1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Ermenistan’daki nefret söylemine bakış…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Ermenistan’daki nefret söylemine bakış…”

A+A-

BASINDAN GÜNCEL…

 

 

Yasemin İnceoğlu

 

İletişim uzmanı Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, geçtiğimiz günlerde nefret söylemi çalışması kapsamında Ermenistan medyasındaki durumu yerinde incelemek üzere Yerevan’a gitti. İnceoğlu Ermenistan’daki sorunları ülkenin bu konulara kafa yoran gazetecileri ile konuştu:

“Hrant Dink Vakfı 10.Seyahat Fonu yararlanıcısı olarak, Dr.Tirşe Erbaysal Filibeli ile üzerinde çalıştığımız Nefret Söylemi projesi için gittiğim Ermenistan’da gazetecilerle görüşmeler yaptım.  Projemizin Türkiye ve Ermenistan olmak üzere iki ayağı mevcut. Türkiye’de medyanın nefret söylemini Hrant Dink Vakfı’nın Medyada Nefret Söyleminin İzlenme Projesi sayesinde takip ediyoruz.

Proje, medyada insan haklarına saygı, azınlıklara ve farklı kimliklere saygının güçlendirilmesine destek olmanın yanı sıra yaygın ulusal medyada gözlemlenen nefret söylemiyle mücadele amaçlarını taşıyor. Türkiye’de yaşayan Ermeni vatandaşlarımız da en çok nefret söylemine maruz kalanlar arasında ilk sırayı çekmekteler. Doğal olarak biz de Ermenistan medyasındaki durumu merak ettik.

Ötekiler

Ermenistan ayağı için 10 gazeteci ile görüşüldü. Bu yazıda Erivan’da faaliyetini sürdüren Media Initiatives Center’da çalışan iki gazetecinin, Anna Barseghyan ve Gegham Vardanyan’ın genel olarak Ermenistan’da “öteki”lere karşı yöneltilen nefret söylemi üzerine düşüncelerini özetleyip aktarmaya çalışacağım. Öncelikle, tek başıma yaptığım Ermenistan seyahati esnasında en ufak bir olumsuzlukla karşılaşmadığımı söylemek isterim. Aksine, gün boyu etkileşim içinde olduğum halk, görüştüğüm gazeteciler ve STK çalışanları bana karşı son derece sıcak ve dostane bir tavır sergiledi.

Ermenistan’ın ötekileri, bir başka deyişle nefret söylemine maruz kalanları; LGBTİ’ler, Azerbaycanlılar, Apostolik kilisesinin dışında kalan Hristiyan azınlıklar, Afrikalılar –Nijeryalılar. (Daha önce LGBTİ'ler hakkında yazdığım yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz.)

Uçurumlar

Ermenistan 3 milyon nüfusu ile düşük-orta gelirli bir ülke. Kurumsallaşmış yolsuzluğun yoğun olduğu ülkede, kaynakların büyük bir bölümüne ulaşan seçkin bir grup ile yaşam mücadelesi veren çoğunluk arasında büyük bir uçurum söz konusu. Freedom House’un raporunda kısmen özgür ülke kategorisinde yer alan ülkede eşcinsellere karşı olumsuz tavırların kökeni Sovyet dönemine dayanıyor. Komünist liderlerin, eşcinselliği kapitalizm ürünü ve de bir suç olduğuna dair algılarını, bağımsızlıktan sonra da Ermeni Apostolik kilisesinin etkisi altında kalan kamuoyunun aynı zamanda  bunun büyük bir günah olduğu kanısı da pekiştirmiş. Televizyonlar LGBTİ’lere asla yer vermiyor. Onların hasta ve tedaviye muhtaç oldukları sürekli olarak yineleniyor . Gegham anlatıyor; “Düşünsenize Belediye başkanı LGBTİ’leri yakmak lazım deyince gazeteci yanıt olarak evet ama onlar hasta tedavi edilmeliler, diyebiliyor”. Anna ekliyor; “Ermenistan’da bırakın eşcinselliği feminizmi savunmak bile kötü bir şey. Feminizmin de aile değerlerini mahvettiğine inanıyorlar.”

Nefret söyleminin nasıl yok sayıldığını Gegham şöyle anlatıyor: “Ülkedeki asıl sorun nefret söylemi hakkında konuşulmaması, ne kamunun ne de medyanın gündeminde olması ve tartışılmaması. Tabii ki nefret söylemi var ama sanki yokmuş gibi davranılıyor, halbuki konuşmamız gereken bir başlık.” Anna da  nefret söylemi üretenleri eleştirmeyenlerden şikâyetçi. Ermeni medyasında nefret söyleminin yer almaması gerektiğini savunarak konuya dikkat çeken küçük medya gruplarının olduğunu ancak ana akım medyanın ne yazık ki bundan herhangi bir rahatsızlık duymadığını ifade ediyor.

Önyargılar

Gegham söze giriyor: “Ülkedeki yerleşik kanıya göre, eğer Apostolik Hristiyan değilsen, Ermeni değilsin. Sovyet döneminin etkisinde ateist sayısı oldukça fazla, hatta gelenekleri de bilmiyorlar ancak mahalle baskısı ağır hissediliyor. Birçok insan senede iki üç kereden fazla kiliseye gitmez, o da ancak başka ülkelerden gelen misafirlerini gezdirmek bahanesiyle oluyor, ama çoğunluktan biri olmak istiyorlar”… Burada bir ayrıntıyı kaçırmamak lazım. “Dindar olmamalarına rağmen kiliseye destek vermelerinin önemli bir nedeni de, böylelikle Ermeniliğe destek verdiklerine inanmaları.”

Anna ultra milliyetçiliğin varlığından bahsediyor: “Ultra milliyetçiler Afrikalı, Nijeryalı kadınlar ile evlenenlerin Ermeni genini bozduklarına inanıyorlar. ‘Aptallar, kapasitesizler, eğitimsizler, biz küçük bir ülkeyiz bu insanlardan kendimizi korumamız lazım’ kanısı yaygın. Bu grup insanlar sürekli aşağılanıyor, hakarete maruz kalıyor.”

Karşılaştırma

Sosyal medyada, özellikle de kanaat önderleri sürekli Türkiye ve Ermenistan ile karşılaştırması yapıyorlar.

“Azerbaycanlılar koyun gibi, Türkler düşmanımız, Azeriler ve Türkler aslında aynılar, bir farkları yok”.

“Yaz tatilinizi nasıl olur da Türkiye’de geçirirsiniz? Dövizinizi düşmanlara mı bırakacaksınız?”

“Türkiye’den hiçbir şeyi satın almayın”

Bavul ticareti yapmak için Türkiye’ye gelip Türkiye’den pantolon satın alanlar hakkında anti-propaganda videosu bile yapılmış.

Ancak şöyle de bir durum olduğunu söylüyorlar: “Hiçbir şey üretmiyoruz ve her şeyi Türkiye’den alıyoruz, tuvalet kağıdına kadar.”

Ermenistan’a gelen fazla turist olmadığını belirtirken, özellikle de Nevruz zamanı gelen İranlıların da nefret söyleminden payanı aldığı ve  “Bunlar niye geliyorlar, kokuyorlar” dendiği anlatılıyor.

Türk ve Türkiye

Türkiye özelinde ifade edilen sorunlar şöyle: “Ermeni medyası yalnızca Türkiye’de olan kötü şeyleri haberleştiriyor. Özellikle de soykırım konusuna odaklanmış vaziyetteler. Devamlı olarak Türkiye’de demokrasi yok mesajı veriliyor ama Ermenistan’daki durumdan hiç bahsedilmiyor. Türkler bizim düşmanımız. Ermeni şarkısının melodisi Türkçeye benziyor ve Türkiye’de de çok popüler diye Türkler sevdiği için mutlu olmamız mı lazım?”

Önyargı kalıplarına dair birkaç deyiş de örnek veriliyor: “Türk Türktür, onlara güvenilmez.

Sen Türk müsün?

Türk bile bunu yapmaz.

Sen Yezidi misin, Kürt müsün?”

Anna Türkiye’deki öz-denetim mekanizmasının Ermenistan’da da aynı şekilde işlediğini söylüyor. Bu mekanizma sadece Basın Konseyi’ne üye olanları yani etik kodlara uymayı taahhüt edenleri bağlıyor, üye olmayanlar ‘bizi ilgilendirmez’ deyiveriyorlar.

Sonuç olarak, homojen bir toplum oldukları için çok kültürlülük ve çeşitliliğe gereksinimleri oldukları ancak bu şekilde bu önyargıları kırabilecekleri konusunda her iki gazeteci de hem fikir. Gegham tüm bunun bir eğitim sorunundan kaynaklandığını, eğitimin devlet politikası olarak benimsenmesi gerektiğini, medyanın ön yargıları ve kalıp yargıları yeniden üretmemesinin önemini, en sık olarak rastlanan “Ermeniler en iyi ulus, Tanrı dünyada en iyi ulus olarak bizi seçti” tarzı klişelerin terk edilmesinin bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Bunun bir zaman işi olduğuna inanıyor, bu kuşaktan olmasa da bir sonraki kuşaktan umutlu. Ona göre, bir başka önemli sorun da gazetecilerin ve editörlerin nefret söylemi yaydıklarının farkında bile olmamaları. İletişim Fakültelerinde bunun eğitiminin verilmesi gerektiğini belirtiyor.

Anna ise bu konuda çok umutlu değil. “Yeni kuşak gençler düzeltecek diyorlar ama gerçek şu ki gençler de ailelerine benziyor, armut dibine düşer misali.”

Türk medyasının Ermenilere yönelik ötekileştirici, ayrımcı, kalıp yargılar ve nefret söylemi üreten dili aynı şekilde Ermeni medyasında da mevcut. Burada önemli olan her iki ülkenin gazetecilerinin bunun farkında olmaları, bu sorunu dillendirmeleri. Hatta bu alanda karşılaştırmalı çalışmaların, konferansların ve çalıştayların gazetecilerin ve iletişim akademisyenlerin katkılarıyla yapılması öz-eleştiri kültürüne de büyük katkı sağlayacaktır.

Buluşmamız hem beni hem onları son derece mutlu etti. Öncelikle son derece samimi, içten, önyargısız ve öz-eleştiri yaparak konuya yaklaşmalarının çok değerli olduğunu düşünüyorum. Ermenistan-Türkiye normalleşme süreci ancak gazetecilerin bu yaklaşımı ile mümkün olur ve anlam kazanır. İnsanlarını çok sevdiğim Ermenistan, ile ülkem arasında bu ortak barış dilinin tesis edilmesinin elzem olduğu kanısındayım.”

(AGOS – Yasemin İNCEOĞLU – 12.9.2017)

 

 


 

BİANET.ORG

Romanya’dan geçmişle yüzleşen bir belgesel film:
“Ölü Millet…”

 

 Murat Türker

Eserin adı Ölü Ülke, Ölü Ulus, Ölü Budun, Ölü Halk, Ölü Kavim, Ölü Vatan veya Ölü Memleket olarak da tercüme edilebilir. Ne de olsa, filmde hiç ifade edilmeyen bu kavramın yorumunu usta sinemacı seyirciye bıraktığını söylüyor.

Devletin sorgulanmaz güdümündeki bir diyarda, toplumun bir kesimi düşman ilan edilip her türlü kötülüğün sebebi olarak lanse edildiğinde kabaran ırkçılık ve ayrımcılık, nefret, kin, hınç ve öfkeyle birleşerek şiddete dönüşür, "barbarlık" adını uygun gördüğümüz pratikler hızla yaygınlaşır.

Fakat siyaset gereği iktidar saf değiştirmek zorunda kaldığında eski düşmanlıklar bir anda unutulur, hatta inkâr edilir, geriye maskesi düşmüş bir kesim, paramparça bir toplum, belki bir daha sahip olunamayacak değerli bir mirasın telafi edilemeyen kaybı kalır.

Romanya'nın son yıllarda bilhassa kurmacalarıyla ödüllere doymayan yönetmeni Radu Jude 2017 yapımı çalışmasıyla kolaj bir belgesele imza atıyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Romanya'da yükselen antisemitizmin nelere malolduğunu kendine has bir dille aktaran Țara moartă (Ölü Millet/The Dead Nation) en son Locarno Film Festivalinde boy göstermişti.

Bir taşra fotoğrafçısının elinden çıkma fotoğraf kareleri, Yahudi bir doktorun günlüğü ve dönemin propaganda konuşmalarının kayıtlarıyla harmanlanmış etkileyici belgesel geçmişten günümüze ışık tutuyor.

Sinema dünyasında yetkinliğiyle olduğu kadar siyasi duruşu ve mütevazi kişiliğiyle de dikkat çeken bir yönetmen Radu; Avrupa'da (coğrafyamızda ve tüm dünyada) ekstremizmin kasten beslenerek yükseldiği günümüz şartlarında, aksayan bir şeyleri kamufle etmek üzere günah keçileri bulmakta kimsenin zorlanmadığının da farkında.   

Günah keçileri

“Şimdiye kadar çektiğim filmler arasında aleni olarak en politik ve felsefi çalışmam bu” diyor Radu. "Siyasi olmasının sebebi toplumumuzun genelde konuşmaktan haz etmediği bir meseleye parmak basmam: Özellikle ülkenin doğusunda azmış bir antisemitizm ve Yahudilere yönelik toplu kıyımlar". Genelde başkalarının suçlandığı bir dinamik olarak hatırlamak işine gelmiş çoğunluğun, Romanyalı tarihçiler Holokost'taki Rumen sorumluluğunun 400 bin civarında kurbanla eşleştiğini belirtmiş olsa da.

Tercihini mümkün olduğunca adaletten yana kullanan Radu ülkesinde Romanlar'a kısa bir süre öncesine kadar kölelik yaptırıldığını bize Berlinale'den ödüllü, muhteşem Aferim!'le aktarmıştı. Memleketinin mazisindeki kirli çamaşırları tek tek teşhir etmeyi kendine şiar edinmişe benzeyen çalışkan sinemacı, çoğunluktan farklı olana dair hassasiyetini İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş Yaralı Kalpler (Inimi Cicatrizate/Scarred Hearts) adlı diğer olağanüstü eseriyle de kanıtlamıştı.

Geleneksel belgesel tarzlarından ayrılan son eserinin felsefi yönüne de dikkat çekiyor Radu. Gerçeği ve de özellikle tarihsel vakaları görsel olarak temsil ettiği iddia edilen araçların ne kadar sınırlı ve sorunlu olduğunu kanıtlıyor filminde. Bir yanda, taşrada fotoğraçılık yapan Costică Acsinte'nin kadrajına girmiş, hayatına neredeyse herhangi bir pürüz çıkmadan devam ediyormuş gibi görünen halkın bir kesimi ve ateşe körükle gitmekte olan yalan makinesi halindeki devlet propagandası, diğer yanda Yahudi doktor Emil Dorian'ın ayrıntılı günlüğü aracılığıyla aktarılan mahvolmuş yaşamlar.

Mallarına bir anda el konup sokaklara düşen aileler, açlık, sefalet, sürgün, dayak, işkenceler ve tecavüzler, katliamlar ve intiharlar; üzerine yanıcı madde dökülerek canlı yakılan bedenler veya gaz kullanılarak topluca sona erdirilmiş hayatlar… 

Klas belgesel

Bazıları birer şaheser olmak üzere birbirinden ilginç ve net siyah-beyaz fotoğraf seyirciyi perdeye çivilerken, Romanya halkının o dönemdeki hayatının detaylarını uzun uzun inceleme şansına sahip oluyoruz.

Fakat Radu bir kısmı flu veya zamanla dokusu değişim geçirmiş fotoğrafları veya sessiz anları da gayet başarılı bir biçimde kullanıyor. Film boyunca dinlemekte olduğumuz metinde aktarılan ızdırap bir yana, propaganda konuşmalarının acımasız ruhunu hissettiren bazı özel karelerin etkisi yadsınamaz, mesela Faşist selamı veren çocukların kareleri.

Estetik sıfatını kesinlikle hak eden belgeselin yapımcı hanesinde, kısa filmleri dahil yönetmenle kariyerinin başından itibaren işbirliğine girip birçok başarıda katkısı olmuş, adı son yıllarda iyice öne çıkan Ada Solomon'u görüyoruz.

Geçmişle yüzleşme, hesaplaşma, bedel ödeme veya en azından özür dileme hususlarında pek de hevesli görünmeyen milliyetçiler tabii ki Radu'dan rahatsız. Hitler'in icraatına bir zamanlar hayranlık ifade etmiş Emil Cioran gibi entelektüellerin bile geriye dönük herhangi bir pişmanlık ifade etmemiş olması, Radu'nun olgunluk döneminde ayırdına vardığı acı bir gerçek.

Günümüzde yobaz milliyetçiler, soyadından da yola çıkarak "Pis Yahudi" yaftasını yapıştırmış durumda, ironiyi elden bırakmayıp kendiyle dalga geçebilmeyi bilen ve de Yahudi olmadığını bu arada belirten Radu Jude'ye. Kendilerine dönüp bakmaktan aciz fanatiklerin, körü körüne bağlı oldukları dogmaları, geçmişteki hata ve kabahatleri objektif bir gözle ele alıp eleştirebilmelerini beklemek abes olsa gerek; zaten onların gözünde Yahudiler'in hakkını ancak bir Yahudi savunabilir!

Jenerasyonundan saklanmış, okul kitaplarında veya tarihsel belgelerde yer verilmemiş mevzulara el atmayı seviyor 1977 doğumlu Radu.

Nazi Almanyasıyla dört sene süren müttefiklik sırasında, din ön plana çıkarılarak komünist düşmanlığının körüklendiği Romanya, İkinci Dünya Savaşı biterken saf değiştirmiş, sonradan tüm kötülükler Almanlar'a atfedilir olmuş, tıpkı Yunanlıların Selanik Yahudilerine uygulananlar karşısında sergiledikleri tavırlar gibi, veya…

Rumenlerin kendilerini mağdur sınıfına koyma geleneği vardır diyor ve bazen senaryodaki kötü adam olduğunu kabul etmenin daha sağlıklı olduğundan dem vuruyor Radu. Tabii devlet politikasındaki 180 derecelik çark sonrasında yetkililer Yahudilere yapılanları sümenaltı etmeyi tercih etmiş, halk da unutmayı. Yalnız üst seviyede bir bürokrat, Yahudilerin ticari başarıları yüzünden bazılarını rahatsız edip kıskandırdığını adeta itiraf etmekten nedense geri duramamış!

(BİANET.ORG – Murat TÜRKER – 16.9.2017)

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2063 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar