1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Falımız p... olmasın!”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Falımız p... olmasın!”

A+A-

Bodamya’dan hatıralar...

Sezai Sarıoğlu

Onun önce ismini duydum. Sonra Kıbrıslı arkadaşlarım Niyazi (Kızılyürek) ve Panikos (Hrisantu) birlikte çektikleri “Duvarımız” filminde görüntüsüyle tanıştım. Ve çok sonraları, Güney’e gittiğimde bu kez hem ismiyle, hem sesiyle hem de hikayesiyle tanıştım. Bodamyalı Fatma figürü, Kıbrıs’ın 1571’lerden itibaren başlayan sömürgeleştirme sürecinin ortaya çıkardığı özgün bir toplumsal/siyasal imgeye denk düşüyor. Kıbrıslıların “Bodamyalı Fatma ile mutlaka görüş!” ısrarları onun, özgün bir Linobambaki (Hem keten hem pamuk... Türk/Müslüman hem de Rum/Hristiyan...) olmasının yanı sıra, Kıbrıslı imgesi olarak önemsenmesine delildi. Sonunda hevesimi örgütledim ve Niyazi beni Güney'de yaşayan Fatma’ya götürdü.
Fatma, eskiden Türklerle Rumların karışık yaşadıkları, ortak anılara da sahip oldukları Bodamya köyünde tek başına yaşıyordu. Yüksek tavanlı, insana huzur hissi veren, tek odalı bir evinin küçük bir kiliseyi ya da mescidi andıran, insanda romantik bir inanış duygusu yaratan bir atmosferi vardı. Duvarı süsleyen İngiliz Kralı’nın, Atatürk’ün ve Makarios’un fotoğrafları sanki bir şakaydı. Para kesesinin en dibinde sakladığı gümüş bir istavroz ise Fatma imgesinin bir başka göstergesiydi. Fatma, 1974’te ülkesi bölündükten sonra EOKA-B’nin ve TMT’nin tehditlerine karşın köyünü terk etmeyenlerdendi. Çocuklarının bir kısmı, ailesi Kuzey’e göçtüğü halde o inat ederek köyünde kalmıştı. Sadece bir kaç “ara bölge”den, sınırdan Kuzey’e bakmıştı.
Fatma nine bize kahve pişirdi ve “fincan baktı..” Fincan bakıldıktan sonra fotoğrafların başına geçerek ölümünden altı ay önce adaya gelen Yılmaz Güney'le çektirdikleri fotoğrafları gösterdi. Güney’le tanıştıkları günler acılı günleriymiş. Onlara, Can Yücel’in “Yılmaz Güneydoğu’ya” şiirinden yola çıkarak Yılmaz Güney’in etnik kökeninin “Kürt” olduğunu söyleyerek dilimin döndüğünce “Yılmaz Güneydoğu’ya” imgesi üzerine bir şeyler anlattım. Fatma, şöyle dillendi: "Fotoğrafları gördünüz? Aldı beni kucağına. O zaman oğlum yeni ölmüştü, çok acılıydım. Bana, 'Anneciğim oğlunu kaybetmişsin. Senin bir oğlun da benim, her gün, her yıl ben geleceğim yanına' dedi. Sonra Kıbrıs’tan gitti. Gönlümü aldı, beni ağlattı, ben onu ağlattım ve gitti. Bizde; 'Ne olduğuna ağlama, ne olacağına ağla' diye bir gumboş (atasözü) vardır. Geldiğinde bana bir de hediye verdi, yüzünü, sözlerini hatırlarım da hatırlamam hediyesi neydi? Küçük, makbul bir taşçık mıydı neydi? Yaşlılık işte. Kıbrıs adası gibi yaşlandık. O, hükümete karşıymış. Dışarıda yaşarmış. Öldüğünü çok sonra Niyazi ve Panikos'tan öğrendim. Onun için de ağladım. Çok ağladım. Benim işim artık ağlamak. En çok da Kıbrıs için ağlıyorum."
Yılmaz Güney’in mezarının Paris’te olduğunu, Komünarlarla birlikte yattığını söylüyorum. Ve yeniden sayıklıyor:
"Geldiğinde beni kucakladı. Avluda resimler çektirdik. Bir taşcık hediye getirdi bana. Onun mezarına da kuru dalcık koysan hemen gül açar. Hediyesini hatırlamam, kendisini hatırlarım. Hapisten kaçmış. Nişancıymış. Hükümete karşıymış. Evinde oturamazmış."
Ona Güney’in mezarına gideceğimi, Türkiye’deki evine gidip kapıya “evde bulamadım dalcığı” bırakacağımı söylüyorum. Yaşlı Rum kadınla birlikte bahçeye çıkıyor, evin hemen yakınındaki bilge bir zeytin ağacından küçük bir dalcık koparıyor ve “bu Kıbrıs dalcığını ona götür” diyor ağlamaklı bir sesle. Ve Güney'le konuşur gibi sayıklamayı sürdürüyor:
"Bana haber vermeden ölmüşsün. Kaç kez rüyamda evinin kapısını çaldım. Evde kimse yoktu. Öldüğünü bilmiyordum. Ben de kapınıza 'Evde bulamadım dalcığı' bıraktım..."
Kıbrıs'ta barışın ne zaman mümkün olacağına dair bir kaç cümle kuruyorum.
"Sana bir gahve hikayeciği anlatayım. Eskiden buralarda köylerde kahve falına bakan kadıncıklar vardı. Türk veya Rum fark etmezdi, önemli olan fincanı iyi okumaktı. O zamanlar, EOKA ve TMT'cilerin (Türk Mukavamet Teşkilatı) tepelere mevzilendiği çatışma günlerinde bile, bir köyden bir köye kahve falına bakmaya gidilirdi. Türk ya da Rum kadın, kahvesini pişirir, fincanı kapatır, elinde fincanla komşu köydeki 'falcı komşusuna' fal baktırmaya giderdi. Yolda giderken, mevzilerden silah sesi duyulursa o faldan hayır gelmezdi ve geri dönülürdü. Gıbrıs'ta silah sesiyle ya da, fala bakılırken hariçten okunan fal dışı yanlış bir cümleyle falın bozulmasına 'fal p... oldu!' denir. Kıbrıs tarihi, 'falların p... olması' tarihidir..."
Şu günlerde rahmetli Fatma Nine'yi ve emanet ettiği kıssadan hisseleri hatırlamam, yaşadığımız kritik süreçle de ilgili. Yönsüz bir kırlangıç gibi ortalıkta dolaşan "vaatlerden", bizi nereye götüreceği belirsiz rastlantılardan söz etmiyorsak, dahası barış üzerinden de yenilmek istemiyorsak, "barış falını" p... yapacak devlet dilinden uzaklaşmak şart. Elimde Fatma Nine'den hatıra fincan dolaşıp duruyorum.


(Özgür Gündem – Sezai Sarıoğlu - 13 Nisan 2013)

Bu yazı toplam 2164 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar