Felsefe, Maddiyat, Maneviyat ve Başkaldırı
Şevki Kıralp: Bu yazıda, insanlık tarihinin her döneminde (aslında her anında) hem bireysel hem de toplumsal bir refleks olarak karşımıza çıkan “başkaldırı” kavramını, kavramı maddi ve manevi temeller üzerinde inceleyen felsefi yaklaşımlar doğ
Şevki Kıralp
Bu yazıda, insanlık tarihinin her döneminde (aslında her anında) hem bireysel hem de toplumsal bir refleks olarak karşımıza çıkan “başkaldırı” kavramını, kavramı maddi ve manevi temeller üzerinde inceleyen felsefi yaklaşımlar doğrultusunda tartışacağım. Maddiyat ve maneviyat her ne kadar birbirlerinden ayrılması güç kavramlar ise de, maddiyattan kastım insanlığın doğal ve sosyal yaşam alanı, maneviyattan kastım ruh ve idea olacaktır. Burada altını özellikle çizmekte fayda vardır ki, bu yazının maneviyat kavramı dini öğretileri dışlamamaktadır, ancak tartışmanın da ortaya koyacağı üzere, kavram genel olarak idea felsefesi temelindedir. Başkaldırıyı ise birey ya da kitlenin, doğal ve sosyal yaşamda uğradığı bir mağduriyet karşısındaki tepkisi olarak ele alacağım.
Nietszche’ye göre, modern çağ bir ahlaksızlıklar çağıdır. Bu çağda aristokrasi yok edilmiştir ve insanı imrendiren ve insanlığı daha ileriye taşıyan soylu ahlaklar kaybolmuştur. Alt sınıflar burjuva önderliğindeki bir başkaldırı vasıtasıyla üst sınıfları (soylular) alt etmeyi başarmış ve onların üst kültürünü ortadan kaldırmıştır. Bu nedenledir ki, Nietszche insanlığın ahlaki değerler bakımından daima gerileyeceğini savunur. Öte yandan Marx’a göre mevcut sistemin biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olarak en çok yıprattığı kesim proletaryadır ve insanlık önce proletaryayı mevcut koşullardan kurtarmalıdır. Her iki düşünürün de analizleri Modern Çağ, yani Milliyetçilik, Demokrasi ve Kapitalizm ile alakalı saptamalara dayanır. Ancak Marx’ın saptamalarında maddiyat temelli yaklaşım ağırlıkta iken, Nietzsche’nin yaklaşımı aynı nispette maneviyatçı öğeler de içermektedir[1].
Marx, Diyalektik Materyalizm kuramını oluştururken büyük ölçüde Hegel’den etkilenmiştir. Hegel’e göre, maddeler ideaların (düşünce) yansımalarıdır. Dolayısıyla doğal ve sosyal yaşam, birbiriyle çatışma içerisinde olan idea bütünlerinin (ideolojiler) yansımalarından oluşur. Marx’a göre ise, çatışma halinde olanlar idealar değil sosyal sınıflardır. Hegel, idea bütünlerinin daha fazla özgürlük için manevi savaşlar verdiklerini iddia ederken, Marx sosyal sınıfların maddiyatçı mücadeleler halinde oldukları iddiasında bulunur. Hegel’e göre, insan ruhu özgürlükçü bir öze sahiptir. Bir birey, köleleştirildiğini fark ettiği zaman maneviyatının getirdiği bir özgürlük mücadelesine, yani bir başkaldırıya girişir. İçselleştirilen mücadele bir birey ile sınırlı kalmayarak bir kitleye yayıldığı zaman ise, karşımıza bir ideolojik mücadele çıkar. Hegel’e göre birey ve toplumun köleleştiğini anladığı nokta ise Marx’ın tasvir ettiği gibi maddeci bir sömürülme bilinci değildir. Aksine, insan ruhu özgürdür ve sosyal yaşam ruhun özgürlüğünü kısıtlayan bir seyre büründüğü zaman bedeni bilinçlendiren ruhtur. Yani, birey ya da toplumlar, maddiyat bağlamında daha refah bir yaşam seviyesine ulaşmak için değil, maneviyat bağlamında ruhlarının özgürleşme arayışına cevap verebilmek için harekete geçerler[2].
Marksizm ise, Hegel’in ruh ve ideaların doğal ve sosyal yaşamdaki rolüne ilişkin tasvirlerine karşı çıkar. Marksist düşünceye göre, doğal ve sosyal yaşamın temeli maddedir. Sosyal sınıfların bir biriyle olan çatışmalarının sonuçları oldukça pozitivist bir yaklaşımla bile açıklanabilir. Örneğin Engels için, doğanın temeli diyalektiktir. Nitrojen gazının (N2) beş atomlu Oksijen gazıyla reaksiyonu sonucunda Nitrojen Pendoksit elde edilir. Benzer biçimde, iki sosyal sınıf arasındaki reaksiyonun nasıl şekilleneceği ve sonuçlanacağı da, sosyal sınıfların belirli özellikleri değerlendirilirse, neredeyse Kimya benzeri pozitivist bir yaklaşımla açıklanabilir[3]. Marxve Marksizm için, sosyal yaşam “ekonomik determinizm” vasıtasıyla değerlendirilmelidir. Sosyal sınıflar, ekonomik açıdan kendilerine en kazançlı adımları tasarlar ve uygularlar. İnsanlık tarihine tez-karşıt tez-sentez üçlemesi egemendir. Yani, bir sosyal sınıfın çıkarı (tez) diğer bir sosyal sınıfın çıkarı (anti-tez) ve aralarındaki çatışmanın sonucu (sentez)[4]...
Hegel’in tez-karşıt tez-sentez üçlemesi ise idealar bütünlerinden oluşur. Bir ideoloji bir diğer ideoloji ile çatışır ve ortaya yine ideolojik bir sentez çıkar[5]. Doğal ve sosyal yaşamın ideaların yansıması olduğu yaklaşımı, Antik Yunan filozofu Platon’a kadar dayanır. Platon, idea ile madde arasındaki farkın anlaşılması için mağara teorisinden yola çıkar. Platon’a göre, insanın doğal ve sosyal yaşamı algılayışı, bir mağaraya hapsedilen ve zincire vurularak çocukluğundan beri hareketleri engellenen insanlarla örneklendirilebilir. Bir kişi, çocukluğundan itibaren bir mağaraya hapsedilir, arkasına bakabilmesi bağlandığı zincirler ile engellenir ve arkasında yanan bir ateşi mağaranın duvarına yansıyan bir gölge olarak görür ise, gerçek ateşin gördüğü gölgeden ne denli farklı olduğunu ancak serbest kalarak ateşin yanına giderse algılayabilir. Bu nedenle Platon, tıpkı hocası Sokrates gibi, Atina yönetimini insanların maneviyat algısını ruh ve ideadan çıkararak o dönemin dini öğretileriyle sınırlandırmakla eleştirmektedir. Çünkü Platon için doğal ve sosyal yaşamın algıları geçicidir, yanıltıcıdır ve ucu bucağı olmayan idealar düzlemi göz önüne alındığı zaman, insanın ruhunu doğal ve sosyal yaşamın fani etkileriyle yaralaması ve kirletmesi anlamsız ve zararlıdır[6].
Günümüzde maneviyat dendiği zaman zihnimize öncelikle dini, milliyetçi ve ahlaki doktrinler gelir. İlahi dinlerin (özellikle Hıristiyanlık ve Müslümanlık) ve milliyetçi hareketlerin içerisinde, yoksul ve özgürlüğü kısıtlanmış kitleleri toplumsal başkaldırıya iten bir anlayış vardır. Bu yaklaşımı diyalektik düzlemde inceleyecek olursak hem Hegel kadar manneviyatçı, hem de Marx kadar maddiyatçı tespitlere ulaşmak mümkün olur. Özgürlüğü kısıtlananın özgürlük için mücadele etmesi de, sömürüye uğrayanın sömürüye son vermek için mücadele etmesi de diyalektik temellerle açıklanabilir eylemlerdir. Bu açıdan, ilahi dinlerde insanlığın hem maddiyatını, hem maneviyatını güçlendirmeyi amaçlayan yaklaşımlar mevcuttur. Ancak Nietzsche’ye göre, başkaldırı asillere, yani efendilere özgü değil, kölelere ve yoksulara özgü bir ahlaktır. Kitleleri isyana iten sadece maddi sömürü değildir ve manevi “aşağılanma” hissiyatı da başkaldırıların ardında önemli bir sebeptir. Bu nedenle, Nietzsche, dini ve milliyetçi başkaldırı öğretilerini “yıkıcı” olmakla itham eder ve “ayakların baş olduğu” dünya düzeninin temeli olarak nitelendirerek aşağılar. Nietzsche’ye göre, tüm başkaldırılar birer isyandır ve hepsi soyluların üst kültürüne duyulan intikam duygusunun dışa vurumlarıdır[7].
Burada, sadece maddiyat ve maneviyat arasında değil, maneviyat ve ahlak arasında da bir tartışmaya girmek durumundayım. Bu noktadaki tartışmayı da çağlar öncesinde oldukça isabetli bir biçimde yürüten yine Platon’dur. Devlet modeli her ne olursa olsun, yönetenlerin görevi, en yüce değerler olan ruhlar ve ideaların maddiyat nedeniyle yaralanmasını ve kirlenmesini mümkün mertebe engellemektir. Yönetenler, hatta soylular bile kirlenen ve yaralanan ruhlarının etkisiyle yoldan çıkabilmektedirler. Bu nedenle, yönetenler de tıpkı yönetilenler gibi kurumlar ve kanunlar tarafından denetlenmeli, maddiyatın insanı yönlendiren bir amaç değil, ihtiyaçlarını karşılayan ve onu maneviyatını geliştirmekten alıkoymayan bir araç olması sağlanmalıdır. Yani, ahlak, maneviyatı savunacak ve geliştirecek biçimde kurumsallaşmalıdır[8].
Sonuç olarak, maneviyat; dini, ahlaki ve milliyetçi doktrinlerle sınırlı olmayan, idea ve ruhla derinden bağlantılı bir kavramdır. Bireysel ya da toplumsal başkaldırı, doğal ve sosyal yaşamdaki çarpıklıkların bir ürünü olarak ortaya çıkar. Hegel’e göre başkaldırı özgürlüğü kısıtlananın ruhsal uyanışıdır. Marx’a göre sömürülenin sömürene karşı materyalist direnişi, Nietzsche’ye göre alltakinin üsttekine karşı yıkıcı isyanıdır. Platon ise idea ve ruhun doğal, sosyal ve maddeci çarpıklıklardan korunması gerektiğini öne sürer ve bu koruyuculuk görevini bizzat devlete yükler. Hegel için başkaldırı da sebebi de maneviyata dayanır. Marx için hem başkaldırı, hem de sebebleri maddiyatçı unsurlarla açıklanır. Nietzsche için, başkaldırı ve sebebleri hem maddi, hem manevi öğeler içerir. Platon için ise, başkaldırıyı ve sebeplerini asgariye indirebilmek, sadece maddiyatı maneviyatın bir aracı olarak dengeleyebilmeyi başaran devletlere mahsus olacaktır.
[1] Fatih Yaşlı (2008), Nietzsche ve Marx: Hayatın Olumlanması Olarak Felsefe. İstanbul: Bilim ve Gelecek.
[2] Lukacs, G., 1968. History and Class Consciousness Studies on Marxist Dialects. Translated from German by R. Livingstone. London: Merlin Press;
Patten, A., 1999. Hegel’s Idea of Freedom. Oxford: Oxford University Press.
[3] Engels, F., 1941. Dialectics Of Nature. Translated from German by D. Clements. London: Lawrence & Wishart.
[4] Lukacs a.g.e.
[5] Patten a.g.e
[6] Platon 2012. Sokrates’in Savunması. Çev. Cüneyt Çetinkaya. İstanbul: Bordo Siyah.
[7] Fatih Yaşlı, a.g.e.
[8] Platon a.g.e