“Facebooksuz bir hayat düşünemiyorum”
Dijital platformlar, özellikle de Facebook ve İnstagram, bugün neredeyse insan iletişiminin en önemli unsurlarından biri haline geldi. 2010 yılında bir gazetede staj yaparken, iş yerindeki arkadaş o dönem Facebook kullanmadığımı öğrenince verdiği ilk tepki “Facebooksuz bir hayat düşünemiyorum” olmuştu.
Bugün, 2021 yılındayız ve arkadaşın 11 yıl önce verdiği tepki bugün çok daha kuvvetli bir şekilde hayatlarımızın bir gerçekliği haline geldi. 11 yıl önce arkadaşın verdiği o tepki, Facebook’un ve ona bağlı olan İnstagram, Messenger, WhatsApp uygulamalarının saatler süren çöküşüyle beraber hafızamda tekrar yankılandı.
Doğru, “Facebooksuz bir hayat düşünemiyoruz” ama Facebook’un ve dahil olduğumuz platformların ne hale dönüştüğünü, bunları kullanırken hangi anlam ve değerleri ürettiğimizi, sosyal medyaların bireylerin ve toplumların üzerinde ne gibi belirleyici etkiler yarattığını düşünüyor muyuz? Facebooksuz bir hayat düşünemiyoruz ama Facebook, kullanıcıları için nasıl bir hayat ve değerler silsilesi üretiyor? Neden internet deyince pek çok insanın aklına ilk önce platformlar geliyor? Can alıcı diğer bir soru daha, 6-7 saatlik bir çöküş deneyiminde ortaya çıkan sessizlik durumu, Facebook’un hayatlarımız üzerindeki tekelleşmiş tahakkümünü açıklığa çıkartamıyorsa, daha ne olması gerekir?
Facebook’un Çöküşünden Ne Anlamalıyız?
BBC’nin dezenformasyon muhabiri çöküş sürecine dair “işimdeki en sessiz bir kaç saat oldu” yorumunda bulundu.
Aynı sessizlik durumu irili ufaklı ticaretle uğraşanlardan tutun da reklamcılara, siyasilerden, sıradan sosyal medya kullanıcılarına kadar genişledi. Bu sessizlikten ve ‘iletişimsizlikten’ korkmuş olunacak ki, binlerce insan kısa süreli bir dijital göç yaşayarak, normalde kullanmadıkları veya çok az zaman geçirdikleri Twitter, Viber, Telegram gibi uygulamalara akın etti. Yani kitleler yine gürültünün olduğu yere, hızın ve hareketin akışına doğru hareket etti. Aynı zamanda hızın ve gürültünün de üreticisi olarak. Buna belki de “sessizlik korkusu” diyebilirğiz.
Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesinde”* kitabında kitlelerin mıknatıslanabilir olduğunu yazar. Tam da Facebook ve ona bağlı olan uygulamaların çökmesinin ortaya çıkarttığı sessizlik ve boşluk durumunda asılı kalan kitlelerin ne kadar kolayca mıknatıslanabildiğine şahit olduk. Halbuki ne olduğunu anlamak ve anlamlandırmak için en azından asgari bir sessizliğe, yavaşlığa ve sakinliğe ihtiyaç var.
Sosyal medya, dijital iletişimin ürettiği hız, gürültü, sürekli hareketlilik durumu, bugün insanları çok büyük yoksunluğa ve anlam kaybına sürüklemektir. Bu durum dijital platformların sürekli anlam similasyonu üretmesiyle bastırılmakta, geri itilmekte ve perdelenmektedir. Facebook’un çöküşünden çıkartabileceğimiz ilk -ve birçok insan için önemsiz olan- sonuç kitlelerin nasıl mıknatıslanabileceği ve sosyal medyanın ne denli hızlı bir şekilde anlam talebi üretebileceğidir. Baudrillard yine aynı kitabında artık anlam krizi olmadığını, sistemin esas sorununun anlam talebi üretmek olduğunu yazar. Baudrillard bu tespiti ortaya koyarken iletişim çalışmalarının merkezinde televizyon vardı. Bugün ise sosyal medya ve dijital iletişim teknolojileri. Hiç kuşkusuz o ‘kaygısı güdülen’ anlam talebi, kesintisiz bir şekilde anbean üretilmektedir artık. Baudrillard'ın 'sessiz kitleleri' ise yine mıknatıslanabilir olmakla beraber, olabildiğince gürültücü hatta histerik bir hale büründü.
***
Facebook’un çöküşü aynı zamanda sosyal medyanın ekonomi-politiğine dair uzun süredir tartışılan ve eleştirilen bir meseleyi daha tekrar gündeme getirdi: Sosyal medyanın tekelleşmesi!
İlk başlarda Facebook’tan ayrı olan İnstagram ve WhatsApp uygulamaları zamanla Mark Zuckerberg’in şirketi tarafından satın alındı. Serbest piyasa çarkları döndükçe, şirketlerin hegemonya ve güç arayışları sosyal medyanın ve dijital iletişim kanallarının gittikçe tekelleşmesinin de yolunu açtı. Bugün hepimizin kullandığı birçok uygulama, dijital iletişim alanına hükmeden 4-5 büyük özel şirketin sahipliğindedir. İnsanlığın yüzyıllar süren birikimiyle oluşturulan ve ‘kamusallık’ ürettiğimiz -veya öyle sandığımız- neredeyse tüm sosyal medya platformlarının yapısı kamusallıktan - müştereklikten uzak bir şekilde, tamamen özelleşmiş, tekelleşmiş ve toplumları devletlerden daha fazla yönetebilen hale gelmiş silikon vadisi zenginlerine aittir.
Facebook’un çöküşünden bir hafta önce, bir Facebook çalışanının basın ile paylaştığı şirket belgelerinde, açık bir şekilde Facebook’un çocuklara ve demokrasiye zarar verdiği, özgürlükleri geliştirmek için değil daha fazla kâr elde edebilmek için çabaladığı ifşa edildi. Belgelerde yer alan tespitleri iletişimci Ümit Alan kısaca şöyle aktarıyor:
- Facebook’un dünyadaki herkes için eşit olduğunu söylediği topluluk kurallarının “gizli bir elit” için uygulama dışı olduğu
- Şirket, Instagram’ın çocuklar, özellikle gelişim çağındaki genç kızlar için zehirli etkileri olduğunu bir araştırmayla tespit etmiş ama araştırmasını kamuoyuyla paylaşmadığı, kurumun bunu düzelmek için harekete geçmediği
- 2018 algoritma değişikliği ile insanların öfkesini köpürten akış bizzat platformun kendisi tarafından tespit edildiği; Mark Zuckerberg bunu değiştirme konusunda bir süre istekli olmadığı
- Facebook çalışanları, platformdaki uyuşturucu kartelleri ve insan kaçakçılarını tespit edip işaretlese de şirketin üst yönetimi bu konularda harekete geçmekte yetersiz kaldığı**
Bu ifşa ilk skandal değil, son da olmayacak. Facebook çalışanı Frances Haugen’in ifşası şirketin kamusal yarar değil, tamamen özel, kâr odaklı ve şirketin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini göstermekte. Aynen Cambridge Analytica skandalında olduğu gibi.
Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Çoğu zaman sosyal medya platformlarının yarattığı simülasyon ve özgürlük yanılsaması içerisinde bu yapıların ekonomi-politik tarafından demokratik, özgürlükçü ve katılımcı yapılar olmadığını unutuyoruz.
Gittikçe daralan ve tek tek merkezlerde yoğunlaşan platform tekelleri, dijital iletişimin ve bu mecralardaki varlığımızın üzerinde mutlak bir kontrol, gözetim ve manüplasyon gücüne sahip hale geldiler.
Tüm insanlığın dijital varoluşunun 5 büyük şirketin tekelinde olması, dijital kapitalizmin nasıl totaliter bir yapı aldığının da göstergesidir.
Aslında buradaki sorun dijital mecraların varlığı değil, bu mecraların serbest piyasa ilişkileri ve şirketlerin egemenliğidir. Dijital iletişimin aslında kamusal değil, sermayeleştirilmiş ve şeyleştirilmiş olmasıdır.
Sorunsallaştırılması gereken de net bir şekilde kapitalizimdir.
Yazının başındaki anıma dönecek olursak. Son 5-6 aydır bilinçli ve iradi bir şekilde sosyal medya, özellikle de Facebook kullanımını düşürdüm. Hatta telefondan sildim bile. Bir nevi dijital minimalizm denebilir. Bu platformların hayatlarımızdaki konumu, internetin kendinini de zaman içinde sosyaşl medya platformlarıyla özdeşleştirilmesine neden oluyor. Sanki internet sadece sosyal medyadan ibaretmiş gibi bir alışkanlık oluştu.
Yine de Facebooksuz bir hayat düşünmeyelim. Sosyal ağların aynı zamanda demokrasi kültürlerine ve özgürleşme süreçlerine katkısını bu kadar basit yok sayamayız. Facebooksuz bir hayat düşünmeyelim. Ama yine de Facebook algoritmalarının özel şirketlerin çıkarlarına göre şekillendirilmediği, verilerimizin şirketlere satılmadığı, kullanıcının ürün haline gelmediği bir sosyal medya; kapitalizmin olmadığı bir hayat düşünebiliriz.
___________________________________________________________________________
*Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde - Toplumsalın Sonu (Doğu Batı Yayınları)
**Facebook Belgeleri için: https://www.wsj.com/articles/the-facebook-files-11631713039
Ümit Alan, Son sızan ‘Facebook dosyalarını’ nasıl okumalıyız?, https://www.birgun.net/haber/son-sizan-facebook-dosyalarini-nasil-okumaliyiz-359976