1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Federasyon, Annan Dönemi ve Gelecek
Federasyon, Annan Dönemi ve Gelecek

Federasyon, Annan Dönemi ve Gelecek

Federasyon, Annan Dönemi ve Gelecek

A+A-

 

Şevki Kıralp
[email protected]


Bu yazımda şahsen ben de dâhil olmak üzere toplumumuzun çoğunluğunun hiçbir zaman unutmayacağımız bir tarihi dönemi ele alarak toplumsal algımız üzerine eğilmeye ve buradan geleceğe yönelik bir pay çıkarmaya çalışacağım. Kıbrıs’ın federal bir çözüm ile yeniden birleşmesini ön gören görüşmeler 2002 yılından itibaren ivme kazanmıştı. Birkaç revizyon sonrasında 2004 yılında Kıbrıs’ın yeniden birleşerek AB’ye üye olmasını tasarlayan, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı plan oylandı. Kıbrıslı Türkler bu süreci bir coşku seli ile yaşayıp %65 oranında “evet” oyu verirken, Rum toplumu oldukça duyarsız ve umursuz davrandı. Süreç sonunda ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sahip çıkmalarını ve devletin yıkılmasını engellemelerinin kendilerince coşkusunu yaşadı. Neticesinde tarihi bir süreç sonuçsuz kaldı, ancak hafızalardan hiçbir zaman çıkmadı. Tabi geleceğe yönelik bazı dersler bırakarak…

O yıllarda gençliğin sosyal ve siyasal yaşam algısına bakılınca, bu zamankinden çok daha dar bir düşünsel tartışma alanı olduğu reddedilemez. Hem gençler, hem büyükler arasında, Sağ görüşlüler çok daha rahat konuşuyordu. Çünkü gözle görünür bir çoğunluk üstünlükleri vardı ve Türkiye’nin dava arkadaşı durumundaydılar. Merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı ve iktidardaki Ulusal Birlik Partisi’ni övmek kolaydı, eleştirmek sıkıntılıydı. “Rumlar orada, biz burada” demenin bir sakıncası yoktu, ama “Kıbrıs yeniden birleşsin” demek zordu. Merhum Denktaş zaten kısa bir süre sonra aktif siyaseti kendi isteğiyle bırakacaktı, ancak o zamanlar kendisinin eleştirilmesini hiç hoş karşılamayan kesimler vardı. Çözüm perspektifi Sol’un ardında bir rüzgâr gibi esiyordu ama UBP yandaşları muhalefetin büyüyeceğine, koşulların değişeceğine ve bunun sandıklara yansıyacağına inanmıyorlardı. Öte yandan, her koşulda, çözüm olacaksa federal çözüm olacaktı ve büyük oranda yine “Rumlar orada, biz burada” durumu geçerli olacaktı. Fakat Federal çözümü savunmak bazı çevreler tarafından kayıtsız şartsız “Rumculuk” olarak yorumlanıyordu. Bununla birlikte, Sol bu sürece aşırı bir iyimserlikle yaklaşmaktaydı.

Sonra Annan Planı referandumu geldi kapıya dayandı. Bu noktada, federal çözüm yanlılarının nezdinde toplum “statükocu” ve “barışçı” olarak ikiye ayrıldı. Federal çözüm karşıtları içinse “vatanseverler” ve “Rumcular” vardı. Miting meydanları doldu taştı. “Vatansever” cephenin revaçta sloganı “Rumları aramıza istemiyoruz” idi. “Barışçı” cephe ise “Kıbrıs’ta Barış Engellenemez” sloganıyla bağırıyordu. Hem Sol’un hem Sağ’ın gazeteleri mitingleri “meydanlara sığmadık!” manşetleriyle haber yapıyordu. Gerçekten de her iki tarafın kitleleri de meydanlara sığmıyordu. Liseli gençler olarak bu hareketlenme bizlere de yansımıştı. Aramızda federasyon yanlıları çoğunluktaydı. “AB gelecek, hayatımız kurtulacak” yönünde senaryolar kuruyorduk. İş bulma yönünde pek çok avantaja kavuşacağımıza, daha demokratik ve daha çağdaş bir yaşam süreceğimize inanıyorduk. Miting günlerinde çoğumuz okuldaki derslere girmiyor, otobüslere doluşarak meydanlara akın ediyorduk. 

Fakat bu coşku ve hareketlilik sadece gençler ile sınırlı değildi. 7’den 70’e herkes ya “vatansever” idi, ya da “barışçı”. Halen imrenerek hatırlıyorum ki, bütün bu farklılaşmalar sadece düşünce bazındaydı. Ne göstericilere yönelik bir resmi şiddet vardı, ne de farklı görüşten insanlar birbirlerine karşı şiddet uygulamayı akıllarına getiriyorlardı. Hoşgörü ve demokrasi bu hareketlenmeye iyice egemendi. Büyüklerimiz arasında federal çözüme karşı olanlar “sizleri zehirliyorlar ey gençlik!” diye feryat ederken, bizler miting alanlarına “kendi irademizle buradayız” yazan pankartlarla giriyorduk. İzolasyonlardan kurtulacak, Rumlar, Avrupa ve Dünya ile bütünleşecek, geleceğe emin adımlarla ilerleyecektik. Buna inanmayanların ve karşı çıkanların sayısı nispeten daha azdı, ancak onların da sesi gürdü. Muhafazakâr bir parti olan Adalet ve Kalkınma Partisi ise, aslında herkesi şaşırtan bir biçimde federal çözümü destekleme noktasında önemli adımlar atıyor, Kıbrıslı Türklerin çözüm galeyanına oldukça ılımlı yaklaşıyor ve “evet” dememizi bizzat kendisi teşvik ediyordu. Bu noktada bütün ezberler bozuldu ve Türkiye’nin dava arkadaşı olmak tarihte ilk kez Kıbrıs Türk Soluna nasip oldu.

O yıllarda televizyon kanallarına her akşam akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler ve kanaat önderleri çıkıyor, Annan sürecini değerlendiriyorlardı. Aralarında slogan üretenler de vardı, planın hukuki ve siyasal boyutlarını detaylı biçimde analiz edip aktaranlar da. Toplumun içerisinde bulunduğu galeyan psikolojisi, haliyle sloganist yaklaşımlara daha çok prim vermişti. Televizyon programında konuşan ve yaklaşımı uzmanca olan birisi “federal devletin güç paylaşımı şöyle olacak, böyle olacak” diye anlatırken, toplum olarak verdiğimiz içsel tepki “kardeşim kısa kes, Denktaşçı mısın barışçı mı?”, ya da madalyonun öteki yüzünden okununca “uzatma kardeşim, vatansever misin, Rumcu mu?” şeklindeydi. Federal anayasanın 1960 Anayasasından nasıl bir farkı olacağı, 1960 Anayasasının neden işlemediği, neden federal çözüm arayışına dönüldüğü ve federal çözümün hangi koşullarda yaşayabileceği toplumsal algımızda ikinci plandaydı. 

Annan Planı’nın öngördüğü federal çözümün güç paylaşım ilkeleri nelerdi? İktisadi anlamda perspektifler nasıl şekillenecekti? Federal çözümün eğitim, siyaset ve ekonomi sistemleri ile toplumsal hayatı bir “Kıbrıslı” üst kimliği yaratabilecek miydi? Anavatanlar ile ilişkilerimiz ve dış politikamız nasıl seyredecekti? Hangi koşullarda 1963 olaylarına dönme riski doğardı ve bu risk nasıl minimize edilebilirdi? Ve belki de en önemlisi, Kıbrıslılar federal çözümü anlamış, içselleştirmiş ve gerçekten istemiş miydi? Bütün bunlar meydanlardaki hareketlenmenin merkezinde değildi. Kıbrıs Rum toplumuna bir ilgisizlik egemen olmuştu. Kuzeyde meydanlar hınca hınç dolarken Güney’de yaprak kıpırdamıyordu. Rum liderler “Annan Planı Taksimdir ve İşgaldir” yönünde bir propaganda yaptı, halk buna inanmaya dünden razı bir edayla davrandı, “hayır” oyu verdi ve planın içeriğini rasyonel biçimde analiz etme ihtiyacı hissetmedi. Kıbrıslı Türkler arasında “hayır” diyenler “vatan millet elden gidiyor” düşüncesiyle planı reddetti, “evet” diyenler ise “yaşasın Avrupa geliyor” mantığıyla hareket etti. Fakat bizlerin de, toplumun geneli göz önüne alınınca, Annan Planı’nın ön gördüğü federalizm ilkelerini incelemiş, algılamış ve içimize sindirmiş olduğumuzu iddia etmek hayli güçtür. Her iki toplum da, Annan Planı’nın sosyal, siyasal ve ekonomik hayatımızı nasıl değiştireceğini rasyonel gözlerle incelemeyi reddetmişti. Ortam tamamen sloganlara kalmıştı. 

Sürecin diğer bir çarpıcı özelliği ise, Kıbrıslı Türklerin Annan Planından çok karşıt görüşü benimseyenlerle uğraşmalarıydı. Kamplaşma tamamen fikir bazındaydı, şiddet yoktu, ancak karşılıklı atışmalar bolca yaşanıyordu. Sağcılar Solculara “vatanı Rum’a satmanıza izin vermeyeceğiz” diye yüklenirken, Solcular Sağcılara “vatan millet dediniz, memleketi yediniz” diye çıkışıyordu. Bütün bu süreç Kıbrıs Sorunu’nun çözümü bakımından bir arpa boyu yol kat ettirmese de, Kıbrıs Türk toplumuna oldukça önemli bir katkısı oldu. Artık herkes özgürce konuşabiliyor. Çünkü alacağı tepki “vay hain!”, ya da “vay faşist!” şeklinde olmuyor. 

1975 yılında BM’nin “sizin için en iyi çözüm iki bölgeli, iki toplumlu federasyondur, oturun anlaşın” yaklaşımı ve önerisi temelinde federal çözüm aramaya başladık. 38 yıl geçti. Bu süre zarfında Rum siyasiler ve Rum toplumu üniter devlet inancından vazgeçmedi, Kıbrıslı Türklere toplumsal anlamda Rumlar ile eşitlik ve ortaklık vermenin kaçınılmaz olmadığını düşündü, 800,000lik nüfusları ile 80,000,000luk Türkiye’ye geri adım attırabileceklerine inandı ve federal çözümü ikinci plana attı. Eninde sonunda “İşgale” ve “Taksime” son vereceklerinden ve süreci kazanacaklarından neredeyse emindiler. Bizim siyasilerimiz ve toplum olarak bizler ise, Türk Ordusu caydırıcı ve etkin bir güç olarak buradayken, Türkiye siyasal ve ekonomik olarak arkamızda iken, tanınmasa da fiilen egemen bir devletimiz varken ve yaşam standartlarımız Rumlar ile bir arada yaşadığımız yılların kat be kat üzerinde iken federal çözüme fazla ilgi duymadık. Bu sistemin bize sonsuza kadar refah getireceğine inandık ve federal ortaklığı içselleştirmedik. Evet, Annan dönemi bir istisna idi. Ancak 38 yıllık sürecin sadece 2 yılında, o da Sayın Annan’ın önerdiği federalizm detaylı bir biçimde idrak edilmeden, içimize rasyonel bir temel doğrultusunda sindirilmeden meydanlara dökülmemiz, ne yazık ki devede kulak olmaktan öteye geçemezdi.

Bugün yetkili ağızlardan “Mart ayında referandum olabilir” benzeri sözler işitmekteyiz. Türkiye ve Yunanistan çözüm çabalarını destekleyeceklerini, teşvik edeceklerini ve hızlandıracaklarını ortaya koyuyorlar. Öte yandan ABD de devrede. En önemlisi, Sayın Anastasiadis “federasyon artık bizler için taviz değil, gönüllü bir çözüm yöntemidir” benzeri açıklamalar yapmaktadır. İlerleyen süreçte, oylamamız beklenecek federal çözümde egemenlik ve veto haklarının nasıl olacağı, iktisadi ilkelerin neler olacağı, Anavatanlar ile ilişkilerin ve dış politikanın nasıl seyir edeceği ve federasyon temelli bir yurttaşlık ve barış bilincine nasıl erişebileceğimiz ciddiyetle ve derinlemesine tartışılmalıdır. Esasen bunun için her iki toplum da yeterince geç kalmıştır. Ancak, kısa bir süre içerisinde federal çözüme “evet” ya da “hayır” dememiz istenecekse, bunu yapmanın en sağlıklı yolu hem genel anlamda federasyon çözümünün, hem de Kıbrıs’a yönelik hazırlanacak federal çözümün kendine özgü, yani Kıbrıs’a özgü içeriğinin aslını astarını anlamak ve anlatmaktır.

Bu haber toplam 2077 defa okunmuştur
Gaile 235. Sayısı

Gaile 235. Sayısı