Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Ev’e Dönüş!

A+A-


“Yolculuk, yazma ya da dokunma eylemi için sıkça kullanılan bir metafor.” diyor, Aslı Erdoğan. Bir deniz kıyısında yıldızların altında, günün sıcağını gecenin serinliğinin kucakladığı bir deniz sahilinde sessizce yürümek istiyorum. İşte bir yolculuk başladı bile… İlla ki bir Kuzey Yıldızı bulunur ya, böylesi gecelerin siyahın bin bir tonunun gizlendiği gökyüzü içindeki ışıldayan noktalarda!.. Sonra söylediklerim düşer aklımın uç noktalarına… Söylediklerimle kırdıklarım, söylenenlerle kırıldıklarım… İnsanın ağzının içi efkâr kırıklarıyla dolar ve cam kırıklarıyla kanarmış, böyle zamanlarda… Her ağzımı açışta, söylemeden duramayacağımı hatırlar ve nedense içimden geçen bambaşka bir sözcük olarak kan revan içinde dökülür dudaklarımdan… Aslında farkındayım. Niçin sözcüklere kanıp, içimi acıtacak derecede yitik bir şehrin ışıklarında kumdan sahillerin düşüyle uyandığımın… Kum bitince kayalıklar başlar; ondan sonrasında karanlıklara gömülü birkaç dalganın sesinde deniz fenerine yürür yolculuklar…

Sonrasında “gerçek ve doğru” kol koladır önünüzde ve sizin için kurulan bir mahkeme salonunun dar sularında boğulursunuz.

“Mutluluk tablolarına” karşı hep şüpheyle bakıyorum son zamanlarda… Niçin bu kadar çok “gülümseme” var insan yüzlerinde? Hâlbuki kameraların kayıt düğmesi kapandığında, az önceki “mutlu” yüzlerde  “mutsuzluk senfonilerinin” biri bitip, biri başlıyor… Ne tuhaf!

İnsanlar mutsuzken, “sahte mutlulukları”nı beğenilere boğuyorlar sanal dünyada. Hemen yanı başında dururken ve sarılmayı bilmezken, nefesi nefesine değerken ve özlemezken; nedir ki bu telaşla beğeniyi kamusal alana sunma yarışı?!  Gülümsemeler “lirik kısa bir şiirden alınan anlık şarkılar” gibidir. Ve şarkılar da tadında kaldığı sürece yıllarca dinlenir. Görünen şu ki: Fazlalıklar, aşırılıklar, bıkkınlıklara evirilip (gerçek yaşamda), gösteriye bir bilet kesilerek izlenir olmuş üçüncü gözün önünde (sanal dehlizde)...

Yaşam zamanda akıp giderken kendince, yaşanmışlıkların üzerini perdelemek sıradanlaşır. Belleğin oyun halkalarından biridir bu tavır… Yaşamak ve yenilenen her an’a perde çekerek yaşanmışlıklara akmak… Her resimde, boşluğun sarmaladığı katmanlara gömülü izler, sergilendiği mekânda olmayan nesnelere dair ilişkiler kurmak için bizi zorlar. Boşluğa düşerek, sonsuza doğru yolculuğa başlarız. Günlük yaşamımda gördüğüm her manzara karşısında bir resim düşlemek istiyorum. Belki bir sonbahar resmi… Belki yazdan kalan an’lık bir görüntünün kahve kokusu… Bazen de bir manastırın duvarları arasında saklı kalan sıcak dokunuşlar… Zaman geleceğe doğru yönelen bir yolculukla, sessizce belleğimize süzülür. Burada yapılması gereken zamanın bıraktığı izleri takip ederek, peşinden gitmektir. Sadece yürümek değildir esas olan, aynı zamanda boşluğun içinde kaybolan izlerin gözlerimize ve güncel belleğimize bıraktığı hikâyeyi de algılamak önemlidir. Çünkü anımsanan her bir sahnenin başlangıç noktası, geçmişte bir yerlerde asılı kalmıştır. Zaman mı? Aslı Erdoğan şöyle bir soru sorar, Münzevinin Ruhuyla Sohbeti (1) adlı yazısında: Ama kim bir mahkûmdan daha iyi tanıyabilir ki zamanı?

Vurulmayı göze almadan kimse firar edemez!

Evet, firar ettim. Boğulduğum iş yoğunluğundan, başıma boca edilen onca sorundan…

Çünkü artık eve dönme zamanı…

İşte yeniden evimdeyim.
Burada.
Olmak istediğim yerde.
Köşe’de…
Yazı’da…
Ada’da…

Bu yazı toplam 2089 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar