Erhürman ve Harmancı: Kuzey Kıbrıs Solunda İki Farklı Siyaset Tarzı
Kuzey Kıbrıs siyaseti Federasyoncu-Kıbrıslılık ile KKTC’ci-Türklük kutupları arasında ikiye bölünmüştür. Ancak bu geleneksel ayrıma bir de Akıncı’nın 2015 yılında Cumhurbaşkanlığı (CB) seçimlerini kazandığı günden itibaren Patron-Müşteri ilişkilerine karşı kafa tutanlar ile kafa tutmayanlar ayrımı da eklendi. Bu konuda Prof Dr Erol Kaymak ve onun hayati katkılarıyla bir makale kaleme aldık. Birlikte yazdığımız makalenin özetinin belli kısımlarını içinde bulunduğumuz süreçleri netleştirmeye yardımcı olsun diye kaleme almayı uygun gördüm. De facto olarak var olan ama tanınmayan Kuzey Kıbrıs’ın hem ekonomik varlığını hem de askeri güvenliğini sağlayan ülke Türkiye olduğu için Kuzey Kıbrıs’ın patron devleti Türkiye konumundadır. Tanınmayan KKTC’nin tek taraflı şekilde Türkiye’ye bağımlı olması, onu Türkiye’nin her geçen gün daha da fazla uydu devletciği konumuna sokmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta yer alan “Anavatancı” ve “Şükrancı” kesim için bu durum ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Şükran ve minnet duyguları ile Türkiye’nin patron devlet konumunda olmasını ve ağır alt üst hiyerarşisinde kendilerini konumlamalarına ciddi bir itirazları yoktur. Kuzey Kıbrıs’ın sol kesimi için ama durum böyle değil. Patron-müşteri ilişkilerinin içerdiği katı hiyerarşiye ilk kez açıktan itiraz edip kafa tutan Mustafa Akıncı olmuştur. Denktaş da Annan Planı döneminde Erdoğan’a kafa tutmuştu. Ancak Denktaş’ın bu kafa tutması Akıncı’nın Anavatan-Yavruvatan ilişkilerindeki hiyerarşiyi sorunsallaştırma üzerinden değil de KKTC’nin Annan Planı’na karşı Türklük dünyasındaki bekası ve varlığını sürdürmesi üzerinden olmuştu.
Mustafa Akıncı’nın “biz yavru değiliz kardeş ülkeyiz” üzerinden yürüttüğü ve Kıbrıslılık kimliği üzerinden kafa tutma siyasetini makalemizde “özgürleştirici” olarak değil de “retorik bir kafa tutmak” olarak tanımladık. Çünkü zamanında Başbakanlık yapan Ömer Kalyoncu’nun da dediği gibi “öyle bir devletiz ki bırakın altyapı yatırımlarını yapmayı memurlarımızın maaşlarını dahi ödeyemiyoruz.” Patron-müşteri ilişkisinin ördüğü katı hiyerarşiye karşı “özgürleştirici irade ortaya koymak” ancak uzun vadeye yayılan bir ekonomik, sosyo-politik ve kültürel projelerle mümkün olabilir. Akıncı hiçbir zaman KKTC’nin tek taraflı bağımlılığından nasıl kurtularak veya hangi fedekarlıklarda bulunarak özgür iradeye ulaşılabilinir üzerine detaylı bir vizyonu ortaya koymamıştır. Böyle bir vizyonu herhangi bir siyasetçi ortaya koyar mı bilemem çünkü Kıbrıslı Türklerin tek taraflı ekonomik bağımlılıklarını azaltmaları demek daha da fedekarlık yapıp fakirleşmeyi dahi göze almaları demektir.
Peki bu denli yüksek bir asimetrik güç dengesi ortadayken Patron devlete retorik anlamda bile olsa kafa tutmanın sonucunda ne olur? Patron devletin kendisine karşı yapılan bu retorik kafa tutulmasına karşı tavrı ne olur? Türkiye-KKTC ilişkilerinde yaşayarak gördüğümüz şey Patron devletin de facto devlet üzerindeki müdahalesini ve kontrolünü daha da güçlü hale getirdiğidir. 2020 seçimlerinde yapılan açık müdahalenin yanında, seçim sonrası UBP Kurultaylarında yaşanan tepeden inme siyasal mühendislikler bu durumun en açık örnekleridir.
Peki bu denli güç dengesizliği içinde baştan kaybedeceğini bile bile, de facto devletin sakinleri hangi akla hizmet patron devlete karşı kafa tutar? Bu ilk bakışta dıştan bakan birine pek mantıklı gelmese de, kendi içinde bir mantığı ve tutarlılığı vardır. Akıncı’nın temsil ettiği siyasetin kimlik politikası ve bu kimlik politikası (Kıbrıslılık) çerçevesinde yaşanan varoluşsal sıkışma ve yok olma kaygısı krizi siyasi platforumda retorik anlamda da olsa kafa tutmaya zemin hazırlar.
CTP’nin Talat liderliğinde yürüttüğü ve şimdi de Erhürman ile devam ettirdiği siyasi çizgide Türkiye ile olan ilişkilerde retorik bile de olsa kafa tutmaya öncelik verilmez. Son 20 senede CTP kendisini daha çok patron-müşteri ilişkilerinin hiyerarşisine kafa tutan bir taraf değil de patron-müşteri ilişkisi arasındaki bir “aracı” veya “arabulucu” rolüne konumlandırmıştır.
2020 seçimlerinde Tufan Erhürman’ın “Türkiye ile beni kimse kavga ettiremez”, “Türkiye ile tartışma değil diyalog”, “ben bile bile toplumumu zarar göreceği bir kavganın içine sürüklemem” söylemleri; Akıncı’nın retorik kafa tutma tarzından nasıl ayrıştığını gözler önüne sürmektedir. Erhürman bu farkını bir kez daha türban tartışmalarının kızıştığı ve kutuplaştığı anlarda “Güney’e gidin” naralarına karşı “esas siz gidin veya buraya uymayan gitsin” demek yerine “bizde sev, ya da terk et, kültürü yok” diyerek aynı tepkisellik seviyesine düşmeme erdemini göstermiştir. Bu kutuplaştırıcı söylemler karşısında galyana gelmeden ve karşı tarafla benzeşmeden demeçler verebilmek gerçekten ayrı bir meziyet gerektirir.
Elbette CTP yeknesak bir yapı değildir ve 2020 CB seçimlerine giderken CTP tabanının bir kesimi Erhürman’ın “arabulucu” rolünü benimsemeyip Akıncı’nın retorik kafa tutma siyasetine kaymıştır. Şu anda da sol kesimlerin içinde bu iki farklı siyaset tarzı tartışılıp durmaktadır. Bu aynı zamanda solun kendi içindeki hegemonya savaşıdır.
Sol içindeki bu tartışma Erhürman’ın protokol düzenini bozmamak ve nezaketli davranmak adına Yüksek Mahkeme’nin temel atma töreninde yapılan dini ritüellere ayak uydurmasıyla yeniden alevlendi. Akıncı tarzı siyasi geleneğinin temsilcisi olan Mehmet Harmancı, Tufan Erhürman’ı "zor şartlarda nezaketen mecbur kaldıklarımızın, hatta katıldıklarımızın, hanemize yazacağı nezaket artısından çok tarihsel bir sorumluluğu yerine getirememek olarak anılacağı günleri yaşayarak göreceğiz" sözleriyle eleştirdi.
Her siyasi tartışmada olduğu gibi olaya baktığınız yerden göreceli anlamlar çıkardığımız ve kendi kendimizi konumlandırdığınız bir tartışma söz konusu. Erhürman tarzı siyaset “kafa tutma” siyasetinin “baştan ilan edilmiş bir yenilgi” olduğunu vurgularken, Akıncı tarzı siyaset de “eşitsizlik ilişkisi karşısında sadece diyalog değil net tavır da sergilemek lazım” hususunu vurgulamaktadır. Bu iki farklı sol siyaset tarzı belki de varmak istedikleri sonuç açısından aynı olsalar da, sonuca doğru giderkenki yöntem hususunda birbirlerinden farklılaşıyorlar.
Ancak Harmancı da, Erhürman da bir noktada söylediklerinde ortak bir noktada buluşuyorlar. İkisi de binalarımızı kendimizin yapmamız gerektiği konusunda hemfikirdirler. Veya ikisi de protokol düzenlemelerinin bu ülkeye uygun yapılması gerektiğini vurguluyorlar.
Ancak esas soru havada asılı kalmaya devam ediyor.
Retorik kafa tutma değil de özgürleştirmeci iradeyi kim nasıl ve hangi uzun vadeli siyasi ve ekonomik projelerle gerçekleştirecek? Bu projelere destek veren hangi kesimler veya kurumlar var?
Yoksa bazı çevrelerin sandığı gibi sosyal medyada kendi kendimizi rahatlatmak amacından öteye gitmeyen, saman elevi gibi tepkisel ver yansın edasında yazılan mesajlarla özgürleştirmeci iradeye ulaşmak mümkün değildir.