EVİNE DÖN AYŞE!
Türkiye’de büyük heyecan uyandıran, dünyanın da ortaya çıkan “haklılık” nedeniyle tepki vermediği 20 Temmuz Harekâtının ardından toplanan 2. Cenevre Konferansı sürerken, Türkiye muhteris bir hamle yaparak 2. Harekâtı gerçekleştirdi. Muhteris bir hamleydi evet, zira 8 Ağustos’ta başlayan Konferans henüz sürüyor ve BM, Harekâtın işgale dönüşmemesi, bu arada da Türk’üyle, Rum’uyla Kıbrıslıların can ve mal güvenliğinin sağlanacağı bir çözümün üretilmesi için çabalıyordu.
Garantörlük hakkına dayanarak, “Kıbrıs Cumhuriyetinde Anayasal düzenin yeniden tesisi için” müdahalede bulunduğunu açıklayan Türkiye’nin ilk harekâtta elde ettiği başarılı sonuçla yetinmemesi ve Rum Milli Muhafız Ordusu ile EOKA-B çetelerinin geriletilmesine rağmen 13 Ağustos’ta harekete geçerek Lefkoşa, Lefke ve Mağusa’ya girmesi niyetin, açıklanandan çok daha farklı olduğunu ortaya koydu.
Kıbrıslı Türklerin tamamının “kurtuluş” olarak selamladığı 20 Temmuz “Barış Harekâtı”, 14 Ağustos’ta bir “işgal ve bölme operasyonuna” dönüştü. O gün yazılmaya başlanan resmi tarih, aradan geçen 41 yılda kendi hikâyesini yazarken, 20 Temmuz’un haklılığı ile 14 Ağustos’un haksızlığı da birbirine karıştı…
41 yıl insan ömrü için hayli uzun bir zaman. O tarihte 8-10 yaşlarında olanlar, şimdi torun torba sahibi. Bu, sadece Kıbrıs’ta değil, Türkiye’de de 3 kuşak toplumsal hafızanın resmi tarihin bozucu, deforme edici saldırganlığıyla yeniden şekillenmesi anlamına geliyor. Kıbrıs’ta da Türkiye’de de 41 yılda çok şey yaşandı ve o günler giderek flulaşırken, o günlerin canlı tanıklarının anlatıları da resmi tarihin ezici baskısı karşısında cılızlaştı, flulaştı…
Şaşırtıcı gelebilir.. Şu son 1 ayda 100’e yakın insanın hayatını kaybettiği Türkiye’de çoğu insan 1974’te 2 harekâtta toplam 498 askerini kaybettiğini bilmez. “Binlerce şehit verip, kanla aldık” dedikleri Kıbrıs’ta her şeyin 20 Temmuz’da olup bittiğini zanneder, 14 Ağustos’ta ikinci harekâtın gerçekleştiğini ve başımızdaki 41 yıllık çorabın tam da bugün örüldüğünü düşünmez. 14 Ağustos, Ayşe’nin 41 yıllık bitmek bilmeyen tatilinin başladığı gündür…
41 yıl sonra Kıbrıslı Rumlar için ülkenin bölünmesiyle sonuçlanan bir felaket, Türkler için zafer olarak hatırlanan 1974 olaylarının derininde insan hikâyeleri var kuşkusuz. Konuya yabancı Türkiyeli okuyucu, bu hikâyeleri en çıplak haliyle Sevgül Uludağ’ın yazı ve kitaplarından okuyabilir.
2 harekât sırasında resmi rakamlara göre 498 Türk askeri, 1672 Kıbrıslı Türk ve 4000 Rum’un hayatını kaybettiği biliniyor. Kayıp Şahıslar Komitesi’nin verilerine göre ise 1508 Kıbrıslı Rum ve 493 Kıbrıslı Türk’ten 41 yıldır haber alınamıyor. 1963’ten 1974’e kadar toplumlar arası şiddet ve cinayet olaylarında Rum ve Türk çok sayıda insanın katledilerek gizlice gömüldüğü biliniyor. Kayıp Şahıslar Komitesi’nin 2006- 2015 yılları arasında yaptığı 999 kazıda 969 kişinin cesedine ulaşılabildi. Bunlardan 595’inin kimlikleri saptanabildi. Kimlikleri saptanabilen cesetlerin 451’i Rum, 144’ü ise Türk…
Kıbrıs Rum toplumu, 1963 sonrası yaşanan olaylarla gerçek bir yüzleşme yaşamadı. Kilise ve Rum milliyetçileri, 1963 sonrası yaşanan etnik saldırıları, darbe ve darbe sonrasında Kıbrıslı Türklere yapılan imha planlarını yok saydılar. Ne hazindir ki hâlâ daha AKEL’in bile kurumsal web sitesinin Türkçe sayfalarında 1963-1974 dönemiyle ilgili gerçek bir yüzleşme, gerçek bir özeleştiri bulunmaması, Kıbrıslı Rumların pozisyonu hakkında fikir sahibi olmamıza yetiyor.
Savaş sonrasında ise “kurtarılan” Kuzey’de ise topyekûn bir ekonomik, sosyal, kültürel yıkım ve işgal siyaseti güdüldü. BM hukuku açıkça çiğnenerek adanın nüfus yapısı değiştirildi. Rumların terk ettiği mal ve mülklere el konulup “ganimet” olarak dağıtıldı. Adadaki küçük sanayi, tarım ve hayvancılık göçertilerek tamamen Türkiye’ye bağımlı hale getirildi. 41 yıldır süren ateşkese rağmen adaya tam anlamıyla yığınak yapılarak 280 bin nüfusa karşılık 50 bin asker konuşlandırılmaya devam edildi ve bu arada asker azaltmaya hiçbir zaman yanaşılmadı. Ayşe, 13 Ağustos 1974 gecesi çıktığı tatili çok sevdi ve bir daha evine dönmedi…
Oysa bu çok uzun tatil artık bitmeli… Ayşe evine dönmeli!
41 yılda az sayıda Rum ve Türk Kıbrıslı barışsever adanın yeniden birleşmesi için verdikleri büyük mücadelede ağır bedeller ödediler. Bugün bile iki toplumun yeni kuşakları, bölünmüş bir vatanın “öbür yarısından yoksun” biçimde yaşamaya zorlanarak bedel ödemeye devam ediyorlar.
2015 14 Ağustosunda umutlar yeniden yeşermiş görünse de, Türkiye’de, Ortadoğu’da yaşanan olumsuz gelişmeler, Ada’nın yeniden birleşmesinin önündeki en önemli tehdidi oluşturuyor. İyimser havaya zarar verecek cümleler kurmak istemem fakat Türkiye’de Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin önünü açacak temel konularda, mülkiyet ve garantörlük meselelerinde karar alabilecek, irade gösterebilecek bir hükümet bulunmuyor. Telaffuz edilen erken seçim, en erken Kasım, ama muhtemelen önümüzdeki Mart ya da Nisan aylarında mümkün görünüyor. Erken seçim olmayacak ve MHP destekli bir AKP hükümeti kurulacaksa durum daha da karmaşıklaşıyor Kıbrıs açısından. Zira böyle bir hükümet için Kıbrıs, “kırmızı çizgiler” arasında yer alacak…
Akıncı ve Anastasiades arasındaki yakınlaşma iyimserlik yaratsa da Kıbrıslı Türkler ve Rumların bu yakınlaşmayı derinleştirecek, hızlandıracak adımları liderlere “dayatmaları” için zaman daralıyor. Kıbrıs’ın birleşmesi, ancak liderler ve iki toplum arasındaki yakınlaşmanın, bir an önce “geri dönülemez” hale gelmesiyle mümkün. Bu da ancak sivil toplumun, örgütlerin, bireylerin güçlü yakınlaşma adımlarını hızlı ve geri dönülemez biçimde atmalarıyla olanaklı. Aksi takdirde “konjonktürün”, sağlanan yakınlaşmanın önüne geçmesi an meselesi…
☆☆☆
Siyasi haberler dışında pek bakmam Kıbrıs’ta olup bitenlere ama sevgili Arda Gündüz’ün Mehmetçik’te yaşadığı olay, bazıları için “magazin” görünse de aslında son derece politik. Olayın ayrıntılarını bilmiyorum, belki Arda aşırı tepki göstermiş olabilir fakat Arda tepki göstermiş olmasa da bildiğim bir gerçek var. Kıbrıs’ta Türkiye’den gelenlere karşı çifte standart! Kıbrıs’ta yaşan Türkiyelilere dönük, (çoğu kez de haklı olan) ne kadar sert tepki varsa, Türkiye’den “profesyonel” amaçla gidenlere o kadar “aşırı” bir tolerans ve ayrıcalık var. Kıbrıslılar kendi kaynaklarına, kendi değerlerine ne yazık ki “yabancılara” gösterdikleri özeni göstermiyorlar ve böylelikle de kendi kaynaklarının, kendi değerlerinin gelişmesine destek vermiyorlar. Sanat alanında da böyle, diğer alanlarda da böyle. Zaten küçük nüfuslu bir toplumda, bir elin parmaklarını geçmeyen meslek profesyonelinin, özellikle de sanatçıların el üstünde tutulması gerekirken, “yerel” (!) isimlere zaman zaman saygısızlık ölçüsünde bir küçümsemeyle yaklaşılıyor. Kıbrıslı Türk medyasından Çorum muallemesi yapılarak “yerel medya” diye söz edildiğinde kanın beynime sıçradığını bilir beni tanıyanlar. Kıbrıslı Türkler kendi gazetecilerine, kendi sanatçılarına, kendi araştırmacılarına, kendi reklamcılarına, kendi PR’cılarına, kendi akademisyenlerine daha fazla fırsat vermeli, daha fazla alan açmalılar ki bu insanlar hem hak ettikleri saygıyı görsünler, hem de yeni yeni insanlar yetişebilsin. Türkiye’den gelen bildik isimler Ada’ya gelir, yer içer, parasını alır çeker gider ve kimse bu durumu yadırgamazken, hiç kimsenin “Türkiye ile ilişkilerde eşitlikten” söz etme hakkı olmaz. Sen kendi insanına “eşit” davranmıyorsan, kusura bakma ama kimse tepsiyle “eşitlik” sunmaz…
Ayşe’nin evine dönmesini bir slogan olarak dillendirmek hoş bir romantizm gibi değerlendirilebilir… Bu sloganı slogan olmaktan çıkarmak ise her şeyden önce Kıbrıslı Türklerin kendi değerlerine sahip çıkmaları, el üstünde tutmalarıyla mümkün… Yoksa Ayşe bugün evine dönse, bıraktığı izler on yıllar boyu silinemeyecek…