Federasyon arayışları, Habermas’ın post-nasyonal projesi ve Avrupa Birliği
Milliyetçiliğin korkunç yıkımları karşısında ulus-devlet üzerine yeniden düşünmek kaçınılmaz olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni savaşları engelleyebilmek için ortaya çeşitli görüşler atılıyordu ve Birleşik Avrupa Federasyonu tartışılıyordu.
Fakat Avrupa ülkelerinin federal bir devlet çatısı altında bir araya gelmesi fikri, İkinci Dünya Savaşı esnasında ivme kazandı. Neredeyse Avrupa’nın bütün ülkelerinde var olan ve Nazizm’e karşı mücadele eden Direniş Hareketleri yayınladıkları bildirilerde savaştan sonra Avrupa Federasyonu’nun kurulmasını savunuyorlardı. Avrupa’nın siyasi bir birlik oluşturmasını milliyetçiliğin yol açtığı savaşlara karşı en iyi çare olarak düşünüyorlardı.
Bu federalist söylemler arasında en bilineni, Altiero Spinelli ile Ernesto Rossi tarafından 1941 yılında hapiste kaleme alınan Ventotene Manifsetosu’dur.
Mussolini faşizmi tarafından hapislikle cezalandırılıp Ventotene adasına sürülen bu iki Marksist, savaşlara son vermek için ulus-devletleri ve milli egemenlik fikrini aşmanın şart olduğunu ileri sürerek, Birleşik Federal Avrupa projesini gündeme getirdiler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra milliyetçilik ve ulus-devlet modelinin sorgulanmasına devam edildi. Avrupa’da başlayan karşılıklı bağımlılığa dayalı ekonomik birlik, giderek siyasal birliğe doğru evrilirken, federalizm ve post-nasyonal devlet anlayışı etrafında yapılan tartışmalar yoğunluk kazandı.
Bu tartışmalara özgün katkıda bulunanlardan biri de de Alman düşünür Jürgen Habermas oldu.
Devletlerin ve toplumların etnik milliyetçilikten arınması, savaşlara, ırkçılığa ve antisemitizme son verilmesi için yurttaşların etnik ve kültürel kimliklerinden bağımsız olarak, anayasal patriyotizm temelinde çok-kültürlü dayanışmacı bir siyasal topluluk oluşturmalarını savunan Habermas, uluslararası sistemin de gözden geçirilerek, bir yandan AB gibi ulus-ötesi oluşumlara gidilmesi, diğer yandan da insan haklarının global düzeyde korunması için hukuksal, kurumsal önlemler alınmasını önerir.
“Volksnation”, denilen etnik milliyetçiliğe dayalı ulus anlayışının başka ulusları aşağıladığı, yabancı saydığı herkesi dışladığı, etnik ve dinsel azınlıklara baskı uyguladığını belirten Habermas, bu modelden kurtulmak ve daha kapsayıcı bir ulus oluşturmak için anayasal yurtseverlik esasını ön plana çıkardı.
Aynı atalardan gelmeye, ortak dil, tarih ve aynı halka ait olma anlayışına dayalı milli bilincin yerine, ortak yarar ve ortak kamusal alanı paylaşma temelinde oluşacak, iletişimsel ve rasyonel bir bağlılık anlayışını ileri süren Habermas, anayasal yurtseverliği etnik milliyetçiliğin panzehri olarak kavrar.
Habermas, bu anlayışının Avrupa Birliği açısından da geçerli olması gerektiğini düşünür. Demokratik hukuk düzenlerine dayalı ulus-devletlerden oluşan Avrupa Birliği’nin ulus-ötesi etkin bir siyaset ve hukuk öznesi olması ve demokratik meşruiyete dayanması için “çifte egemenlik” ilkesini önerir.
Yurttaşların tümünden kaynaklanan egemenlik ile ayrı ayrı halklardan kaynaklanan egemenliğin kaynaştırılmasını ve yeni bir egemenlik anlayışının ortaya çıkmasını savunur. Böylece anayasa yapıcı güç, hem yurttaşların tümünden, hem de ayrı ayrı halklardan oluşmuş olacak. Böylesi bir Avrupa Birliği’nde üye devletler arasında savaş yapmak yasaklanacağı gibi, ayrı ayrı üye devletlerin de başka devletlerle savaş yapması yasaklanacaktır. Savaş kararı, Avrupa Birliği’nin uhdesinde olacaktır.
Görüleceği gibi Habermas, milli egemenlikte ısrar eden ulus-devletlerden oluşan bir konfederasyon olan AB’ye yeni bir yurttaşlık ve egemenlik anlayışı öneriyor ve AB’nin içinde bulunduğu krizden çıkmasını murat ediyor.
Habermas’ın hem anayasal yurtseverlik, hem de AB için yaptığı “çifte egemenlik” önerisi aslında cumhuriyetçi ethosu yansıtmaktadır.
Cicero’nun beşinci yüzyılda yaptığı cumhuriyetçilik tanımlamasında, “cumhuriyet egemenliğini yurttaşlardan alır ama yurttaşlar rastgele bir araya gelmiş insanların oluşturduğu bir topluluk değildir” der. Cumhuriyet, “anlaşma, hukuk ve ortak çıkar” temelinde bir araya gelmiş yurttaşlardan oluşur. Bu tanımlamaya içkin olan anlam, cumhuriyeti halkın değil, halkı cumhuriyetin yarattığıdır.
Milliyetçilik milli egemenliği yurttaşların üzerine boca ederken, cumhuriyetçi anlayış yurttaşların egemenliğini ulusun egemenliğinin üstüne koyar. Habermas’ın “çifte egemenlik” anlayışı da özü itibarıyla ulusların egemenliğinin yurttaşların egemenliği tarafından sınırlandırılmasını öngörüyor.
Post-Marksist düşünürlerden Thomas Piketty de Avrupa Birliği’nin federal bir yapıya kavuşturulmasını öneriyor ama Habermas’tan farklı olarak, federal Avrupa’nın egemenliğinin üye devletlerin milli egemenliğine dayandırılmasını savunuyor. Le Monde gazetesine yazdığı bir yazıda Avrupa Birliği’nin geleceğinin federalizmde olduğunu ileri süren Piketty, üye devletlerin milli egemenliklerini koruyacakları bir formül öneriyor ve örneğin Avrupa Parlamentosu’nun milli parlamentolardan oluşmasını öneriyor.
Maalesef günümüzün Avrupa Birliği, bu düşünürlerin öngörülerinden uzakta seyrediyor. Ulus-devlet merkezci anlayış varlığını güçlü biçimde koruyor. Bazı üye devletler milli egemenliği ileri sürerek hukuk devleti ilkelerini çiğneyebiliyor.
Fakat şu da bir gerçektir ki, AB yurttaşları, özellikle gençler, daha demokratik, yurttaşların sesine kulak veren bir Avrupa arayışı içindedirler.
Kuşkusuz, bu arayışta yukarıda sözünü ettiğimiz düşünürler yol gösterici olmaya devam edeceklerdir.