1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli Bir Bakış II: Machiavelli'den Locke'a
Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli Bir Bakış II: Machiavelli'den Locke'a

Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli Bir Bakış II: Machiavelli'den Locke'a

Diğer bir değişle anayasa, haklar, özgürlükler ve halk iradesinin temsil edilmesi gibi esaslar birer “toplum yararı” formülüydü ve devletleri yönetenlerin bunlara bağlı kalmalarının sağlanması hedefleniyordu.

A+A-

Şevki Kıralp
[email protected]

Bu yazı serisinin ilk yazısı Gaile dergisinde 2022 yılı mayıs ayında, “Felsefe ve Siyasette Toplum Yararı Konusuna Giriş Nitelikli Bir Bakış: Sofistlerden İbn Haldun'a” başlığıyla yayınlanmıştı. Dolayısıyla, bu ikinci yazı devam yazısı durumundadır. İlk yazıda ele alınan düşünürlerin ortak noktası, “toplum yararını” belirlemenin siyasetin, yani devletin sorumluluğu olduğu konusunda fikir birliğinde olmalarıydı. Bir başka değişle, bu düşünürlere göre siyaset ve devlet toplum yararı için vardı. Onların ardılları ise, Rönesans ile başlayan ve Aydınlanma ile güçlenen süreç neticesinde kendi yararını belirleme yetkisinin topluma bırakılması gerektiği fikrini geliştirdiler. İnsanlığın düşünsel evrim sürecinde önce toplumun kendi iyiliği için bir devlete ihtiyaç duyduğu görüşünün, sonra ise devletin toplum iradesiyle yönetilmesi anlamına gelen çağdaş demokrasilerin temeli atıldı. Modern demokrasilerin toplum iradesini temsil edip toplum yararının gereğini yapma noktasında başarı gösterip göstermediği son derece tartışmaya açık olsa da bunu tartışma girişimi bu yazının değil, serinin ilerideki yazılarının konusu olacaktır. Bu yazının amacı, ilk yazıdaki düşünürlerin ardılları tarafından şekillendirilen, devletin insanları birbirlerine zarar vermelerini engelleyerek korumakla yükümlü olduğu fikrinin gelişimini incelemektir. Demokrasinin, öne sürdüğü iddialar çerçevesinde imtihana tabi tutulması serinin ilerleyen yazılarında gerçekleşecektir. Bu yazıda fikirleri ele alınacak düşünürler Machiavelli, Hobbes, Spinoza ve Locke’tur.

Rönesans'ın etkisini en hızlı gösterdiği şehirlerin başında gelen Floransa, Niccolo Machiavelli'nin “Il Principe” (Prens) isimli eserine ilham kaynağı olmuştu. Machiavelli'ye göre kamu düzeninin temel şartı güçlü bir devletti. Yasalar, onları uygulayacak bir güç varsa hayatta kalabilirlerdi. Devlet ise gücünü kullanabilmek için egemenliğe ihtiyaç duymaktaydı. Machiavelli'ye göre, bir hükümdar için tüm yandaşlarını tatmin etmek olanaksızdır ve her hükümdar bir miktar taraftarına hayal kırıklığı yaşatmayı önceden göze almalıdır. İnsanlar arasında “büyükler” ve “halk” şeklinde bir ayrım yapan Machiavelli, “büyükler” dediği seçkinlerin halka kıyasla daha zor tatmin olduklarına çünkü hükümdarı eşitleri olarak gördükleri için ondan daha fazla talepte bulunabildiklerine dikkat çekmektedir. Anlaşılacağı üzere, Machiavelli için de pek çok öncülü ve ardılı gibi “toplum yararının” gereği ancak siyaset kurumu tarafından, erdemli bir hükümdar tarafından yerine getirilebilir. Fakat düşünüre göre bir hükümdarın herkesi tatmin etmeye çalışması ve seçkinlere “fazla yüz vermesi” toplumsal faydaya net olarak terstir. Diğer bir değişle, Machiavelli için “toplum yararı” her zaman, her koşulda ve herkesi memnun eden bir yol haritası değildir. Machiavelli’nin de bir temsilcisi olduğu Rönesans'ın açtığı yol, insanlığı Reformasyon sürecine ve mutlak monarşi ile meşruti monarşi arasındaki tartışmaya ulaştırmıştır. Papa’nın aşırı otoritesini sarsan ve İncil'in serbestçe yorumlanabilmesi için mücadele veren Reformasyon’un insanlığa ifade özgürlüğü konusundaki katkısı son derece büyüktür. Bunun yanında, Avrupa aristokrasisinin Kralların otoritesini sarsmasına bir tepki olarak doğan mutlak monarşi savunusu Kral'ın otoritesinin sağlamlaşmasından ve böylece toplumun birlikteliğinin bozulmasının önüne geçilmesinden yanaydı. Kendini Fransa Kralı XIV'üncü Lois'nin “Ben devletim” sözüyle somutlaştıran mutlakiyetçilik siyasi gücün bölünmesinin toplum yararına aykırı olduğu görüşündeydi.

Mutlakiyetçiliğin karşıtı olan meşrutiyet ise hükümdarın yetkilerinin anayasa vasıtasıyla sınırlanmasını, yeri geldiği zaman onun kararlarını frenleyebilecek yetkilere sahip kurumların bulunmasını ve bireysel hak ve özgürlüklerin devlet garantisi altına alınmasını savunuyordu. Anayasacılık, Aydınlanma ve sonrasında modern demokrasilerin temelini atacak ve insanları devlete ait olan “tebaa” statüsünden devlete sahip olan “yurttaş” statüsüne yükseltecekti. Anlaşılacağı üzere, “kendi kendini yönetme” ilkesi anayasacılığa daha yakındır çünkü anayasalar yurttaşların birbirleri ve devletleriyle imzaladıkları bir tür “sözleşme” gibidirler. İngiltere’de 1642-1651 yılları arasındaki iç savaş döneminin tanıklarından Thomas Hobbes, devletin başında güçlü bir otorite bulunmamasının toplumu “herkesin herkese karşı savaşı” durumuna, yani kaosa ve birliğin bozulmasına iteceğini savunur. Bundan ötürü, toplum kendisini yönetme hak ve görevini yetenekli ve kudretli bir hükümdara devrederek düzen ve güvenliğini sağlayabilir. Yönetimin “en yüksek fayda” çerçevesinde başarıya ulaşamayacağını, çünkü farklı tutkuların sürekli çekişme ve çatışma getirebileceğini ortaya koyan Hobbes’a göre yönetim “en büyük korku” temeline dayanmalıdır. Yani, “şiddet neticesinde ölüm” insanların “en büyük korkusu” olduğuna göre devlet bunu engellemeyi, insanları korumayı vaat ederek dirlik ve düzen sağlayabilecektir. İngiltere’de Kral Charles’ın 1649 yılında idam edilmesi gibi tarihi derinden sarsan pek çok gelişme sonrasında meşruti monarşi sağlamlaşmıştır. Tabi bunda Kral’ın keyfi biçimde vergi dayatmasını engellemek, özel mülkiyet hakkını güvenceye almak ve sahip oldukları sosyoekonomik gücün politik açıdan semeresini yemek isteyen mülkiyetli sınıfların (özellikle kentlerdeki büyük tüccarlar) rolü göz ardı edilemez. İngiltere’deki mutlakiyetin yıkılışı, büyük ölçüde, o dönemin kentli tüccarlarının eseriydi.

Hollanda’da Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğan, görüşlerinin dine aykırı bulunması sebebiyle aforoz edilerek dışlanmanın ve yalnızlaştırılmanın pençesinde zor bir hayat yaşayan, yaşamını sürdürmek için yaptığı cam işçiliğinin ciğerlerinde yarattığı tahribat neticesinde genç yaşta hayata veda eden Baruch Spinoza da siyaset ve toplum yararı konusunda kafa yormuş düşünürlerdendir. Kendisi de Hobbes gibi, herkesin güvenlik için sadece kendine güvenebileceği bir düzene karşıdır ve bundan dolayı toplumun bekası için devlet otoritesini zaruri görür. Devletin otoritesinin yanında yurttaşların da yasalara itaati elzemdir. Spinoza’ya göre iktidarlar sadece taraftarlarına umut vererek değil, aynı zamanda muhaliflerine korku aşılayarak sağlamlaşırlar. Bundan ötürü korku ve umut iktidarın yönetimde kullandığı birer enstrümandır ve her ikisi de toplum-devlet ilişkilerinin damarlarına işlemiş durumdadır. Spinoza demokrasiyi ve ifade özgürlüğünü toplum yararı açısından önemli bulsa da devlet otoritesinin gerekliliğine net biçimde vurgu yapmaktadır. Fakat Spinoza için doğa kimlik yaratmaz, sadece birey yaratır. Yani, kimliklerimiz bizlere içerisinde yaşadığımız devletin ve toplumun biçtiği birer gömlektir ve bunlar kendi bireyselliğimizi tam olarak eritmez.

Bu yazıda şu ana kadar ele alınan düşünürlerin ortak noktası devlet otoritesini önemsemeleriydi. Çünkü insanlar, üzerlerinde bir otorite bulunmazsa birbirlerine çok kolay şekilde zarar verebilirler, bu da toplumsal birlikteliği çok kolay parçalayabilirdi. Öte yandan devlet, bireysel özgürlüğü sınırlayan bir düzen yaratsa da kolektif özgürlük ve toplumsal birliktelik (aynı zamanda bireysel ve toplumsal güvenlik) için gerekli olan otoritenin ta kendisidir. Çağımızın özgürlükçü liberal rejimlerinin kuramsal mimarlarından biri kabul edebileceğimiz John Locke da bu düşünceye karşı çıkmış değildir. Locke’a göre din ve devletin birbirlerinden net olarak ayrılması gerekir. Locke bunun yanında temel hak ve özgürlükler ile halk iradesini temsil eden bir yönetimi savunmaktaydı. Hem Locke için hem de genel anlamda liberalizm için, bireyler özgürlüklerinden bir miktar feragat edip devleti toplumsal özgürlüğü korumakla görevlendirirler. Aslında, modern demokrasilerin temeli tam olarak budur.

Yazı serisinin ilk yazısındaki düşünürler toplum yararını siyaset kurumunun, yani devletin sağlayabileceği kanaatinde ortaklaşmaktaydılar. Bu yazıda ele alınan düşünürler ise insanların birbirlerine zarar vermelerinin engellenmesi için devlet otoritesinin gerekli olduğu konusunda uzlaşmaktadırlar. Yani, 17’nci yüzyılın sonuna, 18’inci yüzyılın başına geldiğimiz zaman (ki ilk modern demokrasiler ve modern ulus-devletler olan ABD ve Fransa’nın kuruluşuna yüzyıldan az bir süre kalmıştır) siyasal düşünce devletin toplum yararını belirleyerek onun gereğini yapma ve toplumu oluşturan bireylerin birbirine zarar vermelerini önleme gibi iki hayati görevi olduğu kanaatindeydi. Bunun yanında, yönetimde keyfiliğin önlenmesi de Rönesans etkisiyle ciddiye alınmaya başlamıştı. Keyfiliğin engellenmesi için siyasal gücün parçalanmasını savunanlar da vardı, tek bir elde toplanması gerektiğini iddia edenler de. Ayrıca, yasalar insanların birbirlerine zarar vermesini engellerken devletin temel dayanak noktaları olarak kabul edilmektedirler ve her birey yasalara uymakla mükellef kılınmaktadır. Kısacası, keyfiliğin ortadan kalkabilmesi için işlevsel bir hukuk düzeni olması ve yasalara uyulması gereklidir. Ancak, devleti yönetecek olan ve insanların birbirlerine zarar vermelerini engellemekle mükellef olan aktör de yine insan değil midir? Yani devlet dediğimiz aygıt, başkalarına zarar verme potansiyeli taşıyan insanların birbirlerine zarar vermelerini engelleme görevinin, tıpkı onlar gibi başkalarına zarar verme potansiyeli taşıyan başka bazı insanlara verildiği bir yapı değil midir? Bu potansiyelden dolayıdır ki Machiavelli’den Locke’a uzanan düşünsel evrim sürecinde düşünürler yöneticilerin keyfi davranışlarını engellemek için devlet otoritesinin anayasa ile sınırlanması, hak ve özgürlüklerin genişlemesi ve nihayetinde de yönetimin halk iradesini temsil etmesi lehine çareler aradılar. Diğer bir değişle anayasa, haklar, özgürlükler ve halk iradesinin temsil edilmesi gibi esaslar birer “toplum yararı” formülüydü ve devletleri yönetenlerin bunlara bağlı kalmalarının sağlanması hedefleniyordu. Üzerlerinde ciddi denge ve fren mekanizmaları görmeyen yöneticilerin keyfiliğe kayma ihtimalleri hep vardı. Bir sonraki yazı toplum yararını sağlama adına çok daha fazla mekanizmayla donatılmış (en azından teorik açıdan) modern demokrasilerin doğuş ve ilerleyiş evrelerini ele alacaktır.

Kaynakça:

Baker, Ulus. Zayıf Düşünceye karşı Hak ve Kudret. https://www.cafrande.org/haklari-yazilari-dusunceye/

Baker, Ulus. Altı, Üstü-Kimliği Yıkıp Parçalamak. Ulus Baker: Dolaylı Eylem (Derleme: Ege Berensel), s. 357-362. İstanbul: İletişim, 2021.

Coleman, Janet. A history of political thought. Vol. 1. Oxford: Blackwell, 2000.

de Spinoza, Benedictus. Spinoza: Theological-political treatise. Cambridge: Cambridge University Press, 2007.

Hobbes, Thomas, and Marshall Missner. Thomas Hobbes: Leviathan (Longman library of primary sources in philosophy). London: Routledge, 2016.

İşçi, Metin. Siyasal Düşünceler Tarihi. İstanbul: Der Yayınları, 2011.

Locke, John. Locke: Political Essays. Cambridge: Cambridge University Press, 1997.

Machiavelli, Niccolo. The Prince (1513) .Hertfordshire: Wordsworth Editions, 1993.

Bu haber toplam 3932 defa okunmuştur
Gaile 498. Sayısı

Gaile 498. Sayısı