“Evren” Size Bir Şey Ver(e)mez: 1
Acının ve tüm sorunların kaynağı olan benlik fikri ve onun varlığının yüceltildiği bir çalışmada, tam anlamıyla huzur bulmamız ve bunu çevremize yaymamız mümkün olabilir mi?
Mustafa Yaşın
[email protected]
“Dünyadaki herkes güzelliği gördüğünde, çirkin var olur. Herkes iyiyi gördüğünde, kötü var olur. Dolayısıyla: Olan ve olmayan birbirini yaratır. Zor ve kolay birbirini tamamlar. Uzun ve kısa birbirini şekillendirir. Yüksek ve alçak birbirine yaslanır. Ses ve ton birbirine karışır. İlk ve son birbirini takip eder.
Yani, bilge hiçbir şey yapmadan hareket eder, konuşmadan öğretir, her şeye onlar üzerinde hak iddia etmeden dikkatini verir, yaptıkları için onur talep etmez. Onur talep etmediği için de asla onuru zedelenmez.” — Lao Tzu.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyerek bu yazıya başlamayı tercih ettim. Evet, “Evren” size bir şey ver(e)mez. Kullanılan sözcükler ve cümleler ilişkide bulunduğumuz bir şeyi, örneğin Evren’i, nasıl algıladığımızı gösterir. O açıdan da kullanılan dil çok önemlidir. “Evren’den şunu istedim ve oldu”, “Evren’e pozitif enerji yolluyorum” veya “başıma gelen olayların sebebi karma” gibi altı boş lakırdılar, bize esenlikten ziyade daha çok kafa karışıklığı, dolayısıyla da acı vermektedir. Bu acının kaynağında da kişinin hayali olarak yarattığı “benlik” ve onun koruyucusu olan “Evren” veya “Tanrı” fikirleri vardır. “Evren” ile ilişkide olan ve kendimiz diye algıladığımız “benlik” nedir? “Evren” ya da başımıza bir olay geldiği zaman “karma bu” dediğimiz şeyden ne anlıyoruz?
Esenlik yolunda kişinin Evren ile kurduğu ilişki son derece önemlidir. “Evren’den bir şey isteyen veya Evren’e pozitif enerji gönderen” bir kişinin “Evren” dediği şey ile kurduğu ilişkide ikicilik (düalizm) vardır. Bu şekilde kurulan bir ilişkide, “Evren” ve kişi farklı birer varlıkmış gibi algılanır. Bir diğer deyişle, kişi ile “Evren” arasında bir kopukluk söz konusudur. Bu, iyiyi görüp kötünün varlığını inkâr etmek, kolayı seçip zoru yok saymak gibi bir şeydir. Bu tür bir ilişkide, “Evren” kişinin dileklerini dinleyip kişiye gerektiğinde yardımcı olan bir üst güç şeklinde algılanmaktadır. Aslında bu bağlamda üst bir güç olarak algılanan “Tanrı” anlayışına da çok benzemektedir. Bizden uzak ve kopuk, bize yaptığımız davranışların sonucunda ödül veya ceza veren bir “Evren” veya bir diğer deyişle “Tanrı” anlayışı, kişiyi esenliğe götürebilir mi? “Tanrı korkusu” ve “bizi gözetleyen bir güç” inancın yaygın olduğu dinler tarihinde, neden bu kadar kötülükler ve savaşlar yaşanmaktadır? Mademki isteklerimize cevap veren bir “Evren” var, o zaman insanlığın birbirine yaşattığı bunca acıyı neden önle(ye)miyor?
“Evren” ile ilişki kurduğunu sandığımız “benliğin”, ne olduğundan ziyade ne olmadığını anlamak çok önemlidir. Bu konuyu, dinler tarihine benzersiz bir yaklaşım getiren Buda’nın öğretilerine bakarak anlayabiliriz. Kulağa ilk başta tuhaf ve anlamsız gelse de bu öğretilerin temelinde “benliğin yokluğu” vardır. Benlik fikri gerçeklikle hiçbir karşılığı olmayan hayali ve yanlış bir inançtır. Bu fikir, “ben” ve ‘’benim” gibi zararlı düşünceleri, bencil istekleri, şiddetli arzuyu, bağlanmayı, nefreti, kötü niyeti, kibir ve gururu, egoizm ve diğer bozulmaları, kirlilik ve sorunları ortaya çıkarır. Kişisel çatışmalardan uluslararası savaşlara kadar dünyadaki tüm sorunların kaynağıdır (Rahula, 1959). “Benim” diye algıladığımız memleket, toprak, sınır veya bayrak olmasaydı bu dünya nasıl bir yer olurdu? Fakat bunca savaşlara ve acılara rağmen, kişi, ben ve benim dediği şeylere yani benlik fikrine derinden ve fanatik bir şekilde tutunmaktadır. Bunun nedenini Rahula şu sözlerle açıklıyor: “Kendini daim kılmak için insan, ebediyen yaşayacak olan ölümsüz bir Ruh (benlik) fikrini tasarlamıştır.”
Bu rahatsız edici öğretiyi kabullenmek ve buna teslim olmak, manevi çalışmalarda kişinin karşısına çıkabilecek en zor konulardan biri olabilir. Ancak başlarda rahatsız edici olsa da bu öğretinin ilerleyen zamanlarda kişi tarafından bizzat gerçekleştirilmesi, yani kişinin hayali olarak yarattığı benlik fikrinin nereden ve neden ortaya çıktığını idrak etmesi, mutlu ve huzurlu bir yaşam yolunda olmazsa olmazdır. Hiçbirimiz yok olmak istemeyiz. Bu düşüncenin varlığı bile epeyce can sıkıcı bir durumdur. Kişi çoğu zaman bu düşünce ile başa çıkamadığı için tutunacak bir şey arar. Tutunacak şeylerden biri de kişinin hayali olarak yarattığı benliği ve o benliğin “sahip” olduğu şeylerdir. Bunlara sadece maddesel şeyler değil, düşünceler, fikirler ve ideolojiler de dâhildir. Hatta kişiye özgün ve sonsuza kadar devam edecek veya bir hayattan bir başka hayata akacak olan “Ruh” anlayışı da buna dâhildir. Buda, insanın zihninde bir şeylere tutunma eğiliminin çok derin köklere sahip olduğunu gördüğü için kendi öğretisi hakkında şöyle demişti: "Benim öğretilerim Ay’ı işaret eden parmak gibidir. Parmakla Ay’ı birbirine karıştırmayın."
Bir diğer deyişle, Buda bu sözlerle takipçilerini, onun öğretisine bağlanıp, öğreti üzerinden hayali bir “benlik” oluşturmaması konusunda uyarmaktadır. Buda aslında bu tutumuyla, manevi çalışmalarda devrimsel bir çağrı yapmakta ve kişiyi, Buda’yı esenliğe kavuşturan Aydınlanma deneyimini, doğrudan deneyimlemeye çağırmaktadır. Buda takipçilerini; hiçbir şeye, benlik fikrine ve Buda’nın kendisine bile tutunmadan, “gel, gör ve deneyimle” diye davet etmektedir.
Bu davet, kapitalist toplum içerisinde maneviyat adı altında yayılmakta olan yoga, meditasyon ve vb. çalışmalarda maalesef çok yanlış yerlere çekilmekte ve çok sağlıksız bir tutum içerisinde kişinin “benlik fikri” pompalanmaktadır. Örneğin, bu çalışmalara göre; kişi istediklerine odaklanırsa, o istediği şeyi “kendi” içinde büyütüp, ona sahip olabilecektir… Batı’da yayılmakta olan bu tür pratikler için Alan Watts 1959’da yayınlanan bir makalesinde şöyle diyor: “Yoga gibi çeşitli Asya meditasyon teknikleri hakkında tartışmaktan genellikle kaçınırım. Çünkü çoğu Batılı için bunların konsantrasyona yardımcı olmaktan ziyade engelleyici olduğunu hissetmekteyim. Lotus duruşunu yapmak ve her türlü ruhsal jimnastikten geçmek bizim için samimi ve doğal değildir. Bu tür çalışmalar yapan pek çok Batılı, çalışmaları yapmak fikriyle ve çalışmaları yapan benlik fikriyle o kadar meşguldür ki, bu çalışmaları asla gerçek anlamda yapmazlar.”
Açıkça görülmektedir ki, böyle bir pratiğe yön veren unsurlar; yapılacak “şey” ve onu yapan “kişi” fikirleridir. Acının ve tüm sorunların kaynağı olan benlik fikri ve onun varlığının yüceltildiği bir çalışmada, tam anlamıyla huzur bulmamız ve bunu çevremize yaymamız mümkün olabilir mi?
Bu sağlıksız tutum içinde, kişinin diğer canlılardan kopuk olarak algıladığı “benliği” ile ilişki kuracak başka bir şey olması lazım. Bir diğer deyişle, “benlik” diye algıladığımız şeyin yanına veya karşısına koyabileceğimiz, bizi yaptığımız davranışlarla ödüllendirecek veya cezalandıracak bir şey. Bu bağlamda da kişi, kendi kendini korumak adına “Tanrı” fikrini tasarlamıştır. Günümüzde, “Tanrı” kelimesi pek revaçta değil ve bunun yerine “Evren” kelimesi kullanılıyor. Ancak, üst bir güç olarak algılanan “Tanrı” ya da “Evren” dediğimiz şeyin temeli zihnimizde aynı yere çıkar. Çok satan kişisel gelişim kitaplarında veya popüler ve pahalı yoga pratiklerinde bize “öğreti” adı altında aktarıldığı gibi “Evren”, eğer gerçekten ister ve odaklanırsak bu hayatta istediklerimizi bize verecek olan şeydir. Günümüzde bencil isteklerin merkezinde mutluluk, huzur ve başarı vadeden kişisel gelişim kitaplarının veya yoga çalışmalarının bu denli yaygın olmasının sebeplerinden biri kişinin “Evren” veya “Tanrı” ile kurduğu bu sağlıksız ilişki, bir diğeri de hayali benlik fikridir. “Evren birdir” veya “hepimiz aynı gemideyiz” gibi lakırdılar edilse de yapılan manevi veya herhangi bir çalışmanın temelinde benlik fikri oldukça, kişinin tam anlamıyla esenlik bulması ve bunu etrafına yayması pek mümkün değildir. Çünkü bu tür bir ilişkide “benlik” diye algıladığımız şey kendi kendini değiştirmeye çalışmaktadır. Zen felsefesi bu durumu; “kendi kendini vurmaya çalışan bir ok olarak betimler.” Örneğin, kişi kötü arzularının önüne geçmek için kötü arzuları arzulamamayı arzularsa, kötü arzuların önüne geçemez. Kişi, bunun yerine kötü arzuların kökenini, onların zihinde nasıl ortaya çıkıp, kaybolduğunu ve kişiyi ne şekilde alışılmış davranışsal kalıplara soktuğunu bir bilim insanı gibi incelemelidir. Ancak bu şekilde kötü arzular iyiye dönüştürülebilir.
Kişinin zihninde benlik fikri olmadığı zaman bir boşluk ortaya çıkar ve kişi kaybolmuşluk hissine kapılır. Bu boşluğu dolduracak başka bir fikirden ziyade, Buda’nın öğretileri evrensel bir kanunu kişinin manevi hayatının temeline koyar. Bu da nedensellik veya karma kanunudur. Evren ve kendimiz diye algıladığımız şeyle sağlıksız kurulan ilişkiden dolayı, Buda’nın en önemli öğretilerinden biri olan karma kanunu da çok yanlış algılanmaktadır. Bu yanlış algıdan dolayı kişi rastlantısal olayları çok büyütür, bu olaylarda mucizevi şeyler arar. İnsanın zihnindeki bu eğilimi iyi bilen sekizinci yüzyılda yaşamış Zen Ustası Shih-t’ou Hsi-ch’ien yazdığı en önemli öğretilerin birinde şu satılar geçer:
“Gizemi araştıranlara yalvarıyorum: Vakit kaybetmeyin!”
Bu satırları Zen Ustası Sheng Yen (2006) şu şekilde yorumlar: “Bağlılıklarınız ya da kazanç ve kayıp odaklı bir zihniniz olduğunda, bilgelik ve sıkıntıların aynı şey olduğunu anlayamazsınız. Hayat kısa ve Buddhadharma (öğreti) değerli, bu yüzden çok çalışın. Meditasyonda veya günlük aktivitelerde harcanan her uyanma anını pratik yapmak için kullanın. Günlük hayatınızı pratiğe dönüştürün. Başka her şey zaman kaybıdır.”
Ülkemizin eğitim sisteminin rekabetçi yapısına kapılan küçük bir çocuk olarak kolej sınavını kazanamadığım için çok üzülmüştüm. Lisede okuduğum yıllarda, ülkemizde eğitim sistemi değişmişti. Bu sebepten dolayı da liselerin mezun vermesi bir yıl gecikmişti. Ancak Anadolu Lisesinin yapısında hiçbir değişiklik olmamış ve mezun olduğum 2008 yılında, ülkede sadece Anadolu Lisesi mezun vermişti. Mezunun ve dolayısıyla da rekabetin az olduğu bir dönemde, iyi bir üniversiteye kayıt olabilmiştim. Hayatımda bu şekilde yaşadığım olumlu ve olumsuz sayısız rastlantısal olay vardır. Bu olaylarda bir hikmet aramaya veya bunlar üzerinden bir “benlik” oluşturmaya gerek yoktur. Rastlantısal olaylar bir kişi için “Tanrı” veya “Evren” tarafından özel olarak tasarlanmaz. Kişi eğer böyle bir düşünceye sahipse, bunun nedeni tamamen hayali ve yanlış olan benlik fikrinden kaynaklanmaktadır.
Öğretiye göre karma irade olarak tanımlanır. Buda’ya göre kişi istemli bir şekilde beden, söylev ve zihin yoluyla harekete geçer. İrade diye tanımlanan şey zihinsel yapı ve faaliyettir. İradenin işlevi, zihni iyi, kötü veya tarafsız faaliyetler alanına yönlendirmektir. Örneğin, hisler ve algılar istemli eylemler değildir. Onlar karmaya özgü etkiler ortaya çıkarmazlar. Karmaya ait etkileri ortaya çıkaran, sadece istemli eylemler olan; dikkat, niyet, kararlılık, güven, konsantrasyon, bilgelik, arzu, öfke veya nefret, cehalet, kibir, benlik fikri ve bunun gibi zihinsel faaliyetlerdir. Karma kelimenin tam anlamıyla “eylem” ve “yapma” anlamına gelir. Ancak, karma, tüm eylem değil, yalnızca istemli eylem anlamındadır. Pek çok insanın yanlış ve gevşek bir şekilde kullandığı gibi, karmanın sonucu anlamına da gelmez. Karmanın etkisi “meyve” veya “sonuç” olarak bilinir. Tıpkı bir arzunun göreceli olarak iyi ya da kötü olması gibi, irade yani karma da göreceli olarak iyi ya da kötü olabilir. Karma etki olarak tek bir güce sahiptir bu da iyi veya kötü yönde devam etme gücüdür. İyi ya da kötü, karma görecelidir ve süreklilik döngüsü (saṃsāra) içindedir (Rahula, 1959). Budacı kutsal metinlerde yazılı olduğu gibi; “Nasıl öküz arabayı ardından çeker götürürse, nedenler de sonuçları arkalarından sürükler.” Rahula’ya göre karma teorisini sözde “ilahi adalet” veya “ödül ve ceza” ile karıştırmamalıyız. Bu tür düşünceler, kanun koyan ve neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veren bir yüce varlık veya bir tanrı fikrinden doğar.
Karma teorisi, neden ve sonuç, etki ve tepki teorisidir, doğal bir yasadır. Sağlıksız beslenmeyi tercih etmek veya sağlıklı beslenmek için irade ortaya koymamak bizim irademize bağlı olmasından dolayı karmadır. Bunun sonucunda da hasta olmak, istemli eylemlerimizle yarattığımız karmanın bir meyvesidir. Kişi, hastalıkların elde olmayan sebeplerden dolayı da ortaya çıkabileceğini düşünebilir. Örneğin, günümüzde yaşadığımız çevre kirlilikleri sağlıklı gıdaya ulaşma yolunda büyük bir engeldir. Fakat, küresel ısınma ile ortaya çıkan çevre felaketleri, savaşlar sonucunda yaşanan travmalar veya sömürgecilik nedeniyle bazı toplumların yiyecek ve içecek kıtlığı yaşamasının sebebi de insanlıktır. Şimdi yaşadığımız bu felaketler, geçmişte yaşanmış veya gelecekte yaşanacak iyi ve kötü, insanlık iradesine bağlı olan şeyler de bizim ortak karmamızdır. Ancak şunu unutmamalıyız ki ortak karma dediğimiz şey “benim” karmam, “benim” karmam da ortak karmadır. Bunlar arasında ayrım yaparak kendimizden bir “kurban” fikri yaratmak benlik fikrinden ortaya çıkar ve bu bir yanılgıdır.
Ancak bir kişinin Afrika’da değil de Kıbrıs’ta, erkek değil de kadın veya 300 yıl önce değil de 30 yıl önce doğmuş olması, o kişinin iradesine bağlı olan bir şey değildir. Bunların nedeni de karma kanunu ile açıklanamaz. Aslında olayların bu şekilde olmuş olması pek de önemli değildir. Önemli olan tek şey, bunların olmuş olmasıdır. Bir diğer deyişle, kişiye bu değerli hayatın verilmiş olmasıdır. Bundan sonraki soru nedenden ziyade, bu yaşamda neyi nasıl yaptığımızdır. Yani, kişinin elinde olan seçim ona verilmiş olan bu değerli hayata nasıl devam edeceğidir. Kişi yaptığı davranışlarla kendine, etrafına, yaşadığı topluma ve evrene (ortak karmaya) acı mı veriyor yoksa mutluluk mu? Kişinin üzerinde çalışması gereken esas soru budur.
Kişi hayali benlik fikrinden veya kendinden yarattığı “kurbandan” özgürleştiği zaman ortak karmanın sorumluluğunu omuzlarında hisseder. İnsanlık tarihinde istemli olarak yapılmış davranışların günümüzü iyi veya kötü yönde nasıl etkilediğini bilgece görebilen kişi, kendi istemli eylemlerinin şimdi ve geleceği nasıl etkileyeceğini de idrak eder. Bu nedenden dolayı kişi, bu hayatta yaptığı istemli eylemlerin etkisinin, o öldükten sonra bile, kendini göstermeye devam edeceğini anlar.
“Ben” ve ruhu inkâr eden Buda’ya göre doğum ve ölüm döngüsü olması ilk başta kulağa tutarsız gelebilir. Buda’nın görüşüne göre yeniden doğan “ben” ya da ruh değil, eylemlerimizin harekete geçirdiği nedenlerin sonuçlarıdır. Bir yaşamdan ötekine aktarılan eylemlerimizin etkileri ve bu etkilerden doğan tepkilerdir (Güngören, 1988). Örneğin, bir ebeveynin kendi zihninde yaşadığı öfke veya nefret çocuğuna şiddet uygulamasına neden olabilir. Şiddet gören çocuk da kendi çocuğuna aynı şekilde şiddet uygulayabilir. Sonuç olarak, ebeveynin çocuğuna uyguladığı şiddetin etkileri o ebeveyn öldükten sonra da devam etmektedir. Böylece, öfke, nefret ve şiddet eylemleri bir yaşamdan diğerine doğar ve ölür.
Kişi kendine verilmiş bu hayata veya armağana bu şekilde bakabildiği zaman, neye etki edebileceğini veya edemeyeceğini bilgece idrak eder. Ancak, yukarıda bahsi geçen hayali benlik fikri bu kavrayışın önündeki en büyük engel ve aynı zamanda bu kavrayış için de en büyük fırsattır. Yanılgılar olmasaydı bu yanılgıları ortadan giderecek bir fırsat veya bir yol da olmazdı. Hayatta, bilinçli veya bilinçsiz olarak, duyarlı varlıkların evrensel yaratılış içgüdüsü ile aradığı esenliğe kavuşmak, onun huzurunu ve hafifliğini biraz olsun hissetmek istiyorsak, “Tanrı” veya “Evren” dediğimiz şeyle kurduğumuz ilişki üzerinde dikkatli bir şekilde ve samimiyetle çalışmalıyız. Böyle bir çalışma için önerilen yollardan biri Sekiz Aşamalı Yüce Yol diye bilinir. Bu yol Buda’nın öğretisinin temelinde bulunur ve bu yazının devamında irdelenecektir.
Kaynakça:
- Güngören, İ. (1988). Seks Yogası ve Başka Yazılar, Yol Yayınları.
- Rahula, W. (1959). What the Buddha Taught, Grove Press.
- Watts, A. (2016). Become What You Are, Shambhala South Asia Editions.
- Yen, S. (2006). The Infinite Mirror, Shambhala.