Eski Bir Fotoğrafa Bakarken…
Eski bir dostum samimi dileklerini yazdığı yeni yıl mesajını gönderirken, tatlı bir sürpriz yaparak, içinde birlikte yer aldığımız yarım asırlık soluk bir fotoğrafı da, “Hatırlıyor musun?” notuyla yanına eklemiş. Adadan uçmaya hazırlanan bir grup genç insan bir aradayız. Yıl 1970 olmalı. Bakışlarımıza, daha çok büyük hayallerimizin hakikat olacağına dair umut, ama biraz dikkat edilirse belirsizliğin gizli endişesi de yerleşmiş. Aradan geçen bunca yıldan sonra, bazıları artık bu dünyadan göçmüş olan o gençlere bakarken, bölük pörçük hatıralar arasında geziniyorum. Sonra bu gezinti alıp beni Melih Cevdet Anday’ın “Fotoğraf” şiirine götürüyor. Üç genç şair, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet’in gençlik yıllarında bir arkadaşlarıyla bir parkta, beraber yan yana oturarak poz verdikleri ve Melih Cevdet’in dizeleriyle ölümsüzleştirdiği o siyah-beyaz fotoğrafa:
Dört kişi parkta çektirmişiz.
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay’ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman Efendiyi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.
Şimdi artık kitaplarda yer alan, o günlerde, henüz daha gençken, M.Cevdet’e “Ama ben hiç böyle mahzun olmadım” dedirten ve sonra da adeta iç geçirerek “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde” diye sorduran ve nihayet bir teselli mi yoksa itiraf mı olduğu meçhûl “Oysa hayattayız hepimiz” dizesi ile sonlanan şiirini okurken, çok tanıdık bir duyguyla yüz yüze geliyormuş hissine kapılıyor sanki insan. Ne olabilir ki?
Yoksa akıp giden zamanın yaşandığı anda dondurulması ve hep o anki haliyle orada kalmasında mı gizli her şey? Birdenbire karşımıza çıkan, bazen en masum çocuk hallerimizi; bazen deli toy gençliğimizi; bazen hatırası hafızanın karanlık kuyusuna sinmiş gizli beraberliklerimizi; bazen en ürkek, bazen en haşin ve bazen de en kararlı hallerimizi; bazen yaşandığı an itibarıyla en önemli saydığımız günlerimizi hep o anın sonsuzluğunda resmeden o eski fotoğraflara şimdiki zamanda yeniden bakarken gördüklerimizin yüreğimizde yarattığı sancı neyin nesi? Hep eksik kalan bir şeyin derin sızısı mı; yanlış başladığımız bir yolculuktan geriye kalan pişmanlıklarımızın hüznü mü; her geçen gün arkamızda biraz daha biriken geri dönüşü imkânsız hatıralar yığınının dayanılmaz ağırlığı mı; her şeye rağmen yaşamış olmanın tesellisi mi; abartılmış başarılarımızın coşkusu mu, yoksa başarısızlıklarımızın gizlenemeyen utancı mı; yarım kalan isyanlarımız mı, değilse boyun eğen imanlarımız mı; yaşadıklarımızın mı yoksa hatırladıklarımızın mı gerçek olduğu konusunda bizi bunaltan tereddütlerimiz mi; yanılsamanın gerçekle ve gerçeğin yanılsamayla içiçe geçtiği göz kararması ve bellek yorgunluğu mu..........!?
Beyhude sorular gibi bunlar, çünkü çoğladıkça daha da bir düğümleniyor boşlukta ve nihayet bir fotoğrafta adına ölümsüzlük dediğimiz bir avunmayla bir süre teselli bulurken, kaçınılmaz olanla, mutlak ölüm gerçeğiyle buluşuyor sonunda.
Belki de görüntünün zamana attığı çentiğin kenarından savrulan çağrışımlardır asıl bizi geniş zamanlar ve mekânlar arasında ve ötesinde savurup duran. Ya da kim bilir, görüntünün kendisi midir gerçek olan yoksa bir ana sıkışmış zamanın resmettiği o görüntülerin zihnimizde çoğalan hayalleri ve hatıraları mıdır onlara anlam kazandıran sorusudur beynimizi kemirip duran? Ve işte bir başka soru: Yaşadıklarımız mıdır hatırladıklarımız yoksa hatırladıklarımızı mı yaşıyoruz sadece? Hangisi, ne ve nasıl olursa olsun o eski siyah-beyaz fotoğraflar karşısında içine düştüğümüz ruh hali -ya da hüzün hali-, modern insanın güç kazandıkça inadına güçsüzlüğün girdabına çaresiz düşüşünü ve öylece sürüklenip gidişini yansıtıyor gibidir bir bakıma. Öyle değil mi sahiden? Modern insanın kendinden önceki nesliyle ve zamanlarla arasında bir uçurum boşluğu yaratan o keskin kopuşun yaşandığı yerde keşfettiği akıl gücü; sonra o akıl gücünün bilim, bilgi ve teknoloji yoğunluğuna dönüşmesi; sonra daha da büyüyen bu gücün doğaya hükmetmeye başlayarak onu yağmalaması ve nihayet artık dizginlerini kendi eline aldığı -ya da öyle sandığı- iradi serüveniyle en büyük isyanına, yani ‘kader’iyle hesaplaşmaya soyunarak o sınırı zorlamaya başlamasıyla kopmadı mı büyük fırtına?
Yaşamını denetlemeye ve yönlendirmeye çalışması, ona farklı anlamlar ve değerler yükleme mücadelesine soyunması; Tanrıyı gökyüzünden yeryüzüne indirme çabası -ya da Tanrının hakkıyla Sezar’ın hakkını ayırması- ve dahası kendi tanrısallığını kendi gücünde ve yeteneklerinde keşfedip durması, insana belki çok şeyler kazandırdı ama ona en çok istediği ve aradığı şeyi, yani ölümsüzlüğü, getiremedi. Tam aksine her gün ve her an, her yerde ve her olayda ‘ölümlü’ olduğunun yeniden farkına vardı. Bu mutlak gerçeklik karşısındaki bir tesellisi, kendi görüntülerinin, düşlerinin, hayallerinin sonsuzluğunu yaşamayı becerebilmesi oldu. Bazen bir fotoğrafta zamanı sonsuza kadar durdurabildi ve o sonsuzluğun içine hiç değişmeyen görüntüleriyle yerleşti ve o haliyle hep orada kaldı. Ya da bir şiirin dizelerinde zamandan zamana taşındı ama yok olmadı, her okunuşta yeniden ve üstelik çoğalarak ayağa kalktı; bitmedi, bir romanın satırlarına yerleşti ve hiç silinmedi, elden ele, düşten düşe taşındı; durmadı, müziğin sesinde ve ritminde kaynağı kurumayan su olup aktı. Sonlu olmanın çaresizliğinden kurtulamadı, ölümü geçemedi ama sonsuz yaratıcılığını ölümün sonrasına miras bırakarak, bir bakıma kendi ölümünden başkalarının hayatlarına taşarak ölümsüzlüğü yaşadı.
Şimdi, çok eski zamanlardan ya da o eski zamanların sonsuza kadar donup kaldığı soluk siyah-beyaz fotoğraflardan birdenbire çıkıp gelen eski dostlar sarsıp duruyor yüreğimizi ve belleğimizi? İyi de, bizim için hâlâ onları bıraktığımız yerde duran ve diyelim elli yıl sonra hep öylece durdukları o uzak zamandan ve yerden, yani siyah-beyaz soluk bir fotoğraftan, çıkıp gelerek birdenbire karşımızda bitiveren o eski dostlara bakarken gördüğümüz yabancılar kim? Zamanı, o sonsuza yazılmış -ve belki de daha o an ölmüş; yoksa ölümsüzleşmiş mi- eski görüntülerde tekrar etmek ve bir kez daha yaşamak ne yazık ki mümkün değil. Elli yıl sonra geriye kalanlarımız, birbirimize şaşkın ve ürkek gözlerle bakıp dururken, evet hâlâ yaşıyoruz; içimizde derinlerde bir yerlerde çoktan kuruduğunu sandığımız sevgi pınarının yeniden akmaya başladığını duyumsuyoruz; “neydi o günler!” ya da şaşkınlığımızı gizleyemeden “yahu sen sahiden o musun?” diye sürekli tekrarlayıp durarak birbirimize sarılıyoruz. Sevinçliyiz, mutluyuz, hatta coşku doluyuz. Bazen hızımızı alamayıp tıpkı elli yıl önceki dipdiri genç hallerimizi kuşanıyoruz; o günlerde saklı eski maceraları ısrarla dillendirerek bir kez daha yaşıyor, o heyecanları ve coşkuları yeniden duyar gibi oluyoruz. Ve daha birçok şey hatırlayarak ve anlatarak kısa bir an için de olsa yer ve zaman değiştiriyoruz. Ancak ne yaparsak yapalım hiçbir şey bugün artık hiçbirimizin elli yıl önceki insan olmadığımız gerçeğini ortadan kaldırmıyor ve işte o an mutlaka geliyor, bizler bir yandan konuşup bir yandan kucaklaşırken, önce kendi içimizde yitirdiğimiz dostlarımızı anıyor, hâlâ yaşıyor olmanın heyecanını duyup sorumluluğunu yerine getirmeye koyulurken, bir kez daha, yaşadığımız hayata anlam veren kendi geçiciliğimizin ayırdına varıyoruz.
Eski siyah-beyaz bir fotoğrafa bakmak, eski dostlarla elli yıl sonra o sisler dünyasında yeniden buluşmak, geriye doğru, karmaşık duygularla yüklü bir zaman yolculuğu… Gerçeklik yanılsaması ya da yanılsamanın gerçeklik olarak algılanması gibi… Karmaşık bir serüven… Hiçliği ve her şeyi aynı anda görüp hissetmek… Sonlu olmak ve sonsuzluk… Geçicilik ve kalıcılık… Ölüm ve ölümsüzlük...
Yeni bir yıla girerken uzak bir geçmişten -fotoğraftan- çıkıp gelerek kapımızı çalan şairin bir yandan gülümserken, bir yandan da “Ben hiç böyle mahzun olmadım” diye hayıflanması, ardından “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde” diye sorup durması ve sonra da “Oysa hayattayız hepimiz” diyerek teselli bulması, belki de bu yüzden...