Farklılıklarımızla Bir Olursak “Köle ve Efendisini” Saf Dışı Bırakabiliriz
Eğri oturup doğru konuşalım. Dün akşam saatlerinde basına yansıyan ve yazımı tamamladığımda tam olarak açıklanmayan hükümet kurma haberi, birçoğumuzun yüreğine su serpti. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu öncesinde en üst düzeye çıkan ve Tatar’ın atanmasının ardından hız kesmeden devam eden Türkiye Cumhuriyeti müdahalesinin ağırlığını her geçen gün daha da hissediyoruz. Böyle bir ortamda erken seçime gitmek işimize gelmez. UBP – HP’nin yeniden yönetimde olması, siyasi açıdan kötücüllüğün devamına neden olacaksa da, kendi iradesine sahip çıkmak isteyen muhaliflerin güçlenebilmesi ve mücadelenin yeniden alevlenebilmesine imkân yaratacaktır.
Pandeminin de etkisi ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki sorunlar bir o kadar daha hissedilmeye başladı. Dünyadaki deneyim ile bizdeki koşullların birebir aynı olduğunu söylemek mümkün değil. Evet, iş yerleri kapanıyor, özel sektörde çalışan kişiler keyfi olarak kapı dışarı ediliyor, yabancı para ile ödenen borçlar alınan maaşın boyunu geçmiş vaziyette. Kısacası geminin su üstünde kalma ihtimali yok denecek kadar az. Ama bunu sadece salgının getirdiği bir sonuç olarak algılamak anlamsız. Çünkü KKTC denen yapının hali zaten geçtiğimiz Mart ayından önce de böyleydi. Uçurumun kenarında duruyorduk, sadece ayağımızın kayma hızı değişti. Çok kısa sürede, kocaman bir toprak yığınının altında kaldık. Her zamanki gibi kim yardımımıza koştu? Pek muhterem anavatan reisi, Recep Tayyip Erdoğan.
Doğalgaz meselesi ve Maraş üzerinden yürütülen çalışmalara bakıldığında, kimin yararı için çaba sarf edildiği de ortaya çıkıyor. Sözde her adımın (kendi deyimleri ile) “Kıbrıs’ta yaşayan soydaşları” için atıldığı iddia edilse de, tüm söylenenlerin kocaman bir kandırmaca olduğu sugötürmez bir gerçek. En azından Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesine sahip çıkan, bu ülkeyi kendi sözü ile yönetmek isteyen kesimlerin hükümette veya cumhurbaşkanlığı makamında olduğu zaman bu kadar açıktan at koşturmaları mümkün değildi. 19 Ekim’in ardından o eşik de aşıldı.
Özellikle 15 Kasım günü hem acil durum hastanesinin açılış töreninde hem de Maraş’taki piknikvari fetih hareketinde sarf edilen sözler, birçoğumuzun utanç duymasına neden oldu. Erdoğan’ın irite edici tavrından öte, atanan cumhurbaşkanı Tatar’ın kendi ülkesindeki meslek örgütlerini (Mimar ve Mühendisler Odası – hastane açılışına davet bile edilmeyen Tabipler Birliği) hiçe sayıp adeta efendisine şikayet eder gibi konuşma yapması, hepimizin köleliğini tescilledi. Sonuçta tüm toplumu temsil eden bir makamda yer alan kişinin, ağzından çıkan her bir kelimenin Kıbrıslı Türklerin tamamı adına söylendiğini aklında tutması gerekir. Lakin anlıyoruz ki, kendisinin tek bir görevi var; o da sömürgecinin direktiflerini harfiyen uygulamak ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki aktörün Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dünya aleme duyurmak. Geçmişte de böyle değil miydi? diye düşünenler olacaktır. Evet, haklısınız. Ama bu dönemdeki kadar hızlı ve takibini bile yapamadan irademizin avcumuzun içinden akıp gitmesi söz konusu değildi. Kum saatinin ortasındaki oluk çok genişledi ve önünü tıkamak için girişim yapılmazsa varlığımız yokluğumuza yenilecek.
Tahakkümcü iktidar ve onun planlarını hızlıca hayata geçirmek için zaman kaybetmeyen hükümetçik tarafında durum bu iken, bizler ne yapıyoruz veya yapmamız gerekiyor? Bu bağlamda ilk olarak 10 Kasım ardından da 15 Kasım günleri farklı saatlerde farklı mekanlarda gerçekleştirilen eylemler, Kıbrıs’ı yurt bilen ve ne olursa olsun mücadele kararlılığını sürdüren demokrasi sevdalılarının, sönen ateşi yeniden alevlendirdiğini kanıtladı.
Gelinen aşamada, kısır siyasi tartışmaların ötesine geçersek, yazılan senaryoyu bozup kendi kurallarımız ile yeni bir oyun kurabiliriz. Bunun için de farklılıklarımızı yara haline getirmeden, zaman zaman paralel yollardan ilerleyerek ama her daim omuz teması kurarak ilerlemek önemli. Tabi ki ekonomik çöküntüyü ve enkazın altında kalan kesimleri de mücadeleye dahil etmek için biraz daha fazla çaba sarf etmemiz gerekecek. Çünkü irademize saldıran zat, ekonomik olarak beslenmemize yardım ederek (zamanında bizi besleme olarak da tanımlamıştı) “esas oğlan” rolünü kaptırmamak isteyecektir. Oyunun en önemli kuralı da budur. Kıbrıslı Türk kimliği, laiklik gibi meselelerin önemi yanında, güvencesiz ve sömürüye açık koşullarda çalışan kesimlerin öfkesini bir meşale ile aydınlatmak elzemdir. İşte o zaman çok daha güçlü bir mücadele kurulabilecek ve köle ile efendisi saf dışı bırakılabilecektir.