Eve takılıp kalan ölüm…
Yedi yaşındayken babamı yitirmiş olmanın bir gün “kayıplar”ın çocuklarını daha iyi anlamama yardımcı olacağını tahmin edemiyordum…
Ölüm, eve takılıp kalıyordu… Üzüntü, ızdırap, hüzün evde yaşıyordu… Fukaralık evdeydi hep… Sürekli kovuşturma altında, üzüntüden hayatını yitiren bir babanın yokluğu her zaman evde takılıp kalıyordu…
Sanki duvarlara yapışıp süzülen bir pus gibiydi, bahçeye sinmişti ölüm, odaların her birine…
Sanki simsiyah bir renk, ışığı yutmaya çalışıyordu…
Sanki korkunç bir kabustu ancak uyandığınız zaman da bu kabus devam ediyordu: Evde takılıp kalan ölüm…
Elbette her zaman ölüm yoktu evde takılıp kalan – ölümün kendini gizlediği anlar, saatler, günler de vardı…
Çok sayıda mutlu günümüz oluyordu ama sonra karanlık yeniden çöküyordu evimize, annem koltuğa uzanıp ağlıyordu:
“Ah Niyazi! Neden bırakıp gittin beni! Neden gittin ve beni bu dünyada yalnız bıraktın!!!”
Eşi için ağlıyordu yani babam için – sorunlar yoğunlaştığında ağlıyordu…
Ancak ağlamak için pek çok gerekçe bulunabiliyordu: Küçüklerin büyükleri ziyaret ettiği, el öptüğü, çocuklara bayramlık harçlık verildiği Bayramlar ya da Yılbaşı yaklaştığında ağlıyordu annem… Babam öldükten sonra dahi, Kıbrıslıtürk yetkililerin annemi kovuşturması ve baskıları yoğun biçimde devam ettiği zaman ağlıyordu annem, tek başına koltuğuna kıvrılıp ağlıyordu işten sonra… Annem kütüphaneciydi ve kütüphanede, masasının yanıbaşında hep bir sivil polis oturur, ne yapacağını izlerdi anneciğimin… Kütüphaneden çıkıp yaya olarak eve döneceğimiz zaman bir sivil polis bisikletle bizi izlerdi… Biz Çiçek Bakkaliyesi’ne girerdik ekmek almaya ve sivil polis, bisikletinden inmeden, bir ayağını yere dayayarak beklerdi bizi alışverişimizi yapıp evimize gidelim ve bizi eve kadar takip etsin diye…
Anneciğim kütüphanede de rahat değildi – faşist müdürleri ikide bir gelip onu herkesin içinde hakaretler, bağırır çağırırlardı… Onu toplum içinde küçültmeye, aşağılamaya çalışırlardı… İşte o zaman gözyaşları bir neyir olur akardı… Çünkü sevgili babacığım Niyazi Uludağ, yer altı teşkilatı TMT’ye girmeyi reddederek ilk vicdani retçilerden biri olmuştu – işlemiş olduğu “suç” buydu! “Ben kimseyi öldüremem” demiş ve teşkilata girmeyi reddetmişti… Böylece hapse de atılmış, işsiz de bırakılmış, Kıbrıslıtürk yetkililerin kovuşturmasına ve baskılarına maruz bırakılmıştı… Genç yaşında bir kalp kriziyle ölüp gitmişti – herkes onun için “Niyazi kahrından öldü, üzüntüsünden öldü” derdi…
Evdeki ölümün en ağır gölgesi en çok da babacığımın ölüm yıldönümü yaklaştığında hissedilirdi… İşte o zaman evde tam bir kabus yaşanırdı…
Ölüm yıldönümünden bir hafta önce annem hastalanır, işten döner dönmez hemen koltuğuna uzanır, ağlar, ağlar, ağlardı…
Babamın ölüm yıldönümünde onu anmak üzere evde okutacağı hazırlıklara girişirdi ve bunun için de bir büyük telaş yaşanırdı… Yapmamız gereken çok şey olurdu, komşulardan sandalye taşıyıp bunları silmem gerekirdi… Ev temizlenip tozlar alınırdı… Annemin alıp pişireceği şeyler vardı… Çay fincanları yıkanıp hazırlanacak, Hoca için pişirdiklerinden bir paket hazırlanacak, çay istemeyenler için limonata hazır bulundurulacak, büyük çaydanlık yıkanacak, çarşıdan Çıraklı’nın “Sadrazam Sucuğu” satın alınıp eşit parçalar halinde doğranacak ve evde pilavuna yapılacaktı… Hellimler rendelenecek, pilavuna için hamur yoğrulacak, büyük mutfak masası boşaltılıp silinecek ve hamur bir oklavayla açılacak, parçalara bölünecek, bahçeden toplanmış taze nane yapraklarının doğranmış olduğu hellim-yumurta karışımına konacak, bunlar hamur parçalarına yerleştirilip kapatılacak, üstüne yumurta çırpılıp sürülecek ve en üstüne de sısam serpiştirilecek, sonra bunlar fırına verilecek ve bu işlem tekrarlanacaktı…
Sevgili babacığımın canı içindi bütün bu hazırlıklar…
Tüm bunlar büyük bir telaşla yapılıyor ve hiçbir şeyin unutulmaması için anneciğim kaygı duyuyordu – maksadı, babamı ne kadar çok sevdiğini, onu hiç unutmayacağını göstermekti…
Şimdi artık anneciğimden bana miras kalan antik bir gülümdanlığa gülsuyu koyuyorduk ve benim görevim Mevlid okunurken bu gülümdanlıkla herkesin avucuna birkaç damla gülsuyu serpmekti – gülsuyu bu ölüm atmosferinde kokusuyla hayatı hatırlatacaktı herkese…
Mevlid’i okuyup tamamladıktan sonra Hoca, “Bay Niyazi Uludağ, bu Mevid sana Mehmedali kızı eşin Türkan ve evlatların Sevgül ve İlkay’dan armağandır” diyordu… İşte bu cümleyi duyduğum zaman, işte o zaman ağlamaya başlıyordum – bu sanki de bir tokat gibi çarpıyordu yüzüme – evet, babam öldü ve geri gelmeyecek, burada, yeryüzünde onsuz kalakaldık…
Babamın ölüm yıldönümü olan 3 Nisan için hazırlıklar bir hafta sürecek ve sonrasında anneciğim en az üç gün daha hastalar olup koltuğuna uzanıp sevdiği adamı, çocuklarının babasını, bu dünyadan hızla göçüp giden ve onu rejimin baskılarıyla ve büyük bir yoksulluk içinde yapayalnız bırakan kocasını düşünüp ağlamaya devam edecekti… Ona yardım edebilecek hiç kimse yoktu – herkes bizden vebalıymışız gibi kaçıyordu… Evimiz sanki de karantina altındaydı… Kimsecikler uğramak istemiyordu – baskı altında tutulan bir aileyle görünerek kendileri de bir şeyler kaybetmek istemiyorlardı… Annem bu konuda “Ah!” derdi, “bu duvarların ağzı dili olsa! Bir konuşup da anlatsalar! Kimler, kimler yedi içtiydi bu evde! Fırına bütün kuzu koyduğum bile olurdu! Hani, şimdi nerdedirler? Onun için kızım” derdi bana, “etini kesip yeycen, kasaba minnet etmeycen… Kimseden hiçbir şey beklemeycen…”
Babam, Lefkoşa Belediyesi’nde çalışırken işçiler soğukta titiremesinler diye şimdiki Lefkoşa Polikliniği karşısındaki şimdiki BES binasını işçilere lokal olarak yaptırmıştı – rejim peşine düşüp de onu hırpalamaya başladığında, bir gece Kör İrfan gelmişti ziyaretimize, gecenin karanlığında ve ağlamıştı…
“Aman Niyazi” demişti… “Bir daha gelemem size… Bizi da atarlar işten… Bu adamlar adi… Kindar… Bu son gelişim size…”
Kör İrfan, kuyucuydu ve Lefkoşa Belediyesi’nde babamla birlikte çalışanlardandı… Böylece teker teker herkes uzaklaşmış, uzaklaştırılmıştı ailemizin çevresinden…
Evimizi bir gece, gecenin karanlığında gizlice ziyaret eden bir diğer akrabamız da Çatoz’dan Şevket idi – babam işsiz bırakıldığı zaman ona otobüsünde biletçi olarak iş vermişti… Ancak bir gün sürebilmişti bu iş te…
“Aman Niyazi! Sakın gelme ha yarın! Teşkilat beni da tehdit etti! Seni çalıştırırsam, otobüsümü yakacaklarmış! Bir daha gelme Niyazi!” demişti ve geldiği gibi gizlice gitmişti…
Bir keresinde eski Volksvagenimizde oturup annemle babamın cüzdanlarındaki kuruşları saydıklarını hatırlıyorum…
Doktorun kliniğinin kapısındaydık… Kuruşçukları ve şilincikleri denkleştirip, kalbinden rahatsız olan babam için muayene ücreti denkleştirmeye çalışıyorlardı…
Bir keresinde babamın ağladığını hatırlıyorum – ilk ve son kez o zaman görmüştüm babamı ağlarken… Komşumuz Gülten Hanım’ın evine gitmiştik – eşi Oktay Feridun’la konuşmak istemişti babam… Oktay Feridun’un ona yapacak bir şey olmadığını söylediğini, bunun üzerine babamın o evde ağladığını hatırlarım… Küçük dünyam paramparça oluyordu bu sahnelerle – o henüz ölmeden, ben henüz beş yaşındayken bu çöküntü başlamıştı… Eve karanlık çöküyordu yavaş yavaş ve babamın ondan sonra ölümü ve ölümünden sonra da bu baskıların devamı ve “ceza” olarak yoksulluğa mahkum edilişimiz, çocukluğumu şekillendirecek, çocukluğuma bunlar damgasını vuracaktı…
Babamı kaybettiğimiz zaman ben henüz yedi yaşındaydım… Ölümün gölgesi yalnızca bu özel anma günlerinde değil, tüm sosyal yaşama da düşecekti…
O günlerde eşini kaybeden dul bir kadının düğünlere, yemelere-içmelere, eğlencelere gitmesi, toplumumuzun geleneklerine göre “ayıp”tı… Böyle bir şey yapacak olsa, “Acaba başka koca mı arar?” diye derhal dedikodu çıkarırlardı… İşte bu yüzden anneciğim kendini bu tür dedikodulardan korusun diye ne düğünlere, ne eğlencelere gitmiyordu…
Dul bir kadının tek başına plaja ya da pikniğe gitmesi de asla düşünülemezdi… Bunlar da çok “ayıp” şeylerdi…
Tüm bunların sonucunda evde kapalı kalıyorduk…
İşten eve, evden işe gidip geliyorduk. İş dediğim annemin “geçici” kadroda, yedi günlük bir “notice” ile işten atılabileceği şekilde ve “fiks” maaşla (ayda 20 Kıbrıs Lirası) çalıştığı kütüphaneydi…
3 yaşından itibaren 18 yaşına kadar büyüdüğüm, içinde yaşadığım, kitaplara, ansiklopedilere gömüldüğüm kütüphane benim için bir çıkış yolu olacak, ufkumu genişletmeme, tüm klasikleri okumama, üstelik yazarları kendi yazdıkları dilde – İngilizce’de – okumama yol açacaktı. Pikniğe gidemiyorduk, denize gidemiyorduk, gezmeye gidemiyorduk – öyleyse sığınacağım başka bir yer vardı: Kitaplar! Kütüphanedeki kitaplar bile yetmiyordu bana, o kadar ki ablamın eşi, rahmetli eniştem Kutlu Adalı bana Özker Yaşın Kitabevi’nde hesap açacak ve oradan da bol bol kitap alacaktım… Bu kitapların parasını da Adalı ödeyecekti. Ama bu da çok uzun sürmeyecekti çünkü ben kitapları o kadar çok seviyordum ki, Adalı faturayı görünce şaşıp kalmıştı! “Yok da bu gadar!” demişti!...
Çocukluğumda bir gün o kadar çok ağlamıştım ki hiç pikniğe gitmeyiz diye anneciğim eski Volksvagenimizle beni alıp “pikniğe” götürmek zorunda kalmıştı, husolayım diye… Lefkoşa’nın hemen dışında, Ortaköy civarında, yol kenarında durmuş, ikimiz yapayalnız “piknik” yapmıştık…
Kızkardeşim İlkay ve eşi Kutlu Adalı zaman zaman bizi plaja götürürdü… İşte o günler bizim için harika günler olurdu ve çok neşeli olurduk. Sanki de hayatımızda bir festival olurdu böylesi günler… Çok heyecanlanırdım: Dalgaları kucaklamak, kumlarda oynamak, ablamın piknik buzluğundan Formoza erikleri alıp yemek, sahilde ablamın çocuklarıyla oynamak… Tüm bunları iple çekerdim…
Bir çadır kurardık ve arabadan her şeyi çadıra taşırdık: Annem bir gece önceden ya rosto, ya fırın makarnası yapmış olurdu veya dolma sarmış olurdu ve elbette bol bol meyva da olurdu. En azından bir büyük karpuz, sahilde kumlara gömülür, dalgalar onu soğutur ve ikindin döke saça bu karpuzu yerdik… Altıbuçuk mil plajına giderdik, yüzmeyi ve ablamın çocuklarına bakmayı işte bu sahilde öğrenmiştim…
Gölgeler uzamaya başladığında, Girne’den Lefkoşa’ya dönerdik ama Lefkoşa’ya dönmeden önce Girne’ye uğrar, dondurma alırdık… Arabada döke saça dondurmalarımızı yalardık… Sonra bizim eve gelirdik ve bütün çocuklar teker teker bizdeki banyoda yıkanırdı, sonra ablam ve eniştem çocukları da toplayıp kendi evlerine giderlerdi… Böylesi günlerde ölümün gölgesi ortadan kaybolur, yerini ışığa ve hayatın güzelliğine bırakırdı…
Evimizde ölümün gölgesiyle büyümek, çok küçük yaşımdan itibaren babamı çok özleyerek büyümek, çok güçlü biçimde onun yokluğunu hissetmek… Tüm bunların gelecekte benim “kayıplar”ın çocuklarını daha iyi anlamama yardım edebileceğini hiç düşünemezdim… Henüz yedi yaşında babamı kaybetmiş olduğum ve onu hala çok özlediğim için, “kayıp”ların çocuklarıyla empati kurabiliyor, onların ne gibi duygular yaşadığını anlayabiliyor, hissedebiliyordum…
Hayatta her deneyim değerlidir diye düşünüyorum… Travma ve acı yüklü deneyimler bile önemlidir… Çünkü bunları alıp daha iyi bir şeye dönüştürebilirsiniz… Tüm bu travmatik, acı deneyimler benim her iki toplumdan “kayıp” yakınlarını çok daha iyi anlamama yol açtı ve sürekli olarak bir telaş içinde oldum: Onlara yardım etmenin bir yolunu arayıp durdum… Benim babam “kayıp” değildi, ölmüştü ama onların babaları “kayıp”tı, eşleri “kayıp”tı, kardeşleri “kayıp”tı… Bu da benim yaşadığım dramdan çok daha korkunç bir dramdı… Kıyas bile kabul etmeyen bir dramdı “kayıp” yakınlarının dramı… Onlar artık hayatta olmayan bir sevdikleri için yaşıyorlardı – ta ki onlara sevdiklerinin öldüğüne dair bir “kanıt” buluncaya kadar, onların hayatta olduğuna inanıyorlardı…
Bir “kayıp” insanın yarattığı boşluğu işte böyle kavrayıp onların “kayıp” incilerini bulmaları için kendi korkunç deneyimimden işte böyle yararlanmaya çalıştım…