Eve - Maraş’a - Dönüş
Kalplerimiz ve zihinlerimiz anlamsız milliyetçilik ve fanatik siyasetçilerin boş sözleri ile zehirlenmeseydi, inanıyorum ki her şey çok daha farklı olurdu.
Emilia Mastri Christoforidou
[email protected]
(İngilizceden Çev.: Seda A. Refik)
Gençken içinizde fazlasıyla öfke barındırırsınız. Kendimi o yaşlardayken hatırlıyorum da aileme, öğretmenlerime, yaşadığım şehre ve insanlarına yani her şeye ve herkese karşı öfkeliydim. Eskiden gözlerimi kapatır, yumruklarımı sıkar ve bir gün burayı terk edip bir daha asla geri dönmeyeceğimi defalarca kendi kendime tekrarlardım. Annem eskiden bir şeyi ya da birini ne kadar sevdiğini anlaman için onu kaybetmen gerektiğini söylerdi. Öfkeli bir genç olarak dileğim en acılı şekilde gerçeğe dönüşene kadar annemin bu denli haklı olabileceğini asla hayal edemezdim. Bu gerçek hayatımda sonsuz kadar iz bıraktı.
Maraş’ı terk ettiğimiz gün daha dün gibi aklımda. Üvey annem sürekli olarak sadece birkaç günlüğüne gittiğimizi ve yanımıza çok fazla kıyafet almamıza gerek olmadığını tekrar ettiği için tek bir valize çok az eşya koymuştuk. Kaderimizi oluşturan 14 Ağustos 1974 tarihinden bu yana birçok insan neden arabayı eşyalarla doldurmadığımızı ve neden gerçekten de sadece üstümüzdeki kıyafetlerle evimizi terk ettiğimizi sordu. Şimdi düşününce yanıt aslında çok basit. Hiçbirimiz geri dönmeyeceğimize inanmak istemiyorduk. Yanımıza alacağımız eşyalar evimiz ve şehrimizdeki varlığımızın sona erdiğini bir kabul ediş demekti. Her şeyi arkamızda bırakarak gitmek aklımızda birkaç gün sonra geri dönüp hayatımıza kaldığı yerden devam edeceğimiz illüzyonunu yaratmıştı.
Babamın arabasının arka penceresinden dönüp baktığımda evimizin uzaklaşarak kaybolduğunu hatırlıyorum. Bu görüntü ben yaşadıkça zihnimde kalmaya devam edecek. Evimi o gün son kez gördüm. Maraş’ta hiç yaşamayan biri için burada yaşamış olan insanların şehri takıntı haline gelebilecek büyük bir sevgiyle sevmesini anlamak çok zor ve büyük ihtimalle de rahatsız edici olabilir. İyi de böyle bir şehri zihninizin bir köşesine koyup varlığını nasıl unutabilirsiniz ki? İmkansız. Ayios Memnon bahçelerinden gelen portakal çiçeklerinin tatlı kokusunu ya da sıcaktan yanmış ayaklarınızı serinletmek için kızgın altın kumların üstünden denize koşmayı nasıl zihninizden silebilirsiniz ki? Silemezsiniz.
Peki ya denizi nasıl unutabilirsiniz ki? O muhteşem denizi. Denizin tüm tonlarını içinde barındıran tertemiz denizi. Açık mavi, turkuaz ve koyu mavi. Bunu kalbinizden nasıl söküp atabilirsiniz ki? Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım kış mevsimindeki Maraş’ı bir türlü hatırlayamıyorum. Yağmur ve bulutlar benim Maraş anılarımın içerisinde yoklar. Sadece güneş var. Sarı kumların üstüne yansıyınca kumu altın rengine dönüştüren ve berrak denizin üzerinde milyonlarca küçük parlak elmas yaratan güneş.
Sınır kapıları Nisan 2003’te ilk açıldığında ilk olarak Maraş’a gittik. Yıllarca yoksun kaldığım kentin sokaklarından geçerken hissettiklerimizi tasvir etmem çok zor. Hüzün ve mutluluk birbirine geçmiş haldeydi. Kahkaha ve gözyaşını aynı anda yaşıyorduk. Hiçbir söz dahi etmeden kendimizi Glossa sahilinde yürürken bulduk. Bizim için yapılacak en doğal şeydi. Evlerimize gitmemize izin verilmiyordu fakat sahil eve en yakın yerdi. Yanımda boş bir su şişesi vardı, içerisine kum doldurdum. Her bir kum tanesi çocukluk anılarımı taşıyordu, her bir tanecik çok değerliydi. Şişeyi kum ile doldururken uzun yıllar önce kaybettiğim çocukluğumun bir kısmını yeniden kazanmış gibi hissettim. Daha sonrasında Glossa sahilini yüzlerce kez ziyaret ettik fakat “ilk kum” olarak adlandırdığım kumlar evimdeki en değerli şey olarak gördüğüm eşyaların yanında kristal bir vazoda duruyor.
Bir insanın psikolojik dengesini korumak adına alışılmamış ve tatsız durumlara ayak uydurup uyum sağlamaya çalışması insan doğasının bir parçasıdır. Buna karşın, üzerinden ne kadar uzun yıllar geçse de benim için, içerisinde bulunduğumuz bu yeni duruma uyum sağlamam ve uzlaşmam imkansız olmuştur. Kendi şehrimizde ziyaretçi olmak. Ne zaman gitsek, sınır geçiş noktalarını geçer geçmez hep aynı duyguları hissediyorum. Nostalji, acı, öfke. Yıllar içerisinde hiçbir şey değişmedi fakat bundan muzdarip olmuş gibi hissetmiyorum, aksine memnunum. Memnunum çünkü benim bu süregelen duygularım kentime olan sevgimi ve geri dönmeye olan özlemimi canlı tutuyor.
Bu duygu seli kapalı şehrin sokaklarında yürüdüğümüz gün dörde katlandı. Rüyalarımda bu sokaklarda yürürken ayaklarımda kanatlarım olacağını düşünüyordum oysa gerçekte ayaklarıma ağırlıklar bağlanmış ve titriyorlar gibi hissettim. Yıllar önce çocukken geçtiğim sokaklarda yürüyordum fakat verandalarında öğleden sonra kahvelerini içenler, günlük ev işlerini yapan ev hanımları, bahçede oynayan çocuklar yoktu. Sadece boş, ıssız ve ölmeye terk edilmiş yıkık evler gördüm. Her bina ve sokağın ruhu olduğunu söylerler. Hikâyeleri ruhlarıdır. Ve o hikâye de o binalarda yaşayan, sokaklarda yürüyen insanlara aittir. Neşeleri, üzüntüleri, aşkları ve endişeleri.
Bu şehrin binaları hikayelerini dışa vuruyor, herkesin görmesi için ruhunu ortaya koyuyor. Kapı ve penceresiz, mobilya ve resimsiz ve hatta üzeri kapatılmış levhalar veya üzerinde sallanan büyük bayraklarla dahi ne kadar uğraşsalar da bu şehrin tarihini değiştiremeyecekler. Sokaklar bile aynı kalmış. Yeni dökülen asfalttan dolayı yeni görünseler de kulağınızı yaklaştırırsanız bu yolları yapan, üzerinde yürüyen ve en önemlisi bu şehri seven insanların adımları hâlâ burada yankılanıyor. Sevdiğiniz birinin ölmesinden başka evinize giden yolun ve evinize gitmenin yasak olduğunu gösteren bir tabela ve ipin önünde durmanın dışında daha acı verici bir şey olabilir mi bilmiyorum. Gerçekten de bundan daha acımasız, sadistçe ve ruhu parçalayan bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Şehrimden uzakta geçen yıllar içerisinde tek dileğim şehrin sokaklarında yürümekti. Bir şekilde dileğim gerçek oldu. Bize izin verilen kadarını görebiliyorum. Her köşesinde çocukluğum var. Her şey çok tanıdık. Okulum, belediye parkı, stadyum, öğleden sonralarımızı geçirdiğimiz kafeler, mağazalar, arkadaşlarımın evleri. Hiçbir şey zihnimden silinmedi, unutulmadı. Belki de mesafeler sadece hatırladığımdan daha kısa ama bu da önemli mi ki?
Maraş’a “hayalet şehir” diyenleri duyunca çok üzülüyorum. Hayalet sadece bazı insanların hayallerinde var olan, somut olmayan bir şey demektir. Maraş hayalet değildir. Var oldu, halen var ve var olmaya da devam edecek. Maraş’ı yaratmak için çabalamış ve şimdi topraklarında yatan nesiller için var oldu. Maraş’ta yaşamış, çalışmış ve ailesini burada kurmuş olsa da burayı terk etmeye zorlanmış ve Maraş’ı bir daha görmeden hayatını kaybetmiş nesiller için var oldu. Bu şehre ait anılara sahip olma ayrıcalığına sahip son nesil için, benim neslim için var olmaya devam ediyor. Tüm bu anılar bizim şehre olan aşkımız ile geri dönme tutkumuzu güçlendiriyor.
Bu şehir bir geleceği hak ediyor. Kökleri ait oldukları yere onları götürecek insanlarla birlikte eski şaşaasına geri dönmeyi hak ediyor. Bu insanlar ki ailelerine tıpkı atalarının öğrettiği gibi onlara da aileleri tarafından bu şehri tutkuyla sevmeleri öğretildi ve bu insanlar yıllarca bu şehrin hemen yanında yaşasa da oraya gitmelerine izin verilmedi ama onlar şehrin mirasını takdir edip saygı göstermeye devam etti.
Hayatın akışı ve insanın hayatı ile algılarının deneyimleriyle değişmesi ne kadar da garip bir şey. Geçen 47 yıl da beni değiştirdi ve yıllar öncesine kıyasla şimdi her şeyi o kadar farklı görüyorum ki. Eskiden en yakın arkadaşlarımdan birinin Kıbrıslı Türk olacağını hayal dahi edemezdim. Belli bir yaşa geldiğiniz zaman endişelenecek başka şeyleriniz oluyor ve dürüst olmam gerekirse iki toplumun berbat bir şekilde birbirinden ayrı olması umurumda bile değildi. Eskiden hiçbir Kıbrıslı Türk ile tanışmamıştım da. Suriçi’ni sadece dışarıdan baktığım kadar biliyordum, çok olmasa da merak da ediyordum. Bazen oturup her şey farklı olsaydı, benim hayatım, herkesin hayatı ne kadar da farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Diğer toplumdan insanlarla tanışmak için 29 yıl bekledik ama görüşüp birbirimizi tanımak için fırsatımız vardı. Kalplerimiz ve zihinlerimiz anlamsız milliyetçilik ve fanatik siyasetçilerin boş sözleri ile zehirlenmeseydi, inanıyorum ki her şey çok daha farklı olurdu.
Eskiden olduğu gibi Maraş’taki çocukluğuma dair çok güzel anılarım var. Ama hani bir söz vardır ya, anılar sadece sahip olduğunuz şeyler değildir. Anılar geleceğinize verdiğiniz sözler, sevdiklerinize ettiğiniz yeminlerdir. Tıpkı benim Maraş’ı sevmem gibi. Anılar bir arayıştır ve ben de kendi sonucuma ulaştım. Evimin verandasında arkadaşım Nafia ile kahve içerken yaptığımız uzun ve anlamlı konuşmalar olmadan Maraş’a dönüşümü hayal edemezdim. Suriçi olmadan bir Maraş düşünemem. Suriçi’ndeki birçok restoran ve kafenin birinde oturup lezzetli bir kebap ya da enfes bir pasta yiyemediğimi hayal bile edemem.
Benim yeni gerçeğim bu ve bunu seviyorum.
Fotoğraf: Emilia’nın Maraş’taki evi, kişisel arşiv.