralttı, adeta ‘üç-urup’ haline getirdi.
Siyasetinin merkezini –adını koymasa da- Osmanlı ideolojisine oturttu. Türkiye süratle ‘İranlaşma’ görüntüsüne büründü, çağdaş insanların nefes almakta zorlandığı bir ülke haline geldi.
Askeri vesayetten kurtulmak için Recep Tayyip Erdoğan’a güvenen Türkiye insanı, demokrasinin kurumsallaşamamasının faturasını bu kez de ‘din ağırlıklı rejim’le ödemeye başladı.
Darbelerin demokratik unsurları ezmesi, dağıtması, yok etmesi nedeniyle Türkiye dengesiz bir tahtaravalli gibiydi.
Gücü eline geçiren pervasızlaşıyor, oyunu demokrasi kurallarıyla değil, kendi kurallarıyla oynuyordu.
Ve aslında bu acı gerçek sadece Türkiye halklarının değil, gelişmemiş ülkelerin birçoğunun kaderi gibi görünüyor.
**
Erdoğan’ın 11 küsur yıllık Başbakanlık döneminin Kıbrıs’a yansıması da Türkiye için yazılanlara çok benziyor.
Seçimi kazandığı gece “Kıbrıs’ta statüko kabul edilemez” diyen ve “Bir adım önde olma” siyasetini hiç ağzından düşürmeyen Erdoğan’dı.
O güne kadar Kıbrıs’ta çözüme bu kadar vurgu yapan ve ciddiyetle arkasında duran hiçbir Türkiye Başbakanı olmamıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a, hükümetteki UBP’ye ve Derviş Eroğlu’na ve en önemlisi orduya rağmen Annan Planı’na tam destek vermiş, referandumda ‘evet’ten yana taraf olmuştu.
‘Darbe günlükleri’nde o günlere dair yazılanlar, Erdoğan’ın aldığı riskin hiç de küçük olmadığının kanıtıydı.
Ha keza, Lefkoşa’da İnönü Meydanı’na konulan C-4 tipi askeri bombaların varlığı da ‘karşı taraf’ın Kıbrıs’ta çözüme engel olmaktaki kararlılığının kanıtıydı.
İşte o süreçte Recep Tayyip Erdoğan Kıbrıslı Türklerin, özellikle de çözümden yana olanların gözünde ‘askerle kavga edecek kadar cesur, AB’ye ve çözüme destek verecek kadar gerçekçi’ bir lider portresi çiziyordu.
Kuzeyle güney arasındaki geçişlerin açılması dahil, Kıbrıs’la ilgili atılan adımlar ve KKTC’de şekillenen yeni siyasal kadro ile Kıbrıslı Türklerin ‘dünyaya bağlanma’ ihtimali artık hayal olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüş, bir adım ötede duruyordu.
Bunun baş mimarlarından biri Erdoğan’dı.
**
2009 sonrasında Erdoğan’ın Kıbrıslı Türkler arasındaki imajı su almaya başladı.
Dönemin UBP’li hükümetlerinin TC-KKTC protokolleriyle ilgili ‘iki yüzlü’ tutumu bu süreçte büyük rol oynadı. ‘Toplumsal varoluş’ mitingleri, Kaya Türkmen’in apar topar görevden alınması, ‘istenmeyen adam’ ilan edilen Halil İbrahim Akça’nın Büyükelçi olarak atanması ve bu karmaşanın içinde sarfedilen ‘besleme’ sözleri ipleri iyice gerdi.
Külliye, imam-hatip okulu, ilahiyat fakültesi, Kur’an kursu tartışmaları ve adımları, her köşede camiler ve başka İslami binalar yükselmesi laik ve modern Kıbrıs Türk halkında ‘sosyal yapımıza müdahale’ olarak algılandı.
Bu algı giderek derinleşti ve ‘güven bunalımı’na dönüştü.
Gerek Türkiye’de demokrasi dışı uygulamalar, Gezi Parkı türü olaylar ve gerekse Kıbrıslı Türklere dönük ‘siyasal-ekonomik-dini-sosyal mühendislik’ çabaları Erdoğan’ın bir zamanlar oluşan pozitif imajını iyice yıprattı.
**
2002’den itibaren tanımaya başladığımız ve yakından izlediğimiz Erdoğan bugün Kıbrıs’a bir kez daha geliyor.
Ama bu kez Başbakan değil, Cumhurbaşkanı olarak…
Bir yandan devlet ve hükümet yetkililerinden hüsn-ü kabul görecek, bir yandan sivil toplumun protestosu ile karşılaşacak.
‘Sessiz çoğunluk’ ise Erdoğan’ın 11 yılda neden bu kadar değiştiğini düşünmeye ve hoşnutsuzluğunu kendi muhitinde dile getirmeye devam edecek.
Bununla birlikte, herkesin kafasında “Acaba Erdoğan Kıbrıs sorunuyla ilgili ne yapacak?” sorusu da var.
Bugüne kadar olduğu gibi ‘ileri adım’ siyasetine devam edip sürprizler yapar mı acaba, yoksa rutinin dışına çıkmaksızın, mesajlarını verip gider mi adadan?
Kıbrıs’ta yeni bir atmosfer yaratacak, çözüm iklimini hazırlayacak pozitif adımların sinyalini verir mi Erdoğan?
Mesela Rum lider Anastasiadis’le görüşür mü?
İki ‘Cumhurbaşkanı’ olarak!..
“Asla” diyenler acele etmesin bence…
Bu sefer görüşmeyecek zaten, ama “asla” değil.
Mektubunu iade etmediğine, yırtıp atmadığına göre, Anastasiadis’le gün gele ‘kahve’ de içebilir Erdoğan pekala…
Doğu Akdeniz’deki ‘petrol’ meselesi nasıl tatlıya bağlanacak ki başka?