Eylem, Eylemsizlik ve Değiştirebilme Üstüne
Olup bitenler karşısında birey ve toplum olarak alınacak tavır, dünyayı ve toplumu algılama ve yorumlama çabası, aynı zamanda ‘insanlaşma’ serüveninin de önemli bir ayağıdır.
Nügen Derman Duru
“Mücadele bir çember gibidir, her noktasında başlar ama asla bitmez…”
Suncomandante Marcos
Kıbrıslı Türk yönetmen Derviş Zaim, Suriye’deki dramı konu alan son filmi “Flaşbellek” üzerine Yeni Şafak Pazar Eki’nde yaptığı bir söyleşisinde “ortada kanayan bir yara var ve sizin o yaraya ilişkin bir şeyler söylemeniz gerekiyor. Durdurulabilmesi için ahlaken bir şeyleri söylemenizde, tavrınızı ortaya koymanızda yarar vardır. Bu motivasyonlar, filmi yapmamda etken oldu.” şeklinde bir değerlendirmede bulunur. Halbuki pek çok kişi için böylesi bir tutum, Don Quixote’un yel değirmenlerine saldırmasını basit, boşuna ve hatta delilik olarak görmekle aynı türden bir tavırdır.
Hal böyle olunca ister istemez, bazı insanlardaki böylesi bir sorumluluk hissinin, bir şeyler yapma konusunda içsel isteğin ve daha da önemlisi harekete geçme güdüsünün kaynağı ne diye sormadan edemiyor insan. Daha da önemlisi bu türden bireysel bir eylemin, bahsi geçen toplumsal sorunun çözümü konusundaki gücü nedir? Kötüye gittiğini düşündüğünüz işler karşısındaki tutum ve davranışların belirleyicisi, şekillendiricisi nedir? Neden bazı insanlar olanlar karşısında kabuğuna çekilmeyi tercih ederken bazıları mücadele etmeyi yaşam tarzı olarak kabulleniyor?
Çoğu zaman, bir toplumda işlerin neden kötüye gittiğini göstermeye çalışmak ve bu gidişi durdurmak için çabalamak yerine, sürekli yakınma ve suçlu aramayı tercih etmek, hayata karşı kolaya kaçmanın en kestirme yoludur. Bu düşünme şekli insanın olaylara, olup bitenlere kaderci bir bakış açısıyla bakmasıdır. Onu etkisiz kılmanın da dayanağıdır aynı zamanda. Çünkü bu noktadaki insan hayat karşısında çaresiz, olup bitenleri sahnelenen bir oyunun izleyicisi gibi izler. Sahnede olmayı, hele de oyunun akışını değiştirmeyi ne düşünür ne de hayal eder. Yaşananların kendi iradesinin dışında ulu güçlerce gerçekleştirildiğini düşünür; öyle ki kimsenin gücü ona müdahale etmeye yetmez. Sağduyu yoluyla (gündelik sıradan tecrübeler) ve sınırlı sayıda gözlemlerle elde edinilen bilgiler de devreye girer ve bu yorumlamalara şekil verir. Ne yazık ki bu türden bir bakış açısına sahip birey, hayatı bir mücadele alanı olarak görmez; kaderinde olanı tecrübe etmeye de neredeyse gönüllüdür. Başına gelenlerin sorumlusu başkalarıdır, olup bitenler karşısında ise gücü yetersizdir. Benliği, nasılsa hiçbir şey değişmeyecektir tarzı düşüncenin içine hapsolmuştur. Kendini matematiksel anlamda etkisiz eleman sayar; Herakleitos’un boyuna akan ırmağında yıkanamamıştır çünkü. Benim oyumla hiçbir şey değişmez diyen seçmenin, barış için ne kadar uğraşırsam uğraşayım savaşlar hep olacak diyen bireyin, ne yaparsam yapayım sonuç hep aynı olacak diyen umutsuz insan topluluğunun durumu tam da bunu örneklendirir. Halbuki bu yöndeki her tavır alış, aynı zamanda reddedilen gidişatın da mimarıdır.
Bir yandan hiçbir şeyin değişmeyeceği fikri, öte yandan yaşamın karşıtları ile bir bütün olduğu ve dönüştüğü fikri; insan bu noktada taraf olmak zorundadır artık. Taraf seçmek, kaygan bir zeminde yürümek ve yapabilme cesaretinin gücünü kendinde bulmaktır aynı zamanda. Çünkü değişimden yana taraf almak uzun, emek isteyen ve çok zorlu bir tercihtir. Bizi rahatsız ve mutsuz eden, köleleştiren, kısır bir döngünün içine sokan bu zincirin bir halkası olmaktan çıkmak ancak bu kaygan zemin üzerinde risk almakla mümkündür. Dünya, bu tercihini mücadeleden yana yapanların değişime nasıl yön verdiklerine hep tanıklık etmiştir. Ancak, bireysel ve toplumsal anlamda bir dönüşüm başlatabilmek için özeleştiri, değişime ihtiyaç duymak ve şu sorunun yanıtından emin olmak da şarttır: Dünya, önceden belirlenmiş bir hayatı insana dayatan ve onu yaşamak zorunda bırakan bir alan mı, yoksa insanın kendi gücüyle daha iyiye (ya da kötüye) doğru dönüştürülebileceği bir varlık alanı mıdır? Dünyada olup bitenler karşısında birey ve toplum olarak alınacak tavır bu soruya verilecek yanıttadır. Çünkü hayatın anlamını kavramadan tutun da kim için, ne için ve nasıl yaşanılacağa kadar pek çok değer bu sorunun yanıtında saklıdır.
Olup bitenler karşısında birey ve toplum olarak alınacak tavır, dünyayı ve toplumu algılama ve yorumlama çabası, aynı zamanda ‘insanlaşma’ serüveninin de önemli bir ayağıdır. Çünkü bu çabanın doğal bir sonucu olan eylem ya da eylemsizlik halidir toplumu dönüştüren. Evet, eylemsizlik hali dünyayı kaderci bir bakış açısının içine hapseder ama neyse ki eylemden yana olan kısmı da dünyayı değiştirebilme fikri üzerinden ilerler. Dünyayı algılama biçiminin, olaylara bakış açısının bu “değiştirebilme gücünün” farkına varmada ve bunu tüm varlığın, canlıların, insanlığın yararına olacak şekilde kullanmada çok önemli bir etkisi vardır. İşte insan tam da bu noktada dünya karşısındaki duruşundan, olup bitenlere yüklediği anlamdan, sorumluluk ve eyleme geçme ihtiyacından dolayı eyleme geçme ihtiyacı hisseder. Bunu yapabilecek mücadele gücünü kendinde bulur. Çünkü tarihin seyrinin bu çabanın bir ürünü olduğunu keşfeder. Marx ve Engels’in dediği şekliyle, tarih, kendi öz ereklerinin ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir. Atacağı her adımın, yapacağı her eylemin aslında bütünün bir parçası olduğunun farkındadır. Tarih bilimi bu konuda bolca kanıtlar sunar. Mahatma Gandi’nin İngiltere sömürgeciliğine karşı şiddetsiz direnişinin, ABD’de siyahların özgürlük mücadelesinin sembolü olan Martin Luther King “benim bir hayalim var…” deyişinin, İstanbul’da Gezi Parkı gençlerinin dik duruşunun, Annan Planı Referandumu’nda Kıbrıslı Türklerin barış taleplerinin tümünde bu çaba saklıdır. Bu çabayı göstermeye değer bulmak, dönüşümü başlatmanın da temel dinamiğidir. Dünyayı daha yaşanabilir bir hale getirebilme konusunda çaba gösterenlerin -liderlerin ve onlarla birlikte yürüyen kitlelerin- diğer insanlardan önemli bir farkı, dünyayı karşılıklı etkileşimler bütünü olarak görmeleridir. Biliyorlar ki aynı anda başka insanlar da benzer bir amaç için mücadele etmektedir. Onlar için tüm bu olanlar arasında karşılıklı evrensel bir bağ vardır.
Bu kavrayış insan açısından önemli bir aydınlanmadır. Çünkü artık yaşadıklarının bir kader değil, sebepleri ve sonuçları ile değiştirilebilecek olgular olduklarının farkındadır. Devinim ve değişimi reddeden, olayları ayrıştıran düşünme tarzından uzaklaşır. Maddenin varoluş biçiminin devinim olduğunu ve olup bitenlere karşılıklı bütünler olarak bakmak gerektiğini görür. O nedenle bir amacın gerçekleşmesi için her çabanın mutlaka bir etkisi ve önemi olduğunu kavrar. Bu, aynı zamanda karşı tarafın attığı her adımının da dikkate alınmaya değer olduğunun da fark edilmesi demektir. Dönüşümü gerçekleştirmenin yolunun da mutlaka bir çaba gerektirdiğini bilir. Bu nedenledir ki problemler karşısındaki tutum ve davranışlarda belirleyici olan bu bakış açılarından hangisini tercih ettiğimiz, hayali kurulan toplumun inşa edilmesinin de az çok garantisidir. Demek ki ortada illa ki bir kader varsa o da olsa olsa bunlardan hangisinin seçildiğine bağlı olarak belirecek olan durumdur.
Şu halde, dünya karşısındaki duruş, sonrasında ya da gelecekte nasıl yaşamak istenildiğinin de bir göstergesidir. Aksi halde, hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair yaygın bir kanaat içine hapsolan bir birey ya da kitle için, daracık pencerelerden dağılmış hayatlara doğru akan bir ömrü selamlamaktan başka bir seçenek kalmaz… İşte o zaman elde ve avuçta kalanlar da uçup gider. Geriye sadece pişmanlıklar, hayal kırıklıkları ve kendini asla affedemeyecek bir bireysel ve toplumsal hafıza kalır.
Kaynak
Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, Eriş Yayınları, on ikinci Baskı, 2003