1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Erkek Gibi Kadın”
“Erkek Gibi Kadın”

“Erkek Gibi Kadın”

“Erkek Gibi Kadın”

A+A-


Tufan Erhürman

Daha geçen hafta söz etmiştim bu yazardan ama sevgili Ulaş’ın (Ulaş Gökçe) sosyal medyada yazdığı bir not aklıma yine Galeano’nun bir pasajını getirdi. Paylaşmak ve okuyucuyu üzerinde birlikte düşünmeye davet etmek istedim.
Şöyleydi Ulaş’ın notu: “İnsanın dili sürçebilir. Önemli olan niyet tabii. Ancak ısrarla ve defalarca 'Erkek gibi kadın. Adamların yapamadığını yapan kadın. Adam gibi kadın' tekrar eden az gelişmiş ülkenin geri bırakılmış solcusu aklıma şu soruyu getirdi...”
Ulaş’ın aklına gelen soruyu burada paylaşmayacağım. Dileyen devamını sosyal medyadan bulup okuyabilir. Ama buraya kadar söyledikleri de konuyu tartışmak için yeterli.
İki önemli nokta var bence notta. Birincisi, bir kadının yaptıklarını övebilmek için illa ki onun erkekleştirilmesine gerek duyulması. Takdir edilmesi gereken bir şey yapmışsa bir kadın, bu onun “erkek gibi” ya da “adam gibi” olduğunu gösteriyor. Bu ülke çocuklarının diline yerleşmiş olan “Erkek Fatma” yakıştırması da bu anlayışın bir tür uzantısı olsa gerek. Ataerkinin dile sirayeti feminist teorinin üzerinde çok durduğu, son derece önemli konulardan biri. Ama sanırım buradaki sorun bunun da ötesinde bir yerlerde. “Erkek merkezcilik” demek yanlış olmaz sanırım bu düşünce biçimine. Seçimlerde, “kadınlarımıza” şunları vereceğiz, onlar için şunları yapacağız diye ilan asmakta bir beis görmeyen siyasi partilerin yaklaşımlarıyla benzeştirmek mümkün söylenenleri. Üyeleri, yöneticileri arasında kadınların da bulunduğu bir siyasi parti, “kadınlarımız” diyerek başlarsa söze ve hiçbir afişinde “erkeklerimiz” ibaresini kullanmak aklına dahi gelmezse, bu, üyesi ve yöneticisi olan kadınları görmezden geldiği, yok saydığı, onların varlığına rağmen tüzel kişiliğini erkek olarak kabul ettiği manasına gelmez mi aslında? Özne ve esas kahraman her durumda erkek sonuçta. Kadın ikincil, hatta nesne gibi bir şey. Ve onun özne olması, özellikle de iyi bir şeyler eyleyen bir özne olması erkekleştiğini göstermekten başka bir işe yaramıyor. Siyasetin öznesi erkek olduğuna göre, kadın ya siyasetin nesnesi oluyor ya da iyi siyaset yaptığı, özneleştiği anda kadınlıktan uzaklaştırılıp erkekleştiriliyor ki kadının da siyasetin öznesi olabileceğini kabul etmek zorunluluğu doğmasın!
Galeano bana Ulaş’ın notunun hatırlattığı, “Davetsiz Misafir” başlıklı yazısında, bir manada, erkek merkezli anlayışın bizimki gibi az gelişmiş toplumlara mahsus olmadığını anlatıyor.
“1951’de Life dergisinde yayımlanan bir fotoğraf New York’un kültür çevrelerini karıştırdı.
Şehrin sanatsal avangardından seçkin ressamlar ilk kez toplu halde görünüyorlardı. Mark Rothko, Jackson Pollock, Willem de Kooning ve soyut dışavurumculuğun diğer on bir ustası.
Fotoğraftakilerin hepsi erkekti, ama arka sırada, siyah mantolu, şapkası ve çantası kolunda, tanınmamış bir kadın da görünüyordu.
Fotoğraftakiler onun gülünç mevcudiyetinden ötürü hissettikleri hoşnutsuzluğu gizlememişlerdi.
Oradan biri, kadının bu kareye sızmış olması nedeniyle boş yere özür diliyor ve aklınca ona övgüler düzüyordu:
- O bir erkek gibi resim yapar.
Kadının adı Hedda Sterne’di” (Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev. Süleyman Doğru, İstanbul, Sel Yayınları, 2012, s. 228).
Görüldüğü gibi yıl 1951 olsa da, nedense her dönemde çağın ulaştığı zirveyi temsil ettiği kabul edilen ülkelerden birinde, hem de sözde öncülüğe soyunan avangart ressamların arasında dahi kadın, oraya ait olmayan bir tür “çirkin ördek yavrusu” muamelesi görmekte ve övülmesi gerektiğinde hemen erkekleştirilmektedir.
Bu pasaj, sevgili Ulaş’ın notundaki ikinci önemli noktayla ilgili de düşünme fırsatı yaratıyor bence. “Az gelişmiş ülkenin geri bırakılmış solcu”suna yaptığı vurguyla, sanırım kadının ikincilleştirilmesinin, nesneleştirilmesinin sebebini “az gelişmişlikte” ve “geri bırakılmışlık”ta gördüğünü anlatıyor Ulaş. Eğer “gelişmişlik” diye bir şey varsa, bunun kadının erkekle eşit kabul edilmesini gerektirdiği konusunda tabii ki hemfikirim kendisiyle. Solculuğun her şeyden önce eşitlikçilik anlamına geldiği ve toplumsal cinsiyet eşitliğini içselleştirmenin de bu siyasi duruşun olmazsa olmazı olduğu konusunda da kuşkum yok. Ama bu haller önemli bir konuyu kavramamıza da yardımcı oluyor bence. Hani feministlerle yaptıkları tartışmalarda, feminist mücadeleyi çok da gerekli görmediklerini, sosyalizmin zaten feminizmi de içerdiğini, hadi biraz karikatürize etmeme izin verin, devrimden sonra zaten “kadın sorunu”nun da otomatik olarak ortadan kalkacağını ileri sürüyor ya bazı sosyalistler, gerek Ulaş’ın, gerekse Galeano’nun sözünü ettiği olaylar bunun hiç de geçerli olmadığını gösteriyor bize. Maalesef en çağdaş, en radikal, en avangart, en solcu, vb. olanlarımız arasında da, “toplumsal cinsiyet eşitliği sorunu” gündeme geldiğinde, ataerkil düzenin beyninin kıvrımlarına ne kadar nüfuz ettiğini görmekten, kabul etmekten aciz pek çok insan var. Feministlerin mücadelesi tam da bu sebeple son derece önemli ve değerli. Ve özellikle kendine çağdaş ya da solcu diyenler bu mücadelenin önemini ve değerini kavramadıkça, ağzından çıkanı kulağı duymayanlar, “erkek (adam) gibi kadın” kavramını övgü, “kadın (karı) gibi erkek” kavramını da yergi için kullanmaya maalesef devam edecekler.

Bu haber toplam 1429 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 108. Sayısı

Adres Kıbrıs 108. Sayısı