Eylül’ün feminizmi: Irkçılığa ve ev içindeki emek sömürüsüne dur de!
Eylül’ün feminizmi: Irkçılığa ve ev içindeki emek sömürüsüne dur de!
Aslı Murat (FEMA Aktivisti)
[email protected]
Eylül yılın diğer aylarına nazaran hüznü ve dinginliği beraberinde getirir. Özellikle Kıbrıs gibi yaz aylarının kavurucu sıcağa teslim olduğu coğrafyalarda, sonbaharın ilk işareti olan serin gecelerin yaşanmaya başlanması, ister istemez zihinsel bir rahatlamayı da mümkün kılar. Hikâyemizin kahramanı da isminin esin kaynağı olan ayın özelliklerini taşır. Eylül, hayatını sürdüreceği mekâna uzak bir kara parçası üzerinde, ilk nefesini ciğerlerine doldurur. Annesi ile birlikte yaptığı uçak yolculuğunda kırk günlük bile değildir. İlk gençlik günlerinde, herhangi bir vatan toprağı ile aidiyet kuramamasının nedeni üzerine düşünmeye başladığında, anne kucağında yaptığı seyahat aklına gelir. Hayatı boyunca yaşayacağı kopuşlardan ilki, annesinin anavatanı ile kurduğu ilişki üzerinden şekillenir. İyi ki de öyle olur. Çünkü Virginia Woolf “Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir” diyerek içinde yaşanılan erkek egemen sistemin dişlilerinden birini oluşturan milliyetçiliğe başkaldırmış ve toprak parçaları üzerinden kurulan bağımlılıkları reddetmiştir.
Eylül’ü dünya ile buluşturan kadın, aidiyet kurduğu memleketi, ailesini ve o güne değin inşa ettiği toplumsal ilişkilerini bırakır. Bu kopuş, “var olan düzeni koruma, kollama ve onu yeniden üretme” diye isimlendirilebilecek hastalığın, Kıbrıs Türk toplumu içerisinde yaygınlaşmadığı yıllara denk düşer. O dönemde, 1980 askeri darbesi öncesinde Türkiye’de yüksek öğrenim gören gençler, Kıbrıs’a dönüp birtakım sol örgütler içerisinde siyasi görüşlerini hayata geçirmeye başlar. Bahsi geçen gençler, Türkiye’deki sol gelenekten etkilenmiş, yeri geldiğinde onlarla birlikte mücadele etmiştir. Önemli olan emekçi halkların kurtuluşudur. Gün gelecek ve iktidardakiler halka hesap verecektir. Eylül de bu görüşlere sahip bir ailenin kızı olarak yetiştirilir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974 sonrasında kurulmaya başlanan yeni düzen, uzun yıllar değişmeden iktidarını korur. Sol hareket içinde örgütlenenler, zaman içinde büyür ve iktidarı sarsacak gücü eline geçirir. Küçük de olsa bir etki yaratmayı başaran gençler, iktidarın kendi içerisindeki “farklılıkları yok sayan dayatmacı yapısı” altında görüşlerini yeniden şekillendirmeye başlar. Bu gençler arasında söz sahibi olmak isteyen kadınlar sürekli olarak yok sayılır, erkek egemen iktidar kodlarını eleştirenler saf dışı bırakılarak sessizleştirilir. Değişen siyasi konjonktür temelinde ortaya çıkan yaklaşımlar, ekonomiye dair geliştirilen tutumda var olan otoriterlikten sıyrılmanın önemi üzerine şekillenir. İnsan hakları, eşitlik, adalet ve özgürlük gibi mefhumlar iktidarı ele geçirmek için pek önemli değildir. Bu sebeple ekonomi alanında yapılan tartışmalar, iş insanlarının ne şekilde memnun edilebileceği, ekolojik dengeyi bozma ihtimali olan icraatların nasıl hayata geçirilebileceği üzerine yürütülür. Sağlıksız koşullarda, güvencesiz çalışan işçiler için görünürde birtakım iyileştirmeler yapılır. Fakat hiçbir zaman ev içinde hizmet gören göçmen kadınların çalışma koşulları üzerine söz söylenmez. Ne de olsa onlar Kıbrıs’taki suç oranının artmasına neden olan, görüntü kirliliği yaratan ve siyasi iradelerini ellerinden alan “garasakal”lardır. Ayrıca ev içindeki emeğin görünmez kılınmasından dolayı, ülke ekonomisine bir katkı sağladığını düşünmek de mümkün değildir.
Eylül’ün annesi “orijinal Kıbrıslı” bir adamla evlenen, “garasakal”lardan biridir. Orta sınıf bir aile içinde yaşayan ve farklı ortamlara kolayca adapte olabilen yapısından ötürü bireysel anlamda ayrımcılığa maruz kalmaz. Fakat öğrencilik yıllarında “Enternasyonal”i birlikte okuduğu “yoldaş”ları zamanla Kıbrıs’taki temel sorunlardan birinin, ülkeye gelip yerleşen Türkiye kökenli kişiler olduğunu söylemeye başlar. Onca yıldır “sistem de sistem” diye avazı çıktığı kadar bağıran “yoldaş”lar, artık belli etnik kökenden gelen kişileri, sorunun nedeni olarak görmektedir. İlk zamanlar Denktaş tarafından dile getirilip tüm sağ cenahın benimsediği “gelen Türk giden Türk” politikasının, “yoldaş”larının göçmenlere karşı olan tavrına neden olduğunu düşünür. Fakat zamanla bu tavrın, orta sınıfın konforlu yaşantısı içinde şekillenen ötekileştirici yaklaşımlardan başka bir anlama tekabül etmediğini kavrar.
Erkek egemen yapıyı içselleştiren her kadın gibi mesleki sorumlukları yanında, ev içinde yapması gereken ve doğal olarak isimlendirilen görevleri olduğunun bilincindedir. Çocuk bakmak, yemek pişirmek, temizlik yapmak gibi uzayıp giden bir listeden bahsedilebilir. Ailenin çekirdek kadrosu dışında kalan kadınların uzak diyarlarda yaşaması, evin içindeki kadının görevlerini daha da ağırlaştırır. Eylül’ün annesi de bu kadınlardan biridir. Bu sebeple ev işlerinde kendisine yardımcı olmayan kocası dışında birine ihtiyaç duyar. Tabi ki yardımına, Türkiye’den Kıbrıs’a göçmen olarak gelen ev içi işçisi kadınlar yetişir. Bu kadınlar zaman zaman çocuklarını da beraberinde getirmek zorunda kalır. Çünkü evde onların bakımını üstelenecek herhangi bir kimse yoktur. Farklı sınıfsal konuma sahip olmaları, Eylül’ün annesinin ve evinde çalışmaya gelen ev içi işçisi kadınların çocuk bakımını “doğal vazifeleri” olarak yerine getirmeleri gerçeğini değiştirmez.
Eylül evdeki temizlik günlerinin birinde gerçekleştirilecek öğle yemeği öncesi garip bir tedirginlik içindedir. Yemek süresince birlikte masaya oturacağı iki yabancı vardır. Biri temizlik yapan kadın diğeri ise onun kızıdır. Okuldaki teneffüs aralarında rastladığı bu kız çocuğunu pek sevmez. Çünkü o Eylül’e benzememektedir. Okulda giydiği ayakkabılar yırtık, defterlerini kapladığı kâğıtlar ve kullandığı kalemler ise kalitesizdir. Ayrıca en önemli sorunlardan biri, onun “pis garasakal” olduğudur. Eylül ve arkadaşları okulda kendisine bu şekilde seslenmektedir. Yemek masasına oturmadan önce Eylül annesinin kulağına şu cümleleri fısıldar: “Anne biz bu kadın ve çocukla birlikte aynı masaya mı oturacağız? Bu kadın senin hizmetçin ve onlar garasakal. Ben bu şekilde yemek yemek istemiyorum”. Küçücük kızı tarafından sarf edilen cümleler karşısında başından aşağıya kaynar sular dökülen anne, uygun bir dille kendini ifade etmeye çalışır: “Anneciğim, o kadın benim hizmetçim değil. Hem dışarıda çalışmak hem de ev içindeki işleri yerine getirmek için yeterli zamanı bulamıyorum. Baban bu konuda bana destek olmuyor. Bu sebeple bana yardımcı olması için birine ihtiyaç duyuyorum. Ayrıca “garasakal” insanları aşağılamak için kullanılan ve hiç hoş olmayan bir kelime. Kullanmaya devam edersen, beni de öyle tanımlaman gerekecek. Çünkü ben de o insanlar gibi Türkiye’den buraya geldim ve burası ile bağlantım baban aracılığıyla kuruldu. Evlilik sebebi ile gelmiş olmam, ülkelerindeki ekonomik koşullardan ötürü göçmen olmak zorunda kalmış insanlardan daha ayrıcalıklı olduğum anlamına gelmez”.
Eylül o yaşlarda annesi tarafından dile getirilen cümlelere pek anlam veremez. Sonraki yıllarda ise geçmişi ile hesaplaşırken kendisine sınırsız bir yol haritası sunan bu cümlelere minnettar olur. Eylül feminizmle tanıştıktan sonra ev içi işçisi bir kadına hizmetçi dememesinin, kadınların ev içinde yürüttüğü işler sonucunda ortaya çıkardıkları emeğin görünür kılınması için mücadele etmesinin, kadınların doğal görevi olarak isimlendirilen hususların politik olarak üretildiğini sürekli deşifre etmesinin, kadına yönelik şiddetin bir eşitlik sorunu olduğunu haykırmasının ve kadınların karar alma mekanizmalarındaki temsilinin bir adalet meselesi olarak algılanmasının önemini kavrar. Bir türlü tamamlanamamış bir yas sürecidir yaşadığı. Acıyı içinden söküp atamaz, hissettiği cehennem sıcağından bir türlü kurtulamaz. Etinin değil, ta en derininin yandığını göğsünde hissetmek, bitmek bilmez bir işkenceye dönüşür. O gün dile getirdiği ötekileştirici cümleler, bir ev emekçisinin ve minik kızının kalbini kırmıştır.