1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Evet… Çocukluk… KOVULMA TEHLİKESİ OLMAYAN CENNET…
Evet… Çocukluk…  KOVULMA TEHLİKESİ OLMAYAN CENNET…

Evet… Çocukluk… KOVULMA TEHLİKESİ OLMAYAN CENNET…

Evet… Çocukluk… KOVULMA TEHLİKESİ OLMAYAN CENNET…

A+A-

 

Neriman Cahit

Oldukça uzun bir süredir, kafamda biriken ‘Kronikleşmiş Sinüzitten” dolayı, neredeyse evden pek çıkamıyor ama yavaş yavaş da olsa bu duruma alışıyorum (gibi)… Aslında, bu ‘sinüzit belası’ sinir sistemim yanında – neredeyse – hayatımı da darmadağın etti… Şöyle ki: “Sürekli baş ağrısı ve konsantrasyon bozukluğu… Gece ise dayanılmaz bir uykusuzluk ve iç daralması…
Bu durum bazen insanı canından bezdiriyor…

SAATLERİN TESBİHİNİ ÇEKMEK…
Örneğin, geçen akşam da, çoğu kez olduğu gibi saatlerce bir sağa bir sola dönmüş, uyuyamayınca, yatağın yanındaki sallanan sandalyeye uzanarak “saatlerin tespihini” çekmeye çalışmış… Her gece canımı çok sıkan sokak gürültüsü – sanki – daha da dayanılmaz bir şekilde sürerken… Belli ki uyku tutmayacak… E, ne yapmalı?
Belki sakin bir müzik… Yorgunluğumu hafifletebilecek, bir terapi yerine geçecek…
Düşündüğümü deniyorum… Ama, uyuma yerine, gözlerim kütüphane raflarına sıraladığım ve sayısız kez baktığım çok sevdiğim hâlâ tümünü zaman zaman çok derinden özlediğim, “Sevdiğim / yitirdiğim ölülerimin resimlerine” takılıyor…

***
Bu fotoğraflara, yıllardan beridir, sayısız kez bakmıştım ama… O an, içinde bulunduğum “ruh hali” dolayısıyla, sanki, daha önce hiç gözlemlemediğim, algılamadığım duyguları, birdenbire, bu solgun, siyah-beyaz resimlerde idrak ediyordum… Ancak…
Ancak, geçen gün okuduğum: Nicolai Hartman’ın, eşyaya derinlemesine nüfus etmeyi sağlayan, dahiyane önermesi aklıma gelince, şaşkınlığım geçmiştir…
Şöyle diyordu Hartman: “Nesneye bakış açımızı değiştirdiğimiz her defa… O, kendisini bize sonsuz olanaklarla sunar…”

***
Birdenbire aklıma geliverdi: “1963 olayları çıktığı zaman, Bodamya’da öğretmendim. Hamileliğimin son günleri olduğu için de – “Yolda, esir alınma tehlikesine karşın” Lefkoşa’ya gelmiştim, beni arayan anne babamla… Arkada kalan evimiz yağma edilmişti, o günlerin şartlarında…
Her şeyin acısını unuttum ama,  “Üç yaşındaki çocukluk resmimin anısı” hala capcanlı duruyor yüreğimde…

ÇOCUKLUK…
Bana, çocukluğumu ve onca anıyı anımsatıyordu çünkü…
Evet, çocukluk… Yani, geride kaldıktan sonra, artık, “kovulma tehlikesi” olmayan Cennetimiz…
Şimdi düşünüyorum da, II. Dünya Savaşı sonrasının çocukları olarak ne oyuncağımız ne de bisikletimiz, topumuz oldu… Bebeklerimizi kendimiz yapardık ve bezden topumuzu… Bisikletim ise hiç olmadı… Ve, ben onun hasretini çektim hep… Diğer bazı şeyler gibi…

***
Geçen gün, ilkokuldan sınıf arkadaşım, bir dostla konuşurken şöyle bir soru atıverdi ortaya:
“Sahi, biz hepimiz niye öyle çok dayak yedik? Bir sürü, “neden ve örnek arasında” gidip geldikten sonra, şu sonuca vardık: “Bizim çocukluğumuz bir bubba (bebek), bir top ve bisiklet hayali ve yenilen onca dayak arasına sıkışmış gibiydi…”
Ve haklıydı… Ama,
II. Dünya Savaşı sonrası, yaşanılan yokluk… Dayattığı acının yanı sıra, “insan yaratıcılığını da” ister istemez zorluyordu…

***
Kendi oyuncağını kendisi yapan çocuklar kuşağından olmak… Bugün ne denli bir ayrıcalıksa, o yaşanan yıllar da o denli zor ama zorunlu bir durumdu…

***
ZOR BİR GECEYDİ…
Böyle geceler nedense pek de çabuk geçmiyor. Ve ben, sonuçta, beni daha da tedirgin eden duygulara kapılıp gidiyorum… Ve belki güleceksiniz ama koskoca yaşını başını almış bir insan olarak… hala küçük bir çocuk gibi annemi – babamı ve diğer sevdiğim tüm ölülerimi özlüyorum…
İnsan onları yitirdikten sonra ne onlardan yediği dayağı ne de onların kendini üzdüğü anları düşünür… Hatta, o günlerin şartları ve yokluklarının onları bu duruma ittiğini anlayıp, asla suçlamaz…
Hatta ve dolayısıyla anne ve babasının adına da üzülür…

***
Aslında yazık olan, onu çok üzen… İnsanın, onların göçüp gideceklerini bile bile sevgisini onlara gösterememesi… Onlara, doya doya sarılıp, öpmekten, koklamaktan, onları çok sevdiğini söylemekten ve bunu göstermekten geri kalmış olması…
Tanrım, nasıl bir yoksunluk ve kayıptır bu…
İnsan, yıllarca sonra fark edip anlıyor onları kaybetmenin “ne büyük bir kayıp olduğunu…”
Aslında ve sonuçta: Hayatın, zincirleme diyalektik akışı içinde, kendisinden önceki halkayı yitiren insan… Kendisinden sonraki halkayla öğünebilir… kendisinden sonraki halkanın dertleriyle meşgul olarak. Bir önce yitirdiği halkanın…
Yani, anasının babasının yokluğunu…
Belki, bir nebze dengeleyebilir…
Çoğu kez zor olsa da…


--------------------------------------------------------------

DOĞA SADECE BİZİM DEĞİL…

Yağmursuz bir mevsimdi….
Her taraf sıcaktan kavruluyordu…
Erkek kınalı keklik, erkenden uyanmış, eşini de uyandırarak, kurumayan bir su birikintisinden su içmeye gidiyordu.
Sanki, her şey ters gidiyordu… Eşinin, üzerlerinde özenle oturup hep sıcak tuttuğu (16) yumurtadan sadece (6) yavru çıkmış, diğer yumurtalar hep “cılk” olmuştu.
Yine de çok sevinmişlerdi benekli altı yavru görünce! onları büyütüp bir kez daha kuluçkaya yatabilirdi dişi keklik… Hem belki o zaman yağmurlar da yağar, dağlar suya kavuşurdu…

***
Ama felaket sürmüştü…
Yağmur yağmayan arazide ise yavrularını daha tüyleri düzelmeden tilkiye kaptırmışlardı… Ama, şanslı sayılırlardı: diğer çiftlerin sadece yavruları değil, kendileri de” yasa dışı avcılık yapanlara yakalanmışlardı.
Onlar ise çok az kalan keklikler olarak dağdaki son su kaynağına doğru yürüyorlardı… Doğup büyüdükleri bu dağ, ne de güzeldi şafakta…

AMA…
Ama, avcılar, onların suya gitmek zorunda olduklarını… Suyun da nerede olduğunu biliyorlardı!
Av yasağı vardı ama bazı avcıların buna uymaya niyeti yoktu! bir kısım ‘acımasız avcı’ tüfeğini, fişeklerini, botlarını, vuracakları keklikleri asıp, bellerine takarak etrafa caka satacağı hayaliyle yarı sarhoştular…
Vuracakları keklikleri nerede bulacaklarını da biliyorlardı!..

***
İçin için bazı gazetelere de kızıyorlardı…
Sanki, başka işleri yokmuş gibi, kuraklık nedeniyle yaban hayatının ciddi sıkıntılar içinde olduğunu ve bu mevsim ‘avın yasaklanmasını’ öneriyorlardı ciddi ciddi… bunlara çok kızıyordu bazı avcılar ve onları dağda görseler tüfeklerini üzerlerine boşaltacaklarını da söylüyorlardı, kendi aralarındaki sohbetlerde…
Susuzlukmuş… Kekliklerin ve diğer av hayvanlarının nesillerinin tükenmesi umurlarında bile değildi bazı avcıların… Çünkü, bazıları kendilerini sadece “av ve öldürmeye” programlamıştı…

SON KEKLİK ÇİFTİ…
Güneş yükseliyordu…
Son keklik çifti, artık suya iyice yakındı… Doğrusu dilleri damaklarına yapışmıştı! Yine de erkek, ihtiyatı elden bırakmıyordu. Kurumuş dağda, bulabildiği her ot parçasını siper alarak ilerliyor, dişisi de onu izliyordu.
Su başında pusu kurmuş avcıları önce dişi keklik gördü! Önde giden erkeğini uyarmak için, tiz bir sesle: “Cak… cak… cak!” diye bağırdı! İkisi aynı anda havalandılar!..
Avcılar yarı otomatik tüfeklerini durmaksızın ateşliyorlardı!.. Erkek keklik dişisinin vurulup yere düştüğünü gördü. Aynı anda, tüylerini yakan saçmaları hissetti, kanatlarını çırpmaya, eşinin düştüğü yere yetişmeye çalıştı…
Sonunda, o da yere çakıldı…
Eşi sadece, bir-iki adım ileride yatıyordu… Gözleri açık!

SONSUZA DEK…
Erkek keklik yıllarca yavrularına annelik etmiş olan eşine son bir kez baktı…
Bütün gecenin susuzluğunu giderecek pınara ne kadar da yakındılar…
Gagasını, eşine bir şey söyleyecekmiş gibi birkaç kez açıp kapadı…
Sesi çıkmadı…
Avcılar geldiler…
Dağın son kekliklerini, hoyratça bellerine taktılar! Mataralarını çıkardılar… kana kana su içtiler…

Ama…
O dağda artık, sonsuza dek keklik sesi duyulmayacağını bir an bile düşünmediler…

Bu haber toplam 1230 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 154. Sayısı

Adres Kıbrıs 154. Sayısı