
Faşizme inat, özgürlük, demokrasi ve barış!
“İnsan haklarına dayanan hukukun üstünlüğüne bağlı” bir devlet düzenini bir türlü inşâ edemeyince, uluslararası alanda da hukuka değil güç esaslı yaklaşımlara prim vermek neredeyse bir zorunluluk oluyor ve bu gözle görülür çelişkiler üretiyor.
Levent Köker
leventkoker@gmail.com
Son yıllarda, çeşitli vesîlelerle sık sık atıfta bulunuldu, farkındayım ama ister istemez her gün, her ân insanın aklına geliyor. “Tuhaf zamanlarda yaşayasın!” Bir Çin deyişi, daha doğrusu bir lânet, terim yerindeyse bir bedduâ. Gerçekten de “tuhaf zamanlar”da yaşamaktayız ve öyle sanıyorum ki sâdece kabaca ‘78’leler diyeceğim benim kuşağım değil, daha sonraki kuşaklar da, “bize mi denk geldi bu lânet!” diye hayretle karışık yakınıyorlar. Târihe meraklı olanlar, özellikle de sosyal bilimlerle, siyâsî düşüncelerle, ideolojilerle özel olarak ilgilenenler, içinde bulunduğumuz bu “tuhaf zamanlar”la çeşitli yönleriyle iki dünyâ savaşı (1918-1939) arasındaki dönem arasındaki benzerlikleri fark edip, işlerin topyekûn bir yıkıma doğru evrildiğinden endişe duyuyorlar.
Bu topyekûn yıkım endişesinin haklı olduğu zemin ise, hem uluslararası politikada, hem de bölgeler ve devletler düzeyinde, “neo-“, “post-“ veya “geç- (late)” gibi öneklerle yazılan “faşizm”. Adına “neoliberalizm” deme konusunda bir mutabakatın bulunduğu küresel ekonomik ve siyâsî formasyon, devlete yüklediği görevin gerektirdiği otoriterliğin yoğunlaşmasıyla birlikte, emekçi sınıflar ve ezilen halklar için tam anlamıyla bir “bitmeyen kâbus”a dönüşmüş durumda. Simgesel olarak Şili’de Sosyalist Allende’yi deviren Pinochet diktatörlüğüyle başlatabileceğimiz neoliberal yükseliş, bugünün şartlarına uyarlanmış faşizmle yola devam etmeye çalışıyor. Bir tür “faşist enternasyonal” hâlinde dünyâyı kuşatmakta olan bu politik ortamda, hem uluslararası politika, hem de başta Orta Doğu olmak üzere, dünyâ bölgelerini ve devletleri de etkisi altına alıyor.
Uluslararası Politika ve Trumpçı Faşizm
2020’deki seçim yenilgisinin ardından, ABD târihinde eşi görülmedik bir tepkiyle yandaşlarını Kongre’ye saldırtan, seçim sonuçlarını manipüle etmekle suçlanıp 34 ayrı suçlamadan hüküm giymiş bulunan Donald J. Trump, yeniden Başkan seçildi. 20 Ocak’ta törenle görevi Biden’dan devralır almaz bir dizi “yürütme emri” (executive order) çıkaran Trump, bunlardan birinde Uluslararası Cezâ Mahkemesi’ne (UCM) ve bu mahkemenin yargılama faaliyetlerini ve kararlarını destekleyen devletlere çeşitli müeyyideler uygulanacağını söylüyor. En temel gerekçesi, İsrail’in soykırım suçlamasıyla yargılanmakta olması ve bu yargılama sürecinde Başbakan Netanyahu ile Savunma Bakanı Galant hakkında yakalama kararı çıkartmış bulunması. Trump, ABD ve İsrail’in UCM’ni kuran Roma Statüsü’ne taraf olmamaları nedeniyle UCM’nin yetkilerini aştığını ileri sürüyor ama, ABD’nin hesap sorulabilirlik/hesap verebilirlik ilkesine ve uluslararası düzenin barış içinde sürdürülmesine bağlılığının devam ettiğini de vurgulamaktan geri kalmıyor. Samimî olmadığı gibi, inandırıcı da değil.
Ünlü gazeteci Christian Amanpour, ABD Kongre üyelerinden çoğunluğu Cumhuriyetçi Parti mensubu bir grubun UCM Başsavcısı’na yazdıkları bir mektuptaki şu ifâdeleri gündeme getiriyor: “İsrâil’i hedef alın, biz de sizi hedef alacağız. Bu raporda zikredilen tedbirler yönünde hareket etmeye devam ederseniz, biz de UCM’ne verilen tüm Amerikan desteğini sona erdirmek için harekete geçeceğiz, size, emrinizde çalışanlara ve iş arkadaşlarınıza müeyyideler uygulayacağız ve sizi ve ailelerinizi Birleşik Devletler’e girmekten men edeceğiz. Sizi uyarıyoruz.” Ve, soruyor: “Bu bir tehdit mi?” UCM Başsavcısı’nın cevâbı net: “Kelimenin tam anlamıyla bu bir tehdit”, dedikten sonra, kendilerinin UCM olarak uluslararası düzende adâleti gerçekleştirmek için çalışmaktan vazgeçmeyeceklerini de aynı netlikle vurguluyor.
Şimdi, hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum ama UCM, Birleşmiş Milletler’in (BM) bir organı. Gene hatırlatmak gerekir mi, bilmiyorum ama BM’nin, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra dünyâ barışını sağlamak amacıyla ve Birinci Dünyâ Savaşı ertesinde kurulan Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) başarısızlığına yol açan deneyimlerden çıkarılan derslerle kurulmuş olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. 1918-1939 arasında, uluslararası kalıcı bir barış düzeninin inşâ edilmesi yönünde çaba gösteren bireyler, gruplar ve devletler, Almanya, İtalya ve Japonya örnekleriyle insanlığın belleğinde yer etmiş bulunan faşizmin yükselişi karşısında başarısız oldular. Milletler Cemiyeti çöktü. İster istemez akla geliyor, BM’i de benzer bir akıbet mi bekliyor? “Tuhaf zamanlar”ın lâneti, yeni bir faşizmler dalgasının gelmekte olduğunu mu işâret ediyor?
Şuna bakın. Trump yönetiminin uluslararası düzene yönelik tehdit niteliğindeki ikinci büyük hamlesi, Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili. Burada görünün o ki ABD, Rusya’nın bu savaşı artık sonlandırması gerektiğini düşünüyor ve bu yönde “barışçı” bir çaba gösterdiğine dünyâ kamu oyunu inandırmaya çalışıyor. Konunun, İsrâil ve dolayısıyla Orta Doğu ile de yakından ilişkili olduğu görülüyor. Suriye’de Rusya’nın açıkça desteklediği Esad rejiminin yıkılmasıyla birlikte, Orta Doğu’da etkili olan iki devlet olan Rusya ve İran’ın bölgedeki gücü büyük ölçüde kırılmış vaziyette. Bu bağlamda Rusya, artık Ukrayna ile olan savaş konusuna yoğunlaşmış ve belki Suriye’deki bâzı nüfuz alanlarını sınırlı da olsa muhafaza etmekle yetinecek, buna karşılık Ukrayna’da “işgâl” ettiği Kırım, Donetsk ve Luhansk bölgelerini kendi topraklarına katmış olacak. Bu, BM düzenine açık ve çok ciddî bir tehdit. Ülkelerin toprak bütünlüğü üzerinde BM garantisinin artık hiçbir hükmü kalmadığına dâir güçlü bir kanıt.
Sorun sâdece Rusya-Ukrayna arasındaki savaşın Rusya’nın işgâl ettiği toprakları kendi ülkesine katmasından ibâret değil. Benzer bir toprak genişlemesi, İsrâil için de söz konusudur. Bilindiği gibi İsrâil, İkinci Dünyâ Savaşı ertesinde ve Filistin toprakları üzerinde kurulmuş olan bir devlet. Bu süreçte Filistinlileri topraklarından söküp atma eyleminin, doğru adıyla “felâket” anlamına gelen nakba ile başlayan olayları ve bunlarla ilgili tartışmaları akılda tutarak, bugünkü duruma bakalım. Bugün, BM’e üye, uluslararası camiâ tarafından tanınan bir İsrâil Devleti’nin yanı sıra, toprakları Gazze şeridi ve Batı Şeria’dan meydana gelen, BM’de “gözlemci” statüsünde bulunan ve Avrupa da dâhil dünyânın pek çok devleti tarafından tanınmış olan bir Filistin Devleti var. Filistin Devleti’nin toprakları ise Batı Şeria ve Gazze şeridinden oluşuyor. (Burada, İsrâil’in kuruluşuna dek uzanan bir “Filistin Sorunu”nu hemen fark ediyoruz ama, o konuyu şimdilik erteleyelim.) Hâl böyleyken ve Filistin ülkesiyle ilgili olarak İsrâil’in öteden beri yürüttüğü işgâl politikası tartışmalı durumunu sürdürmekteyken, İsrâil Devleti, yayılmacı siyâsetini sürdürüyor. Bu siyâsetin sonuçlarından biri, Yahudi yerleşimciler yoluyla Batı Şeria’yı da İsrâil toprağı yapmak ise, diğeri yirmi yılı aşkın bir süredir uygulanan abluka ile birlikte adetâ bir “toplama kampı”na dönüştürülmüş olan Gazze’de uygulanan “soykırım”.
Trump, çok açık bir biçimde, uluslararası hukukun, insan haklarının ve insancıl hukukun ağır ihlâlleriyle malûl bu gelişmelerde, insan hakları ihlâlleri ve uluslararası hukuku çiğneyen politikaları nedeniyle Avrupa Konseyi’nden çıkarılmış bulunan Rusya’yı desteklemekle kalmamakta, İsrâil’e de açıkça arka çıkmakta. Gazze ile ilgili söyledikleri de, işlenen soykırım suçuna ortak olmak bir yana, tam bir ırkçılık. Filistinlileri “beşerî hayvan” (human animals) olarak niteleyen ırkçı İsrâil Savunma Bakanı’nı anımsatırcasına, Filistinlilerin Gazze’den “tehcir” edilmesini ve bu Filistin toprağının “Orta Doğu Rivierası” yapılarak “güzelleştirilmesi” gerektiğini dile getirmesi, gerçekten az bulunur ırkçılık örnekleri arasına girmiş bulunmaktadır.
Biraz nefeslenip düşünelim. Trump, 2016-2020 arasındaki ilk döneminde, bâzı yorumculara göre, ABD için bir “ârızâ” diye niteleniyordu. Tehlikenin farkında olanlar ise, Trump ile birlikte aslında kendisini açığa vuran tehdidin bir tür “faşizm” olduğunu dile getirmekteydiler. Bu yönde, özellikle iki dünyâ savaşı arasındaki deneyimi bizzat yaşamış olan bireylerin uyarıları çok dikkat çekiciydi. Daha teorik plânda ise, 1970’lerden bu yana sürmekte olan ve kabaca, “tüm iktidarını, toplumsal ilişkilerin tüm alanlarını piyasa güçleri olarak adlandırılan kapitalist sınıflar lehine düzenlemek amacıyla seferber eden neoliberal devlet” olarak özetleyebileceğimiz bir yeni siyâsî formasyonun farkında olmamız gerektiğini ileri süren çalışmalar yer almaktaydı. Görünen o ki Trump, ikinci döneminin ilk haftalarındaki icraatı ve söylemleriyle, sürekli, bitmeyen krizlerden beslenen neoliberal düzenin piyasa mantığına eklemlenmiş neo-faşizmin gemi azıya aldığının göstergesi olarak karşımızdadır.
Çatışan Eğilimler, Orta Doğu, Türkiye
Uluslararası politikada, bugün iyice azgınlaşma eğilimi gösteren neo-faşizmin de destekçisi niteliğinde olan bir eğilim, “realizm” adıyla bilinir. Bir uluslararası politika teorisinin adı olan bu eğilim, aynı zamanda yaygın ve sıradanlaşmış bir zihniyet hâlidir. Buna göre: (1) devletlerin çıkarları vardır; (2) her devlet kendi çıkarını gözeterek, dostlarını ve düşmanlarını tespit eder; (3) “ebedî” olmayan, çıkarların gerektirdiği ölçüde değişkenlik gösteren bu dostlar ve düşmanlar temelinde, esas olan hak, hukuk, adâlet, barış vb. değerler değil, güç ilişkileridir; (4) uluslararası düzen, hukukla değil, güç dengeleri (Realpolitik) üzerine inşâ edilir ki, sonuç olarak uluslararası ilişkiler alanı (5) her devletin yek diğeriyle potansiyel bir savaş içinde bulunduğu bir alandır.
Bu “realist” eğilimin karşısında, “idealist” diyebileceğimiz diğer eğilim ise, uluslararası ilişkileri hukukla düzenlemek ve devletler arasındaki düzeni güç kullanarak değil de hukuk normları aracılığıyla sağlamak biçiminde ifâde edilebilir. Bu eğilimin bir uzantısı olarak ve birkaç yüzyıl öncesinden Avrupa’dan başlayarak küresel ölçekte yayılan yaklaşım, bir uluslararası hukuk mekanizmasının kurulması yönünde olmuştur ki, önce Milletler Cemiyeti, sonra da Birleşmiş Milletler olarak belirmiştir. Bugün, uluslararası hukukun gelişmişlik düzeyi, “idealist” yaklaşımın başarısıdır. Sâdece savaş ve çatışma hukuku değil, insânî hukuk ve insan haklarının evrensel (BM) ölçekte korunmasının yanında gelişmiş olan bölgesel insan hakları hukuku, bu başarının en önemli kazanımları arasındadır.
Neoliberalizmin desteğinde yükselen faşizmler, bu kazanımları tahrip etmeye yönelirken, ülke içi ve devletler arası çatışmaların yaşandığı bölgeler bakımından da yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Bunlar arasında bizleri doğrudan ilgilendiren Orta Doğu, Türkiye ve Kıbrıs dikkat çekici özellikler gösteriyor.
Orta Doğu bakımından, İsrâil Devleti’nin ırkçı, soykırımcı, yayılmacı politikalarının yanında dikkat çekici olan bir konu, kuşkusuz, Suriye. Esad diktatörlüğünün yıkılmasından sonra ortaya çıkan manzara, şimdilik bir “belirsizlik” diye nitelenebilir. Bununla birlikte, belirli olan bir şey var ve o da şu: Suriye, yıkılan Baas diktatörlüğü dönemindeki devlet adının da ifâde ettiği gibi, yeniden bir “Arap Cumhuriyeti” olarak ve hattâ bu defa az veyâ çok belirgin bir “İslâm devleti” niteliğinde mi yapılanacak, yoksa Suriye ülkesi üzerindeki farklılıkları, farklı halkları özgürlük ve demokrasi ilkeleri temelinde, çoğulcu bir siyâsî birlikteliğe uygun olarak mı örgütlenecek? Bu soru, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor çünkü, Kuzeydoğu Suriye’de, bir süredir Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) hâkim olduğu bir oluşum mevcut. Kürtlerin yanında Arap, Türkmen, Hıristiyan vb. unsurların da yer aldığı SDG’nin ana gövdesini meydana getiren YPG, Türkiye tarafından, kendi güvenliğine bir tehdit olarak görülmekte. Buna karşılık, son gelişmelerle birlikte anlaşılan o ki, müstakbel Suriye örgütlenmesinde, SDG’nin hâkim olduğu Kuzeydoğu Suriye veyâ “Rojava”nın, bir süredir ortaya koyduğu “demokratik” deneyimle uyumlu bir statü elde etme ihtimâli de hayli yüksek.
Bu gelişmelerin de etkisi altında Türkiye’deki mevcut iktidar, Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla, Öcalan’dan, “silâhların bırakılması ve PKK örgütünün lağvedildiğinin açıklanması” çağrısı yapmasını istemiş ve bu yönde bir süreç başlamış bulunuyor. Hayli hareketli “son dakika” gelişmelerine gebe bu süreçte, son günlerde Öcalan’dan gelen bir mektubun, Irak Kürdistan Federe Yönetimi de içinde olmak üzere, bölgenin Türkiye dışındaki çevrelerinde tedâvül ettiği ileri sürülüyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin beklentisi, Öcalan’ın açıklamasıyla birlikte “terörsüz Türkiye”ye geçilmesi.
Buna kimsenin îtirâzı olmaz, olamaz. Bununla birlikte, unutmamak gerekir ki, terör ve şiddet sâdece silâhların ateşlenmesiyle tezâhür etmez. Kaba kuvvet kullanımı diye genel bir ifâde ile anlatabileceğimiz terör ve şiddetin yok edilmesi, ancak ve ancak hukuk normlarına istikrarlı bir biçimde uyulmasıyla ve bu temelde oluşacak bir hukukî belirlilik ve hukuk güvenliği ile mümkündür. Anayasa başta olmak üzere, temel hukuk ilkelerinin, insan haklarının, kanunların sürekli olarak ve yargı mercileri de dâhil olmak üzere yetkili kamu otoriteleri tarafından ihlâl edildiği durumlarda, terör ve şiddetin izâle edildiğinden söz etmek de mümkün değildir. Buna, hukukun temelinin, çağdaş dünyâda, insan hakları olduğunu, insan haklarına dayanan ve herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir hukuk düzeninin gerçekleştirilmesi gerektiğini eklemeliyiz. Böyle baktığımız zaman, Türkiye’deki temel sorunun, ülke üzerinde yaşayan herkesin kendisini hukuk önünde eşit, özgür vatandaşlar olarak görmesine, böyle bir duyguyla, ülkenin hukuk düzenine gönülden bağlılık içinde yaşadıklarına imkân veren bir anayasa düzeninin yokluğu olarak tespit etmemiz gerekmektedir.
Bu tespitin kaynağı sâdece, aksi yöndeki mahkeme kararlarına rağmen cezaevlerinde tutulan insanlar değildir. Bu tespitin kaynağı, sâdece, üzerinden yıllar geçmiş olayların tekrar tekrar yargı konusu yapılarak insanların tâciz edilmeleri de değildir. Bu tespitin kaynağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, kendi ülkesi üzerinde farklı kimliklerin mevcudiyetini inkâr üzerine kurulu olması, inkârı gevşettiği zaman da, bu farklılıkları “kültür farkı” diye görmekte ısrar etmesi gerçeğidir. Örneğin, Lozan Barış Andlaşması günlerinden beri resmen “Turanî” bir halk oldukları, yâni Türk oldukları ileri sürülen ve dilleri yasaklı bulunan Kürtlere yönelik olarak, TRT’de bir kanalın tahsis edilmesi Kürtçe öğrenilmesinin serbest bırakılması ama Kürtçe’nin bir “eğitim dili” olarak kabûl edilememesi, Anayasa’daki 12 Eylül cuntası tarafından konulmuş olan “Türkçe dışındaki dillerde anadilinde eğitim yasağı”nın kaldırılmaması akla gelmektedir. Bir diğer örnek, uzun zaman boyunca kamusal görünürlükleri dahi yasaklı olan Alevî kimliğinin eşit saygı gören bir inanç, bir kimlik olarak görülmesi yerine, kültürel bir varlık olarak muamele görmesi hemen akla gelmektedir.
Türkiye, Orta Doğu’daki son gelişmeler karşısında, Osmanlı’nın çöküşünden sonraki süreçte bir “Türk ulus-devleti” olarak kurulmasından gelen sorunlarla ciddî olarak yüzleşmek ve temelden bir değişim geçirmek ihtiyâcı ile karşı karşıya bulunuyor. Bunun yerine, yüzyılı aşkın bir süredir devam edegelen ve toplumsal çoğulculukla uyumsuz olduğu için, Kürt sorunu gibi, Alevî sorunu gibi temel sorunları çözemeyen homojen bir Türk ve sünni ulus-devlet inşâ etme politikasını sürdürmeye çalışmak, kendi iç çelişkilerini keskinleştirmekten başka bir sonuç veremiyor. İşin umut kırıcı olan tarafı ise, Türkiye’deki en büyük seçmen desteğine sâhip olması nedeniyle ana muhalefet denilen CHP de dâhil, önde gelen siyâsî partilerin de, “anadilinde eğitim” veyâ Alevîliğin inanç ve ibâdet özgürlüğü temelinde eşit saygı görmesi gerektiğinin kabûlü gibi, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın mevcut konumunu ve yapısını doğrudan ilgilendiren konularda, iktidardan farklı bir yaklaşım geliştirmemesi.
Şimdi, bu tür temel sorunların çözümü için gerekli olan “insan haklarına dayanan hukukun üstünlüğüne bağlı” bir devlet düzenini bir türlü inşâ edemeyince, uluslararası alanda da hukuka değil güç esaslı yaklaşımlara prim vermek neredeyse bir zorunluluk oluyor ve bu gözle görülür çelişkiler üretiyor. Türkiye’deki mevcut iktidar, örneğin, yakın durduğu açıkça ortada olan İslâmî ideolojiler doğrultusunda İsrâil’in soykırımcı uygulamalarına karşı söz üretmeye ve Filistin dâvâsını sâhiplenmeye çalışırken, pratikte İsrâil’le olan ilişkilerini geliştirmekte de bir sakınca görmüyor. Benzer bir biçimde, Suriye’de çöken Baas diktatörlüğünün yerine gelen geçici yönetimi destekliyor ama bu Suriye’de kurulabilecek bir demokratik düzenin vazgeçilmez kurucu unsuru olarak beliren SDG’yi, çözemediği Kürt sorunu paralelinde dışlamaya, hattâ yok etmeye çalışıyor. Hattâ, öyle bir beklenti var ki, Trump ile birlikte ABD’nin Suriye’deki etkisini zayıflatacağı ve Türkiye’yi Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında serbest hareket etmeye teşvik edeceği düşünülüyor. Böylece, Filistin’e, Gazze’ye sâhip çıkmak sözde kalırken, özde Filistin halkının tehcire ve soykırıma tâbi tutulmasının aslî fâili olan İsrâil ile onun en büyük destekçisi ve artık “ortağı” denebilecek olan ABD yönetimine destek verilmiş oluyor.
Kıbrıs
Türkiye siyâsetinin olumsuz etkilediği sorun alanlarından söz ederken Kıbrıs’ı ele almamak mümkün değildir. Kıbrıs sorunu ile yukarıda örnek olarak andığımız sorunların tümünün ortak paydası, farklı halkların, farklı etnik ve dinî inanç gruplarının birlikteliğini, insan haklarına dayalı demokratik hukukun üstünlüğü esâsında çözülmesi gerektiğidir. Bu çözüm, her bir spesifik sorunun kendi târihî koşullarının gerektirdiği özelliklere uygun olarak sağlanamadığı için, özgür, demokratik ve barışçı bir düzene kavuşulması da mümkün olamamaktadır.
Kıbrıs sorununun temelinde de, Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar arasında bir siyâsî birliğin kurulamaması yatmaktadır. Böyle bir birliğin bugünkü adı “federasyon”dur ve bu yönde bir çözüm, ilgili kamu oyununun yakından bildiği gibi, 2000’lerin başında Annan Plânı ile somut olarak ortaya konmuştu. Unutmuş olamayız, değil mi? Annan Plânı olarak bildiğimiz Kıbrıs sorununa iki toplumlu, iki bölgeli federatif ve kapsamlı bir çözüm plânı olarak gündeme gelen Annan Plânı’na başlangıçta merhum Denktaş ile birlikte Türkiye’deki askerî üst bürokrasi ve CHP de dâhil “ulusalcı” çevreler karşı çıkarken, yeni iktidar olan AKP, Erdoğan ve diğer lider kadrosu ile birlikte, barış ve çözümden yanaydılar. Sonra iş değişti, Annan Plânı’nın referanduma sunulması, Kıbrıs’ın AB üyeliğinin kesinleşmesinden sonraya kaldı. AB üyeliği kesinleşmiş olan Kıbrıs’ta, Kıbrıslırumların “milliyetçi” lideri Papadopoulos’un da katkısıyla, plân, Kıbrıslıtürklerin üçte ikiye yakın oranda ‘evet’ demelerine rağmen, kabûl edilmedi. Süreç, her şeye rağmen devam etti ve en son Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın katıldığı Crans Montana’daki başarısızlık ile sona erdi. O târihten beri de, artık Kıbrıs’ta federatif bir birlik ve barıştan söz etmenin ilgili kamu oylarında bir karşılığı kalmadı.
Bütün bu sürecin en son evresiyle ilgili olarak Sayın Akıncı’nın son günlerde bâzı açıklamaları kanımca çok dikkât çekici. Anastasiades’in, “Türkiye olmasaydı Crans Montana’da biz anlaşmaya varabilirdik” anlamına gelen değerlendirmeleri üzerine açıklamalar yapan Sayın Akıncı, Türkiye’yi suçlamanın çok da hakkaniyetli olmayacağını belirterek, asıl sorumlunun Kıbrıslıtürklerle iktidar paylaşımına yanaşmak istemeyen Kıbrıslırum tarafında olduğunu vurguluyor. Sayın Akıncı, bu vurguyu yaparken, bâzı noktaların da altını çiziyor ki, bence bunlar da önemli. Birincisi, kendisinin Kıbrıslırumların endişelerini, kaygılarını anlamaya gayret ettiğini ve bunları gidermek için gerektiğinde inisiyatif almaktan çekinmediğini belirtmesi. İkincisi de, Crans Montana sürecinde Türkiye’deki siyâsî iktidarla zorluklar yaşadığını söylemesi.
Aslında, süreci tâkip edenler açısından bunlar bilinmedik şeyler değil ama, şimdi yeniden düşündüğümüzde, şu hususlar dikkatlerden kaçmamalı diye düşünüyorum. Bunlardan ilki, bir barış sürecinde, tarafların birbirlerinin endişelerine, kaygılarına duyarlı olmalarının gerekli olduğu. Sayın Akıncı, bunu yapabilen bir liderlik ortaya koyarken, diğer tarafların bundan çok uzakta konumlanması, nasıl açıklanabilir? Dikkat ederseniz, “diğer taraflar” diyorum, yâni sâdece Kıbrıslırum tarafını değil, Türkiye’yi de kasdediyorum. Kıbrıslırum liderliğinin, Kıbrıslıtürklerle bir ortaklık, bir federatif birlik kurma yönünde fikir ve irâde geliştirmekteki isteksizliği ile Türkiye’nin aynı isteksizliğe paralel bir biçimde, Kıbrıs’ta “iki bağımsız devlet” diye formüle ettiği ama aslında Kıbrıs’ın bir bölümünü doğrudan kendisine bağlamanın ötesinde bir anlamı olmayan plânının gündemde tutulması, aynı sonucu verecekti ve nitekim hâli hazırdaki durum da budur. Burada açıkça görülüyor ki Kıbrıs, Niyazi Kızılyürek’in önemli eserinin başlığında ifâde edildiği üzere, “milliyetçilik kıskacı”ndan kurtulamamış, Kıbrıslırum milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği, bunları aşmayı başarabildiğini anladığımız Akıncı’yı ve destekçilerini yalnızlaştırarak, sorunu çözümsüzlüğe hapsetmişlerdir. Sayın Akıncı son açıklamalarında bu konuda Türkiye’yi eleştirmenin âdil olmayacağını vurgulamakta ise de, sorunun arka plânında, merhum Denktaş’tan bu yana Türk milliyetçilerince benimsendiği açık olan, adada birlik yerine “iki halk, iki egemenlik, iki devlet” şeklindeki bir plânın yer aldığı da açıktır.
Sonuç yerine
Özetleyecek olursam, ortaya çıkan manzara şu: Farklı halkların, kimliklerin birarada bulunduğu, değişik büyüklüklerdeki -ya da küçüklüklerdeki diyelim- coğrafyalarda, halkların özgür, irâdî birlikteliğine dayalı siyâsî yapıların inşâ edilmesi, böyle yapıların en önemli dayanaklarından olan bireysel ve kolektif insan haklarına saygılı hukuk düzenlerinin kurulması, bu tür hukuk düzenlerinin eklemleneceği küresel ölçekte kurumsallaşmaların oluşması, şu ân için gerçekleştirilmesi zor bir hedef gibi görünüyor. İnsanlar ve toplumlar, siyâset erbâbı başta olmak üzere, en kolay olanı tercih edip, güç esaslı ilişkiler, ittifaklar arayışına giriyorlar, küresel kapitalizmin tekrarlanan krizleri de bu arayışları teşvik ediyor. Filistin’de, Filistinli Arap, Yahudi, Müslüman, Hıristiyan veyâ başka mehzep, inanç yâhut inançsızlıklara mensup halklardan ve bireylerden oluşan, onların özgür birlikteliğine dayanan bir siyâsî ortaklık inşâ edilemiyor. Kıbrıs, aynı durumda. Rusya, yapay bir “ulus” olarak nitelediği Ukrayna’yı imkân olsa yutmayı tercih edecek. Türkiye, bir türlü kendi içindeki toplumsal çoğulculuk kaynaklı sorunlara demokratik bir çözüm bulamıyor ve etkili olabileceğini gördüğü başta Kıbrıs ve şimdi de Suriye olmak üzere başka bölgelerde de böyle bir çözümü desteklemiyor ya da destekleyemiyor. Güce, baskıya dayanan, güce ve baskıya dayandığı ölçüde meşrûiyet zemininden ve böylece hukuka bağlılıktan uzaklaşan ulusal ve uluslararası alanlarda mücâdele, UCM Başsavcısı’nın kararlılığında da ifâdesini bulduğu gibi, iktidar sâhiplerinin kendi kişiler hesaplarının üzerinde konumlanan, hak, hukuk, adâlet ve barış idealleri doğrultusunda inat edenlerle, Perry Anderson’ın tâbiriyle, her yerde mebzûl miktarda türemekte olan siyâsî hilkat garibesi canavarlar arasında cereyan etmektedir. Tarafımız, çok şükür, insanlık değerlerinden yanadır.
