“EYLÜL’ÜN KADIN YÜZLERİ”
“EYLÜL’ÜN KADIN YÜZLERİ”
Mine Balman& Aslı Murat
[email protected] & [email protected]
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Platformu olarak 7 - 8 Ekim 2015 tarihlerinde, Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri olan 1980 askeri darbesinin kadınlar üzerindeki etkilerinin aktarıldığı bir belgesele ev sahipliği yaptık. “Eylül’ün Kadın Yüzleri”, dönemin militarist şiddetine ışık tuttuğu gibi, 1980ler ve öncesindeki sol hareket içindeki kadınların konumlanışını da tartışma konusu yapıyor. Böylece Türkiye’deki feminist hareketin güçlenme serüvenine de tanık oluyoruz. Belgeselin yönetmeni A. Ayben Altunç ve görüntü yönetmeni Bülent Yarbaşı’nın da aramızda bulunduğu, Lefkoşa ve Mağusa’da olmak üzere iki gösterim gerçekleştirdik. Tabi ki onları bulmuşken, iki çift laf etmeden duramadık. Bize 1980 öncesindeki ülke koşullarından, darbe ardından yaşanan yıkımdan ve tüm bunlara rağmen geleceğe umutla bakabilmenin öneminden bahsettiler. Fazla uzatmadan, sizi sohbetle baş başa bırakıyoruz.
“Kadınların tarihinin üzerindeki şalı kaldırdık.”
Mine Balman: “Eylül’ün Kadın Yüzleri”isimli belgesel film çalışması fikri nasıl doğdu?
A.Ayben Altunç: 1980 dönemindeki darbe hikâyelerini önceden hep abilerimizden, erkek arkadaşlarımızdan dinlemiştik. Onlar da “Biz nasıl örgüt şefiydik gibi” belli bir hamaset üzerinden anlatıyorlardı. Kadınların o dönemde mücadele içerisindeki emeğini yok sayıyorlardı. Ben de o dönem mücadelenin içindeki kadın arkadaşlara “1980 dönemini kadın deneyimleri üzerinden anlatmak istiyorum. Bana deneyimlerinizi anlatırmısınız?”diye sordum. Onlar da “Seve seve anlatırız.”dediler.Biz bir kadın arkadaşımla şöyle diyoruz; kadınlar aslında hep vardı, sadece bu film sayesinde kadınların tarihinin üzerindeki şalı kaldırdık ve hem kadınların varlığını gösterdik hem de deneyimlerinin insanlara aktarılmasını sağladık.
Aslı Murat: “Eylül’ün Kadın Yüzleri” isimli belgeselin bugüne kadar yapılmış 12 Eylül filmlerinden farkı nedir?
A.Ayben Altunç: “Eylül’ün Kadın Yüzleri”nin en büyük farkı filmin umutla bitmesidir. Filmde zor bir dönem anlatılıyor, kadınlar çok ağır işkencelerden, ağır deneyimlerden geçmişler, işlerini, eşlerini, çocuklarını kaybetmişler. Ama bunlara rağmen biz umutla biten bir film yapmak istedik.
Mine Balman: Belgesel çekimleri ne kadar sürdü?
A.Ayben Altunç: Çekimlerin tamamlanması 5 sene sürdü.
Mine Balman: Röportaj yapacağınız kadınları nasıl seçtiniz?
A.Ayben Altunç: Filmde röportaj veren, deneyimlerini aktaran 32 kadın vardır. Kadınların çoğu benim arkadaşımdı. Arkadaşım Ümide Aysu Çelik ile ilk çekimi yaptık. Feyza Abla (Feyza Zeybek) arkadaşımın annesiydi sonra onunla konuştuk. Bir noktadan sonra da kadınlar beni birbirlerine götürmeye başladılar. 32 kadının içinde röportaj yapmaya giderken önceden tanımadığım, ilişkim ve sohbetimin olmadığı sadece sanatçı Melike Demirağ ve gazeteci Zeynep Oral vardı. Kadınların birçoğu ile yollarımız daha önceden kesişmiş, kadınlarla ilgili yapılan çalışmalarda ve kampanyalar içinde yer almıştık.
Mine Balman: 32 kadının profilinden bahsedebilir misiniz?
A.Ayben Altunç: Röportaj veren kadınların içerisinde sanatçılar, anneler, kayıp anneleri (Cumartesi anneleri), gazeteciler, öğretmenler, sanatçılar, 1402’lik olan devlet memurları, devrimci örgütlerin içinde mücadele eden militan kadınlar, Kürt hareketinde mücadele eden kadınlar ve kadın örgütlerinde mücadele eden kadınlar var.
Mine Balman: Filmde bir transkadın da darbe deneyimlerini anlatıyor.
A.Ayben Altunç: Evet. Demet Demir o dönem cezaevine erkek olarak giren bir arkadaşımızdır. O dönem İlerici Liseliler Derneği üyesiydi. Ancak cezaevinde cinsel kimliğinden ötürü örgütten atıldı. Demet dirayetli bir arkadaşımızdır ve hala mücadelenin içindedir. Hem bir siyasi partide hem de LGBTI örgütünde mücadelesinde devam etmektedir. ÖDP kurulduğunda ilk LGBTI parti meclis üyesiydi. Belediye başkanı adayı oldu.
Aslı Murat: 1980 darbesinde “1402’lik olanlar” dediniz. “1402’lik olanlar”ne demektir açıklayabilir misiniz?
A.Ayben Altunç: 12 Eylül gelince, 1402 diye bir yasa çıkarıldı. Bu yasa devlet memurlarına, öğretmenlere, üniversite hocalarına kısıtlama getiren bir yasaydı. Daha önce solcu geçmişi olan kişileri devlet görevinden atmaya başladılar.
Bülent Yarbaşı: “Sakıncalı”diye bir tabir var. Memurlar bir şekilde devlet tarafından korunuyorlardı. Bu yasa geçirilince, memurlar devlet korumasından çıkmıştır. Yani devletin “sakıncalı” gördüğü memurların devletle olan ilişkisini kestiler.
“Örgütlerde kadın olmak”
Aslı Murat: 1980 öncesinde kadınların örgüt içindeki yerinden bahsedecek olursanız neler diyebilirsiniz?
A.Ayben Altunç: Filmdeki çok kısa yer alan “örgütlerde kadın olmak” kısmı bile, bazı erkek arkadaşları rahatsız etti. Örgütler eleştiriye kapalı. Filmde Ümide Aysu arkadaş anlatıyor; kadın meselesini konuşup, kadınları masaya bile almayıp, “sen bir çay demle, bir de Zülfü koy da dinleyelim, kapıyı da kapat” diyenler varmış. Ama bazı örgütlerde de durum farklıymış. İşte İKD varmış ama genelde kadınlar, tali görevlerde bulunmuş. İşte ne yapmışlar. Silah temizlemişler, bir yere silah gidecekse onu taşımışlar ama onu kullanan el olmamışlar. Aynı dönemde örneğin Kürt hareketinin içinde dağda da kadınlar var. Ama genele yayıldığında o kadınlar, daha alt kademelerde, işte yazı yazmak, ya da yazılan şeyleri daktiloya çekmek, mahalle çalışması yapmak gibi görevlerde bulunmuşlar.
Aslı Murat: Film için röportajlar yaparken sağ içerisinde örgütlü bir kadın hikâyesine rastladınız mı?
Bülent Yarbaşı: Hayır. Sağcılar yapı gereği, kadınları zaten ikinci plana atan bir kesimdir. Örgütlülük anlamında hiç yoktular. Mesela bir arkadaşın çok enteresan bir lafı vardır. “Biz üniversitede karşıdan gelen gruba bakardık. Eğer aralarından kadın varsa, bunlar bizden derdik, giderdik. Yoksa sırf erkeklerden oluşuyorsa yönümüzü değiştirirdik”. Bu kadar net. İdeolojik anlamda vardır ama sokakta, pratikte göremezsin.
“Hala biraz 12 Eylül şartlarında yaşıyoruz.”
Aslı Murat: Aslında bu filmle sizler Türkiye’de bugüne kadar yaşanan süreci de ortaya çıkarmaya çalıştınız diyebilir miyiz? 1980 darbesi ile yüzleşmek mümkün oldu mu?
A.Ayben Altunç: Hayır yüzleşme olmadı. Biz hala 12 Eylül anayasasıyla idare ediliyoruz. YÖK 12 Eylül’ün hediyesidir. Öğrencilerin özgür üniversite ortamları ortadan kalkmıştır. Memur yasasındaki bir takım uygulamalar devam etmektedir. Örgütlenme özgürlüğü kısıtlanmıştır. Hala biraz 12 Eylül şartlarında yaşıyoruz. Diğer yandan bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu Kürt savaşının temelleri de 80’de atılmıştı. Diyarbakır cezaevi en ağır işkencelerin yapıldığı yerdi. Yine Kürt hareketi olurdu, ama onun şiddet içeren işkenceleri sonrasında PKK daha etkin bir hale büründü.
Bülent Yarbaşı: Yüzleşme anlamında göstermelik mahkeme yapıldı. 90 yaşlarındaki darbeci Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya sözde yargılandılar. Geç kalınmış, göstermelik, yarım yamalak bir mahkeme idi.
A.Ayben Altunç: Cumartesi anneleri kayıpları için kesintisiz, 551 haftadır oturma eylemini sürdürüyorlar. Resimlerle oturuluyor ve her Cumartesi bir kayıbın hikâyesi anlatılıyor. Bizim filmde Elmas Eren var. Elmas Teyze hâlâ oğlunun (Hayrettin Eren ) bir kemiğini arıyor. Veysel Güney devletin astığı bir insan. Devlet kendi astığı insanı kaybetmiş. Şu anda mezarı yok. Kayıp meselesi, 12 Eylül hikayesinin en trajik kısmı. Çünkü insanların başına gidip ağlayacakları bir mezarları yok. Mesela belgeselde Ayşegül Devecioğlu şöyle bir cümle kurmuştu “Behçet’in mezarı var. Bana bir şey ifade etmiyor. Ama o mezar olmasaydı, ben o mezarı isteyecektim”.
“İşkencenin adını bile telaffuz etmek istemiyorlar.”
Mine Balman: Filmde dikkatimi çeken bir nokta var. Kadınlar o dönemde yaşadıkları deneyimleri ben dili ile aktardılar. Ama yaşanan işkenceleri kendilerine değil de sanki üçüncü bir kişiye yapılırmış, sanki kendisi sadece şahit olmuş gibi anlattılar. Hayatlarını devam ettirebilmek için işkenceleri kendi üzerlerine giymemiş, yokmuş gibi varsaymışlar. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
A.Ayben Altunç: Benim de dikkatimi çeken ve senin iyi yakaladığın şey şu: mesela filmde anlatırken “iş…” diyorlar yani işkence kelimesi bile dillendirilemiyor. “O şey bana yapıldığında” diye anlatıyorlar. Yani böyle bir şey var. Adını bile telaffuz etmek istemiyorlar. “Ben” diye başlıyor, “kadınların eteği başına ters çevrilirdi” diyor. Yani başladığı cümleyi kendinden uzaklaştırıyor.
Mine Balman: Ben örgütlerin 1980 sonrası, yapması gereken şeylerden birisinin de, işkence ile yüzleşmeyi sağlamak olduğunu düşünüyorum.
A.Ayben Altunç: Aslında insanlar başlarına ne geleceğini çok da bilmeyerek o cezaevlerine düşüyorlar. “Biz her şeye hazırlıklıydık” diyen var. Ama o da tırnak içinde. Çünkü şöyle bir şey var. 12 Mart’ta yapılan darbeyle, işkenceyle 12 Eylül arasında çok büyük fark var. 1 Mayıs marşını besteleyen Sarper Özsan, “Ben 12 Mart döneminde cezaevinde kaldım, sonra 12 Eylül’de de alındım, bırakıldım” dedi. “Sonra arkadaşların hikâyelerini dinledim, ben Hilton Oteli’nde kalmışım” dedi. Arada çok ciddi fark var. Devlet de bu süre zarfında Amerika’nın kurduğu özel işkence okullarında teknikleri ilerletmiş. Mesela Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır’a, Kıbrıs Harekatı’ndan gelmiş biri. Rum kanı içmekle gurur duyan bir adam! Bu önemli bir ayrıntı. Yani onların hiçbiri sıradan asker, sıradan cezaevi müdürü değil. Mamak’ta başarıya ulaşan (!) kadroyu Metris’ e getiriyorlar. 12 Eylül döneminde sistematik işkence vardı. Ama 12 Mart dönemindeki bu kadar sistematik değildi. Bu işkencelerle başa çıkmak da kolay değil.
Bülent Yarbaşı: O dönemde School of the Americas diye 1946 yılında kurulup 1984 yılında Panama'dan Amerika'ya aktarılan bir okul varmış. Amacının soğuk savaş döneminde anti-komünist mücadele için eleman ve diktatör yetiştirmek olduğu konusunda iddialar var.
“Kadınların işkenceleri tam anlatamamalarının sebebi, hem yüzleşememek hem de arkadan gelecek kuşağı da biraz korumak”
Mine Balman: Örgütlerin, kişileri yaşadıkları politik işkence ile baş başa bırakmamaları gerektiği konusunda ne söyleyebilirsiniz?
A.Ayben Altunç: Aslında çok da baş başa bırakılmamışlar. Mesela İnsan Hakları Vakfı’nın kuruluşuyla, orada terapiler başlamış. Büyük ihtimal kadınların işkenceleri tam anlatamamalarının sebebi, hem yüzleşememek hem de arkadan gelecek kuşağı da biraz korumak. Şöyle tasvir edebiliriz; etrafında bir sis var. Yani sen bir yola giriyorsun, genç bir devrimcisin. O yolda yürüyorsun. Başına ne geleceğini iyi kötü biliyorsun. Bildiğini zannediyorsun. Ama bilmiyorsun aslında. Filmde Özlem Eren Türkmen, aslında o kapıdan girdiğinde, “Okuduklarımı yaşamaya başladım” diyor. Yaşamak başka bişey.
Mine Balman: Terapilerin yapılması güzel ancak terapiler bireyseldir. İlk adım belki bireysel terapidir. Sonraki adım belki diğer işkence görenlerle grup terapisidir. Ama mutlaka bu aşamalardan sonra işkencenin toplumla paylaşılması gerekir. Gelecek nesilleri korumak bence bu insanlık dışı uygulamaların deşifre edilmesiyle olur. Oradaki işkence politiktir.
A.Ayben Altunç: Mesela Cemile Çakır diyor ki “Amerika’ya gittim. Amerika’da bir arkadaşım dedi ki, burada psikiyatristler ücretsiz, bir konuş falan. Ben kendimde böyle bir ihtiyaç hissetmedim açıkçası. Gittim, kadın hayatında böyle bir şey duymamış. Onlarda Vietnam sonrası post travmatik stres bozukluğu var. Meğerse biz de bunu yaşamışız. 1980 sonrası bizde de bu varmış. Ben anlattıkça kadının gözleri fal taşı gibi açıldı. Sonra bana yaşadıklarımı kiminle paylaştığımı sordu. Yakınlarınla paylaşabildin mi diye sordu. Yok dedim. Onları üzmemek için anlatmadım. Ailem benim ne yaşadığımı kesinlikle bilmez” dedim. Böyle de bir noktası var bu işin.
Aslı Murat: Filmde anlatıcı kadınlardan birisi “Dayağa karşı mücadele” başladığında bir kadının kocasının kafasını tuvaletin içine soktuğunu ve o kadının bunu 80 darbesi döneminde yaşadığı polis işkencesi ile eşit gördüğü şeklinde değerlendirdiğini aktardı. Burdan yola çıkarak kadınların o dönemde militarizmi ve şiddeti eril, cinsiyetçi ve militer bir şey olarak deneyimlediğini söyleyebilir miyiz?
A.Ayben Altunç: Militarizmin dilinin eril olduğu gibi darbenin de dili erildi. Aslında darbenin her şeyi erkekti. Toplum ataerkil olunca, kadına bakış da ataerkil ve “militaristtir”. Cezaevlerinde önce kadınların kadınlığına ve cinselliğine saldırdılar. Tuvalete kafasını sokma hikayesine gelirsek; kadına aynı aşağılamayı polis de yapıyor, ailesinde en yakını olan babası, abisi, erkek kardeşi, kocası ve hatta bazen kendi doğurduğu çocuğu da yapıyor. Çünkü bu erkekler ataerkil düzen içerisinde yetiştiriliyorlar. Bu noktada annelerde de hata vardır. Kadınlar çocuğunu büyütürken oynaması için kız çocuğuna bebek, erkek çocuğuna silah veriyorlar.
Mine Balman: Kadınların örgütlü mücadele içindeki yerlerini 80 darbesi öncesi ile günümüz arasında kıyaslarsanız neler diyebilirsiniz?
A.Ayben Altunç: Kadınların örgütler içersindeki yerleri şimdi çok daha iyidir. Partilerde artık kota sistemi var. Kürt kadınlar çok başarılılar. Eş başkanlık sistemi ile eşit temsiliyet hakkı kazandılar. Kadınlar kendi örgütlenmelerinde çok daha ileri gittiler. Örneğin 1980 öncesi kadın örgütlerinde feminist bir bilinç yoktu. Özellikle belli örgütlerde bir devrim olacak o devrimin sonunda kadınlar da haklarını kazanacaklar diye düşünüyorlardı. Kadınlar erkeklerin cezaevinde olduğu süreçte feminist okumalar yaparak, kendi hikayelerini dinleyerek bir basamağı çok hızlı atladılar. Belki de Avrupalı bir kadının 20 senede geleceği yere Türkiye’deki kadınlar 4-5 senede geldiler.
Aslı Murat: Peki sonraki nesiller... Darbe dönemini yaşayan kadınların var olan ya da sonradan doğan çocukları, onların üzerindeki etkiler filme çok fazla yansımadı. Sizin bir izleniminiz var mı?
A.Ayben Altunç: Koç Üniversitesi’nde bir kadın arkadaş araştırma yapmış ve bizim filmdeki Özlem Eren Türkmen’le de röportaj yapmak istemiş. Özlem de “Ben cezaevine 16 yaşında girdim, şu yaşta çıktım. O zaman çocuğum yoktu.” demiş. O iş öyle değil demiş araştırmacı, “Çocuk sonradan doğmuş olsa bile sizin taşıdığınız izler onu etkiliyor”. Gerçekten etkiliyor. Mesela Özlem’in kızı geldi filme, ağlaya ağlaya izledi. Kendi çocuklarını, yeğenlerini çağırdı kadınlar, gerçek bir yüzleşme yaşanmadığı için bu hikayelerin üstü örtülmüş ve kimse bunları hatırlayıp konuşmak istememiş. Filmin içindeki kadınlardan biri, kendi oğlu gelip onu çeksin ki taşlar tam yerine otursun istedi. Çünkü çocuklar da “Siz bunları yaptınız da ne oldu? Bir şey kazanamadınız biz ardından mutsuz olduk” diyorlarmış ama işin ilginç yanı şimdi o çocuklar da annelerinin – babalarının yolundan yürüyorlar. Çocukluk döneminde bir reddetme olsa da aslında o yolda devam ediyorlar.
Bülent Yarbaşı: Koruma içgüdüsüyle hareket etmişler ama sonuçta hayat bir şekilde devam ediyor. O gençler kendi hayatlarını yaşıyorlar. Onlar da bir takım şeylerle karşılaşıyorlar. Gezi’de ortaya çıkan şeyi insanlar anlamadılar. Gezi’yi yapan gençlerdi. Biz onlara hep apolitik, bilgisayar çocukları olarak bakıyorduk. Arkadaşı ile bile bilgisayar üzerinden iletişim kuran gençlerden bir şey olmaz diye düşünüyorduk. Bizi çok şaşırttılar. Sadece zamanın gelmesi gerekiyormuş. Zamanı Gezi’de geldi.
Aslı Murat: 80 darbesinin sonrasında kadınlar açısından mücadele ne duruma gelmişti?
A.Ayben Altunç: O dönem, kadınlar erkeklerden önce cezaevlerinden çıktılar. Cezaevinden çıktıktan sonra kendi aralarında ne yaşandı, ne oldu, ne bitti konuşmaya başladılar. Bizim özel alan konuşmaları dediğimiz konuşmalar evlerde yapıldıkça hepsinin aynı sıkıntıyı çektiği ortaya çıkıyor. Hepsi de örgütler içerisindeki erkek egemenliğinden şikayetçiydiler ama o mücadele içinde kimse bunları dile getirmemişti. Filmde de anlatıldığı gibi bir hakimin “kadının karnından sıpa sırtından sopa eksik olmaz” kararı ile kadınlar örgütlenmeye başladılar. 12 Eylül sonrası sokağa çıkabilen bir insan hakları hareketi, bir de kadın hareketi vardı. Cezaevlerinde devam eden ölüm oruçları ile ilgili ve idam cezasına karşı bir iki gösteri yapılacakken polis engellemişti. “Dayağa karşı yürüyüş”ün bir özelliği var. Darbe sonrası gerçekleşen ilk geniş katılımlı mitingdi.
“Kadınlar karma örgütlerin içine girdiklerinde kadın kimliklerini “kaybediyorlar””
Aslı Murat: Anti-demokratik uygulamalar ve insan hakları ihlalleri Türkiye’nin gündeminde hala varolan şeylerdir. Feminist mücadele mi genel anlamda yoksa sol mücadele mi daha cesur ve radikal bir duruş sergiliyor?
A.Ayben Altunç: Feminist mücadele kadın alanında sağlam bir duruş ortaya koyuyor.Özellikle “kadın cinayetleri politiktir” söylemi ile mücadele veriyorlar. Radikal ve takdir edilecek işler yapıyorlar. Ancak aynı insanlar karma örgütlerin içine girdiklerinde kadın kimliklerini “kaybediyorlar” ve yine erkek egemen bir siyasetin içinde oluyorlar. Bir de şu anda politik durum o kadar karışık ki politik durumun içinde başarı kazanıyor olmak da muğlak bir şey. 2013’te Gezi Parkı sürecini de yaşadık. Arkasından 7 Haziran seçimi yapıldı. Seçimin sonucu başarılıydı ve Türkiye ilk kez yapısal anlamda bu kadar güzel bir meclise sahip olacaktı. Ancak o meclis işletilmedi. Sol örgütlerin bu konuda “hataları” olabilir. Çünkü seçimin sonuçları için ne feministler ne de sol örgütler sokaklara dökülüp “biz kendi oyumuza ve irademize sahip çıkıyoruz” demediler.
“Umutlu olmazsak kaybederiz”
Mine Balman: Son olarak neler söylemek istersiniz?
A.Ayben Altunç: Umut hep var. Umut olmazsa zaten hiçbir şey yapamazdık. Yine Gezi’den bir örnek vereyim. Gidiyorduk gazları yiyorduk, gençler dövüşüyordu. Biz onlara destek olmak için gidiyorduk. Perişan oluyorsun, yoruluyorsun, sinirin bozuluyor. Ama vapura geliyorsun, bir vapur dolusu insan o alandan geliyor ve nöbet değişimi yapıyorlar. Yeni ekiple malzemelerimizi takas edip, onları sloganlarla yolluyorduk. Bugün umutsuz bir süreç yaşıyoruz ama bir laf vardır “gecenin en karanlık anı, şafağa en yakın andır”. Ben de ona inanıyorum. Şimdi çok karanlık bir dönemden geçiyoruz ama umutlu olmak zorundayız. Çünkü umutlu olmazsak kaybederiz. Aslında biz kazanmayı isteyen insanlarız. Bizim filmdeki kadınlar da öyle. Neler geçmedi ki. Bu da geçecek ve barış da gelecek. Daha demokratik bir ülkede, biz yaşamasak da bizim çocuklarımız torunlarımız yaşayacak diye ümit etmek zorundayız.
Bülent Yarbaşı: Şöyle bir şey var. Mesela Leman Teyze’yi (Leman Fırtına) geçen sene kaybettik. Leman Teyze böyle bölünmüşlüklere, farklı örgütler farklı gruplar içinde ayrışmaya çok kızıyordu. Vasiyeti de odur. “Bir araya gelin, birleşin, yoksa hakkımı size helal etmem” diyordu. Gezi öncesinde biz onunla röportaj yaptık. “Durun bakalım siz daha neler göreceksiniz” dedi. Biz Gezi’yi gördük. Yani Gezi Türkiye’de bir milat oldu. İnsanların kafasında birtakım şeyler değişti. Gezi’den önceki 1 Mayıs’ta inanılmaz mücadele ettik sırf Taksim’e çıkabilmek için ve beceremedik. Bundan tam 1 ay sonra – 1 Haziran’da- Gezi Parkı’nda inanılmaz bir şenlik havası vardı. Çıkamazsınız, yapamazsınız dediklere yere geldik, oturduk. Çadırlar kuruldu. O çok güçlü olan Polis de geri çekilmek zorunda kaldı. Farklılıklarını koruyarak gruplar bir araya gelmeli. Bu çok önemli.