1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Ev’lilik ve Kat’lanmak
Ev’lilik ve Kat’lanmak

Ev’lilik ve Kat’lanmak

Kaç tane taş veya kerpiç ev kaldı şehirde? Çoğu evlerin durumu bedbaht olsa da surlar içinde görebiliriz bu tip evleri. Peki, ya surların dışında?

A+A-

Okulların açılmasıyla deli bir telaşta olduğumuzdan (artı heyecanla beklediğimiz Tiyatro Festivali ve Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nın da eşzamanlı başlamasıyla) yeni yazı hazırlama fırsatı bulamadım. O nedenle eski yazıları karıştırdım ve 1 Mart 2008’de, bu hafta okula başlayan kızımız Düşlem’in yeni yürümeye başladığı ve bahçeli bir ev hayali kurduğum bir dönemde yazdığım aşağıdaki yazı yeniden...

 

Ev’lilik ve Kat’lanmak

 

Kıbrıs’ın mimarlık tarihini bilmiyorum, ama kolayca tahmin edebilirim ki Lefkoşa’daki evler 1960’lara kadar tek veya çift katlıydı. Ağaçların boyu binalardan daha yüksekti. Yani o zamanlar şehir yeşil, sevimli, ferah ve sağlıklıydı.

Ya şimdi?    

Kaç tane taş veya kerpiç ev kaldı şehirde? Çoğu evlerin durumu bedbaht olsa da surlar içinde görebiliriz bu tip evleri. Peki, ya surların dışında? Mesela, bizim mahallede, üç katlı dört katlı beton apartmanlar arasında evlenmemiş iki kardeşin oturduğu tek bir kerpiç ev kaldı. Büyük ihtimalle onlar da ölünceye kadar direnecek, ya sonra?

 

Bilindiği gibi Kıbrıslıtürkler’de gelenektir, evlenmeden önce oğlan tarafı evi yaptırır, kız çehiziyle gidip yerleşirdi. Rumlar’da ise, tam tersi. Evsiz evlilik olur mu olmaz mı bir yana, bazı aileler Kıbrıs’taki her iki toplumda da gösteriş meraklısı oldukları ve bu konuda rakiplerini altetmek istedikleri için, büyük büyük evler yaptırıyorlar evlatlarına.

 

İlkbahar aylarında üçüncü evliliğine hazırlanan yakın bir arkadaşımız şöyle diyor: “Eskiden ‘evlenmek’, ‘ev’ sahibi olmakla ilgiliydi. Artık apartman katlarında oturuyoruz. Bu durumda evlenmek ‘kat’lanmak mı oldu?”

 

Bir hesap yaptım da bugüne kadar 4 ülke 5 şehir’de, 16 evim, 16 oda/ev arkadaşım olmuş... Evlenmeden de ev’li olanlardanım. Tüm bu evlerin içinden sadece üç tanesi bildiğimiz anlamda ev, geriye kalanların tümü de apartman katıydı. (İlginçtir, günümüzde hemen hemen toplumun yarısının apartman katında oturmasına rağmen yine de küçük çocuklardan resim yapmaları istendiğinde tek başına kocaman ağaçlı, çiçekli-böcekli bir bahçenin ortasına, gökyüzünde henüz ‘ince av’da kaybedilmemiş kuşların uçtuğu, pofuduk pofuduk bulutların süslediği şirin mi şirin evler çizilir/boyanır... Bu resimler gözlemin değil, özlemin bir sonucu olsa gerek...)

 

Düşlem geçen hafta yürüdü... Doğum gününe yürüyerek girmiş oldu böylece. O günün gelip çatacağını biliyordum da bu kadar erken olmasını beklemiyordum. Yoo, kızımız yaşından büyük, mucizevi bir iş gerçekleştirmiş değil... Bir yaşındaki herkesten beklenilen bir şey yaptı... Ben buna hazır değildim galiba... Şimdilik yaşadığımız dördüncü katta gökyüzüne ve kuşlara yakın olduğu için mutlu. Terasta yaşayan serçe ailesini kovalamayı çok seviyor. Onlar da alıştılar, onu görünce uçup kaçmıyorlar artık. Yine de sanırım bahçeli, müstakil bir evde daha çok şey yapma şansı bulacaktır. Toprağa basacak, bitkileri ve canlıları tanımayı öğrenecektir. 

 

Bahçeli bir eve doğdum ben. Evin arkasında ve önünde ‘bahçe’ dediğimiz iki beton alan vardı. Ön bahçede babamın çok sevdiği güllerinin bulunduğu çiçeklikler, arka bahçede ise ağaçlar ve iki duvar boyu uzanan bazen çiçek bazen çilek ekili tarhlar arasındaki betonluk nedeniyle ancak tatil için Kıbrıs’a geldiğimiz zamanlarda elimiz/ayağımız toprağa değiyordu.

 

Haftasonları gittiğimiz Lisi’ye neyse ki apartman dikilmemiş henüz. Kerpiç evlerin çoğu yıkılmış olsa da henüz tamamen tükenmediler. Oradaki ‘mahalle’ ortamını görünce çok duygulanıyorum. Ben büyürken Lefkoşa’daki mahallemiz da öyleydi. Herkes evden çok sokaktaydı. Kapının önüne iskemleler sıralanır, gece geç vakitlere kadar sohbet edilir, oturulurdu. Mahallenin bütün çocukları toplaşıp çeşit çeşit oyunlar oynardık. Herkes birbirini tanırdı. Teklif yoktu. Acıktık mı hangi eve yakın kurmuşsak oyunumuzu o eve gider, karnımızı doyururduk. Çocuklar sadece bireylerin değil, aynı zamanda mahallenin de çocuklarıydı. Tüm mahallece sevilir, korunurlardı. Görünmez bir sevgi çemberiyle çevriliydi etrafımız.

 

Şehirlerde bu kalmadı, köylerde de gitgide azalıyor.  Bütün çocukların güvenli ama özgür bir ortamda büyüyebilmelerini isteriz elbette. İstemekle olmuyor ama... Kızımızın yaşadığı evin bahçesi yok henüz, ama en azından haftasonları köye gittiğimizde sokaklarda koşup oynayan çocuklar görüyor. Dalından meyve, sebze topluyor nenesi ve dedesiyle birlikte. Kuzuları, oğlacıkları seviyor mandrada dolaşıp. Çayır çimen yoluyor. Bol bol ekşilice yiyor. (Ve görmediğimiz/bazen görüp de göz yumduğumuz bir çok şey daha...)

 

İronik aslında. Apartman yaşamı daha içiçe, üstüste-altalta yaşamaya zorluyor insanı ama buna rağmen yaklaştırmıyor bizi. Birbirimizin banyoda, tuvalette çıkardığı sesleri duyuyoruz. Kavgalarını, sevinçlerini... Çocuklarının doğum günlerini, maç izlerkenki bağrış çağrışa göre kimin hangi takımı tuttuğunu biliyoruz. Haftanın hemen hemen her günü, her öğün ne yemek yediğimizin kokusunu alıyoruz hiç tatmasak da. Eve kim girer kim çıkar, gece saat kaçta yatılır, hangi gecelerde sevişilir duyabiliyoruz. Tüm bunlara rağmen yine de merdivenlerde karşılaşınca bir ‘günaydın’ ya da ‘iyi akşamlar’ dışına çıkmıyor samimiyetimiz.

 

Belki de bunlar ve bunlar gibi bir çok neden yüzden apartman katında değil de toprağa yakın müstakil bir evde yaşama düşüncesi son zamanlarda sık sık aklıma geliyor. Hayatında ilk kez apartman katına taşınan bir arkadaşım tüm evi temizleyip sona kalan bir leğen suyla bakışmış uzunca bir süre. “Eskiden alıp bahçeye dökerdim...” diyor, “O an ne yapacağımı bilemedim.”

 

Bahçeye çıkıp dalından limon koparan/koparabilen insanlara hep özenmişimdir... Sırf bu bahçe özlemimden dolayı nerde bir çekirdek, tohum bulsam eve gelip terasa sıraladığımız toprak dolu saksılara sokuşturuyorum. Bir ara nane, kekik, lazmarin, maydanoz, adaçağı gibi şifalı otlarımız, hatta maksıl kiraz domatesimiz bile olmuştu. Ne kadar korumaya çalıştıksa da yazın beton duvarlardan yansıyan güneş yaktı gitti bir süre sonra hepsini de...

 

Tam da burada Türkiye’de yaşayan edebiyatçılarımızdan Aysel Gürmen’in çok sevdiğim, çocuklar için yazdığı ‘Aluppocidiler’ adlı öyküsünden küçük bir alıntı yapmak istiyorum:

“...Keşke ben de Kıbrıs’ta doğup büyüseydim ve anneannemin evi gibi bir evde otursaydım. Kocaman bahçesinde mahallenin çocuklarıyla koşmaca, saklambaç oynar, ağaçlara tırmanırdık. Bahçeye izinsiz giren kedi ve köpekleri kovalar, kertenkele ve karıncaları izlerdik. Tavuklarla tavşanlara her sabah yiyecek verir, kümesteki yumurtaları toplardık. Bahçedeki çeşmenin hortumuyla önce sebze ve çiçekleri sular, sonra da birbirimizi ıslatırdık.

Biraz hayvanat bahçesine, biraz parka, biraz da manava benzeyen bir evde oturmayı kim istemez.

Salata mı yapacağız? Hemen bahçeye çıkar, domates, salatalık, biber toplardık. Canımız üzüm, şeftali, portakal mı istedi? Hiç sorun değil. Bahçeye çık topla! Hem de parasız!..”

 

Yazın çöl sıcaklarının yaşandığı adamızda, ideal olarak kerpiç evlerde yaşamamız lazım ama o kadar değerli evleri eski moda bulduğumuz için yıkıp yerine üç-beş katlı beton binalar yaptırıyoruz. Birbirimizin altında, üstünde, karşısında yaşayıp gitgide yabancılaşıyoruz. Sonra da yazın sıcaklardan, kışın da soğuktan şikayet ediyoruz. Hele de yalnızlığımızdan... Bin yıllık bilgeliğe saygı duymadığımız ve açgözlülüğümüz nedeniyle yaz aylarında fırın gibi beton evlerde pişmeyi ve kış aylarındaysa yine bu evlerde kıçımızın donmasını hakediyoruz aslında.

 

2003’de kapılar açıldığında kaos yaşanmıştı sınırda. Özellikle iki taraflı göçmenler, ceplerinde hala paslanmasına izin vermedikleri anahtarları, 30 kusur yıl aradan sonra gidip anıların abidesi olan evlerini yeniden görmek için sabırsızlıkla koşuşturuyorlardı. Ve en nihayet evlerini görünce veya göremeyince ağlayanlar, bayılanlar, çıldıranlar.  

Doğduğu, yaşadığı eve gitmek 30 kusur uzun yıl boyunca yasaklanırsa hastalıklı bir ilişki ortaya çıkabilir insanla ev arasında. Sarte’nin deyimiyle, anıları saklamak için gereksinme duysak da evlere, sonuçta nedirler ki beton, tuğla, demir, taş, çamur, kiremitten başka?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1747 defa okunmuştur