‘Eve Dön(eme)mek’ ve Bir ‘Salıncak’ Hikâyesi.
“İnsanın cenneti çocukluğudur” sözündeki hikmet, sadece henüz kirlenmemiş bir masumiyete ve saflığa ya da imkânsız bir zamana duyulan özlemi dile getiriyor olmasından kaynaklanmıyordur. Bu sözlerde aynı zamanda, dünyaya gelmiş (savrulmuş) olmanın dehşetinden güvenli bir hayata geçişin simgesi olan huzurlu bir mekâna (içine doğulan evdir bu), bu mekânla kurulan ilişkilerin kendine haslığına ve yine bu mekâna anlam veren ve bugün birçoğu hayatta olmayan insanlara duyulan özlem de dile getiriliyor olsa gerektir. Neler yoktur ki oralarda?
Önce, insanın ilk kez varoluş bilincine vardığı mekân olarak, ev(ler) vardır. Kimi geniş pencereli ve kapılı, kimi güneşlikli, kimi iç avlulu, kimi kemerli, kimi yüksek tavanlı, kimi sarı taştan, kimileri sırt sırta vermiş mütevazı, kimileri çoğunlukla bahçeleri rengârenk çiçeklerle, limon, mandalina ve portakal bazen de mersin ağaçlarıyla bezenmiş, asma talvarları ve yaseminleriyle o cennet mekân müstakil evler. Sonra, bütün o evlerin yer aldığı, kendi ayak seslerini duymanın tenhalığındaki mahalleler ve o mahallelerde yaşayan, sanki büyük bir ailenin fertleriymiş gibi birbirlerine yakın duran insanlar ve o insanların kapıdan kapıya, pencereden pencereye, duvardan duvara uzayıp giden ‘dünya ahret kardeş’ komşu sohbetleri; ikindi saatlerinde sulanan toprak zeminlerin burnu titreten kokusu; veranda ya da kapı önlerinde yaşanan dupduru akşam sefaları; oyuna dalmış, salıncaklarda sallanırken gökyüzüne doğru yükselip alçalan çocukların boşlukta yankılanıp duran gamsız çığlıkları vardır. Bugün artık çok farklı anlamlar kazanan, sadece o eski günlere ait yaşanmış her şeye duyulan büyük ve bir o kadar da imkânsız bir özlemdir dile getirilen o sözlerde. Hatırlandıkça can yakıyor olması da bundandır.
Ama bu kadar da değildir. Kendimizi öncelikle onlara ait olmakla anlamlandırdığımız ve öyle ifade ettiğimiz, bugün ise eksikliklerine hayıflandığımız o geçmiş zaman ve mekânların mevcudiyetlerinde ve de bunları sürekli kılan hikâyelerinde, dünden bugüne taşıdığımız kendi varoluşumuzun yapıtaşları da saklıdır.
“Gelecek yüzünü geçmişe döner…”
O kadar vazgeçilmez ve hayatidir ki bunlar; onlara rağmen kendimizi tanımlamak bize asla yetmez, eksik bırakır; bizler asıl ve önce o mekânlarla yaşayan geçmişle ve orada hayat bulan o kendine has -belki naif- kültürlerle, onlara ait hatıralarla kurduğumuz ilişkilerimizle, o ilişkilerde kendimizi her an yeniden keşfedişimizle var oluyoruz ve bu yüzdendir ki kendimizi onlarla birlikte ifade ediyoruz. İçinde evimizin yer aldığı bir şehrin, bir semtin ya da bir mahallenin adıyla kendimizi ifade edişimizdeki gurur, ya da hatırasını ömür boyu saklayacağımız bir nesneyle kurduğumuz özel ilişkinin içimizde yer etmiş ayrıcalığındaki hikmet ve büyü de buradadır. Bu o kadar öyledir ki, süreklilik içinde bir özgünlüğü ifade eden bu mekânları, bunlara hayat veren doğayı ve onları var eden geniş zamanları tanımak, bilmek, anlamak, içselleştirmek, sahiplenmek ve korumak ve nihayet özgün bir duygu ve düşünce olarak yaşamak; bizim insanlık âlemi içindeki yerimizin ne olduğunu, farklılıklarımızı ve benzerliklerimizi anlamak ve anlamlandırmak kadar, bugünü yaşarken ve yeniden kurarken çok daha geniş mekânlarda (dünyalı olmak) ve zamanlarda (tarihsel olarak) ona vereceğimiz biçimi ve içeriği belirlemek açısından da büyük önem arz etmektedir. Sözün özü varoluşumuzun bir bilinç olarak anlam kazandığı ve sahiplenildiği başlangıç noktasıdır orası ve bundan sonra yaşanacak olanların kaderini büyük oranda belirleyecek olan da işte burasıdır. Öyledir, çünkü gelecek yüzünü geçmişe dönerek kurmaktadır.
“Sınırlı ömürle sınırsız hayaller”
Ancak insanoğlunun değişmez kaderidir. Varoluş bilincine sahip olmak akabinde (ölüm gerçeğiyle yüzleştikçe) yok oluş bilincini idrak etmeyi de getirecek ve sonlu bir yaratık olduğunun ayırdına varan insanoğlu sınırlı ömrünü, zamanın ve yaşamın sürekliliğinde değişim ve dönüşüm esaslı bir süreç olarak yaşarken, (uygarlık macerasıdır bu) mekânlar ve o mekânlarla ilişkiler de -doğa da- bundan payını alacaktır. Bir başka ifadeyle sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında sıkışan ‘modern insan’, o hayallerin peşinden gitmeye başladığında zorunlu olarak evinden ayrılacak, belki oraya bir daha hiç geri dönemeyecek, olur da dönerse o döndüğü ev/mahalle/semt/şehir ise ayrıldığı o eski ev/mahalle/semt/şehir olmayacaktır. Şu da var ki, uygarlık macerasının daha da körüklediği zamanın ve yaşamın dinamik akışkanlığı, modern hayatın gerekleri/dayatmaları, insanın başka mekânları ev edinmesine -kim bilir belki de o ütopya bir gün gerçekleşecek ve dünya tek bir ev olacaktır- ve bunu kabullenmesine neden olacaksa da, ‘eve dönüş’ hayali yine de peşini hiç bırakmayacak -o her zaman özlenen ve hep huzurlu olan cennet mekândır-, o hayal hiç gerçekleşmeyecek olsa da, onun orada ve gerçekleşme imkânın olduğunu bilmek, evinden uzak insanoğlunun en azından tesellisi olacaktır. Asıl vahim olan ise ‘evden ayrılmış’ olmaktan çok o ‘eve dönme’ hayalinin ortadan kalkmasıdır. Savaşların yıkımların yaşandığı bugünün dünyasında milyonlarca insanın yaşadığı trajedi işte tam da budur; artık o hayal onlar için ortadan kalkmıştır.
Gitmekle kalmak arasında
İçinde yaşadığımız bu ülkede, ada olmaktan kaynaklanan zorlayıcı koşullar bir yana -adalıların çoğunun gitmekle kalmak tereddüdü arasında geçen ömürlere mahkûm olduklarını inkâr etmek mümkün mü-, yaşanan toplumlar arası çatışmaların, bunların yol açtığı göçlerin ve de coğrafi bölünmenin birçok insanın ‘eve dönüş’ hayalini ortadan kaldırdığı, bu mahrumiyetin ise onu yaşayanlarda -tıpkı benzer felaketlerin yaşandığı başka coğrafyalarda olduğu gibi- onulmaz yaralar açtığı aşikârdır. Sorunun bizatihi sebebi olan siyasetin, değer ve ahlâk/vicdan yoksunu “araçsal aklı” bu dramatik gerçeklik üzerinde tepine dursun, her daim gazeteciyim dese de bir gazeteciden daha fazlası olan sevgili Cenk (Mutluyakalı) yakın geçmişte yayınladığı ‘Salıncak’ adlı ilk romanında işte bu trajik gerçekliği, duygusal (empatik) ve imgesel (anlamaya yönelik) yoğunluk ve zenginlik içeren doğurgan diliyle ördüğü ‘edebi bir gerçeklik hikâyesi’ olarak anlatıyor. Bir hafıza yolculuğu, hatırlama ve yüzleşme sarmalında seyreden hikâyede başta ana karakter Alexia olmak üzere farklı kuşakların yaşadığı iç gerilimler (farklı algı biçimleri) sürükleyici kurgu eşliğinde, sahici ve samimi bir biçimde ortaya konuluyor. Hayatın katı gerçekliğinin edebiyatın özgün gerçekliğiyle sorunsuz buluşmasına -birinin diğerini yok etmeden ya da ezmeden- tanık olduğumuz bu hikâye (bunu yazarın ustalığı olarak nitelendirmek gerek), tam da bu yüzden, aynı kaderi paylaşmış başka coğrafyaların ve insanların hikâyesi olarak da okunabiliyor, zihinlere ve vicdanlara dokunuyor.
Zihni kuşatan kalın duvarlara ve vicdanları körelten zifiri karanlığa, yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı önceleyen aydınlık bir pencere açmak ve oradan, yaşanmış ve yaşanacak hayata yeniden bakmak. Salıncak romanında Cenk Mutluyakalı’nın, hakkını vererek, yaptığı tam da bu.
İlgiyi, dikkati ve takdiri hak ediyor olması da işte bu yüzden.