1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli bir Bakış III: Aydınlanma, 18’inci Yüzyıl ve Modern “Demokrasinin” Doğuşu
Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli bir Bakış III: Aydınlanma, 18’inci Yüzyıl ve Modern “Demokrasinin” Doğuşu

Felsefe ve Siyasette “Toplum Yararı” Konusuna Giriş Nitelikli bir Bakış III: Aydınlanma, 18’inci Yüzyıl ve Modern “Demokrasinin” Doğuşu

Halklar, senaryosunu kendileri yazdıkları oyunlarda mı sahne alıyorlardı yoksa senaristler egemen sınıflar mıydı? Senaristlerin egemen sınıflar olduğu bir “demokraside” Aydınlanma gerçekten hedefine ulaşmış sayılabilir miydi?

A+A-

Şevki Kıralp

[email protected]

Bu yazı, ilki 2022 yılı Mayıs ayında, ikincisi ise 2023 yılı Ocak ayında olmak üzere, her ikisi de Gaile dergisinde yayınlanan benzer başlıklı diğer iki yazının devamı niteliğindedir. İlk iki yazıda siyasal düşüncenin halklara kendileri için neyin yararlı olduğunu kendileri belirleme hakkı ile kendi kendilerini yönetme yetkisini veren modern demokrasilere ulaşırken hangi yollardan geçtiği ele alınmıştı. Dizinin üçüncü metni olan bu yazıda ise modern demokrasileri yeşerten siyasal düşünce akımı (Aydınlanma) ile onun bayrağını taşıyanların siyasal pratiği arasındaki bazı uyuşmazlıklar ele alınmaktadır.

18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda ağırlık kazanarak felsefe ve siyasal düşünceye yön veren Aydınlanma akımı, adından da anlaşılacağı üzere dünyayı karanlıktan çıkarmayı hedeflemekteydi. Bu karanlığın bir boyutu bilim ve düşüncede yeterince gelişememek, bir boyutu kölelik, diğer bir boyutu ise Kilise ve İmparatorlukların baskısı altında edilgen, kaderine razı bir siyasal yaşam süren halkların özne olamama sorunuydu. Esasen aydınların tahayyül ettiği ve çoğunlukla burjuvazinin yönettiği demokratikleşme süreçlerinde halklar bir ölçüde özne olmayı başarmıştı. Üstelik bilim, insan hayatına yön veren güçlü bir unsur haline gelmiş, İmparatorluklar yıkılarak demokrasiler kurulmaya başlamış ve Kilise’nin sosyopolitik yaşamdaki tesiri azalmıştı. Bir açıdan bakıldığı zaman, Aydınlanma hareketi hedefine ulaşmış ve dünyayı “aydınlatmıştı”. Fakat, madalyonun diğer yüzünde oldukça önemli bir soru vardı. Halklar, senaryosunu kendileri yazdıkları oyunlarda mı sahne alıyorlardı yoksa senaristler egemen sınıflar mıydı? Senaristlerin egemen sınıflar olduğu bir “demokraside” Aydınlanma gerçekten hedefine ulaşmış sayılabilir miydi? Bu yazıdaki tartışmanın temelinde yatacak olan konuların genel çerçevesi budur. Yani, madalyonun diğer yüzü.

Aydınlanma dendiği zaman akla ilk gelen siyasi düşünür ve filozoflardan biri John Locke’tur ki kendisinin görüşlerine bir önceki yazıda değinilmiştir. Aydınlanma geleneğinin 18’inci yüzyıldaki temsilcilerinden Fransız düşünür Voltaire, ifade özgürlüğünün ve din-vicdan hürriyetinin en önde gelen savunucularından biridir. Voltaire, ifade özgürlüğünün fikrine katılmadığımız bir insanın bile kendini özgürce ifade edebilmesi için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olmamızı gerektirdiğini ortaya koymaktaydı. Bu bağlamda, insanların ifade özgürlüğünden yararlanmasının tek garantörünün devlet olamayacağını, insanların birbirlerine garantörlük etmelerinin de gerektiğini savunmaktaydı. İfade etmekte yarar vardır ki, Aydınlanma düşünürleri “yaratıcı Tanrı” inancını benimseseler de genellikle dinleri benimsememekteydiler. Voltaire de pek çok çağdaşı gibi Deist idi. Bununla birlikte hem Amerikan hem de Fransız devrimleri üzerinde muazzam etkileri olan Aydınlanma, sekülarizme büyük önem atfetmekteydi. Aynı dönemin bir diğer Fransız düşünürü olan Jean Jacques Rousseau, ünlü “toplum sözleşmesi” kuramının mimarıdır. Rousseau halk egemenliğini, yani halkların kendi kendilerini kendi iradeleri çerçevesinde yönetmesini savunmaktaydı. Rousseau, bir toplumun tüm bireylerinin kendilerini “genel iradeye”, yani aynı hukuk sistemine ve onun getirdiği hak ve özgürlüklere bağlaması ile demokrasinin, yani toplumsal özgürlük ile halk egemenliğinin ortaya çıkacağını savunmaktaydı. Rousseau, insanlar arasındaki adaletsizlikler ve çatışmaların temelinde özel mülkiyetin yattığını da saptamakta, binlerce yıl önce yerleşik hayat başlarken bir toprak parçasına el koyarak “bu benimdir” demeyi akıl eden insan diğerleri tarafından engellenmiş olsa insanlık olarak çok daha farklı bir gelişim süreci izleyeceğimizi kaydetmektedir. Aslında diğer insanlar “orası senin ise burası da benimdir” yaklaşımında olduklarından dolayı, mülkiyetin özelleşmesi binlerce yıl önceki atalarımızın işine gelmişti.

Devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığını savunan ve İbn Haldun’un yüz yıllar önce yaptığını yaparak iklim ile yönetim şekilleri arasındaki bağı sorgulayan Montesquieu, din-vicdan hürriyeti fikrinin gelişmesine muazzam katkılarda bulunmuştur. Montesquieu’ye göre, iktidarların güçlerini istismar etmemesinin ve demokrasinin sağlıklı biçimde işleyebilmesinin en önemli şartlarından biri hukukun üstünlüğü idi. Bundan ötürü, tüm kurumlar ve tüm bireyler yasalar karşısında hesap verebilir olmalıydılar. Aydınlanma geleneğinin önemli mirasları arasında yer alan “her bireyin değerli olduğu” ilkesi de 18’inci yüzyılda geniş biçimde kabul görmeye başlamıştı. Bu ilkeye yön veren en önemli düşünürlerin başında Prusyalı filozof Immanuel Kant gelmekteydi. Evrensel bir ahlak anlayışı benimseyen Kant, insanlığı yücelten ilkelerin herkes için uygulanması gerektiğini, yani insanlığı yücelten ilkelerden yararlanma hakkının herkese ait olması gerektiğini savunmaktaydı. Bununla birlikte, herkesin insanlık onurunun korunması gerektiğini de ortaya koyan Kant, fikir alışverişleri ve tartışmaların demokrasiler için olmazsa olmaz olduğunun altını çizmekteydi.

Aydınlanma siyasetinin temel yapıtaşları, Fransız Devrimi’nin ünlü mottosunun da ortaya koyduğu üzere “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” idi. Bu bağlamdaki düşünce akımlarına kadın-erkek eşitliği ve kadın özgürlüğü noktasında son derece büyük katkılarda bulunan 18’inci yüzyıl düşünürlerinden Mary Wollstonecraft feminist düşüncenin gelişmesine öncülük eden isimlerin başında gelmektedir. Wollstonecraft yurttaşlar arası eşitliğin cinsiyetler arası eşitlik olmaksızın eksik kalacağını ortaya koyarak kadınlar için eşit haklar ve fırsat eşitliği mücadelesinin gelişmesine ilham kaynağı oldu. Aydınlanma ilkeleri Batı dünyasında (Batı Avrupa ve Kuzey Amerika) kabul görmüş ve tarihin akışını derinden etkileyen iki gelişme 18’inci yüzyılın son çeyreğinde yaşanmıştı: 1776 Amerikan Bağımsızlığı ve 1789 Fransız Devrimi. Bu iki gelişmeyi Aydınlanma geleneğinden bağımsız olarak ele alamayacağımız gibi yine 18’inci yüzyılda esasen İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nden bağımsız ele almak da yanlış olacaktır. Sanayi Devrimi, insanlığın binlerce yıllık sosyo-ekonomik ilişkilerinin temelini oluşturan, toprağa ve el yapımına bağlı üretim biçimini geride bırakarak üretimin makineler yardımıyla gerçekleşmesine dayalı daha hızlı bir üretim modelini doğurmuştu. Böylece, ekonomik süreçlerin kontrolü soylu toprak sahiplerinin elinden çıkarak fabrika sahiplerinin eline geçmeye başladı. Bu üretim tarzı pek çok yeniliği de kendisiyle birlikte getirmekteydi.

Her şeyden önce, burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ve soyluları (aristokrasi) elimine edebilmesi için soylular ile ruhbanların vergi muafiyeti ve benzeri imtiyazlarına son verilmesi, hükümetlerin vergi toplama konusunda nasıl hareket edeceklerinin yeni kriterlere bağlanması ve elbette ki mülkiyet dokunulmazlığının sağlam temellere bağlanması gerekmekteydi. Bunun yanında, üretim merkezlerinin büyük şehirlere kayması nedeniyle nüfusun da kırsalda değil kentlerde yoğunlaşması lazımdı. Bunun olmazsa olmaz koşulu ise, emeğin serbest dolaşımının sağlanması, yani kırsal kesimlerdeki emekçilerin toprak sahiplerinin kısıtlamasına maruz kalmadan kentlere giderek çalışabilmesiydi. Bu da köleliğin ve serfliğin kaldırılmasını zorunlu kılmaktaydı. Dolayısıyla, Aydınlanma insanların “özgürleşmesini” insanlık onuru gibi evrensel ilkeler temelinde savunurken, Sanayi Kapitalizmi “ekonomik aklı” kullanmaktaydı. Kapitalizm ile Aydınlanmanın yolları Amerikan Bağımsızlığı ile Fransız Devrimi’nin açtığı çığırla kesişmişti. Hem Aydınlanma hem de Kapitalizm feodal baskı unsurlarının ortadan kaldırılmasını savunmaktaydı ancak Aydınlanma’nın önceliği insan onuruyken Kapitalizmin önceliği sermaye birikimiydi. Üstelik, Aydınlanma’nın karşı çıktığı “karanlığın” sebeplerinin başında bazı insanların (soylular, ruhban sınıfı vs.) diğerlerinden üstün tutulması geldiğine göre, Kapitalizm kendi imtiyazlı sınıflarıyla birlikte gelişirken modern demokrasi “eşitlik”, “özgürlük” ve “kardeşlik” ilkelerinin altını nasıl doldurabilecekti?

Düşünsel bakımdan Aydınlanma’nın açtığı yoldan geçerek ilerleyen ABD ve Fransa, kadınların oy verme haklarını bile ancak 20’nci yüzyılın ilk yarısında, yani 1776 ve 1789 devrimlerinden yaklaşık 150’şer yıl sonra sağlam temellere bağlayabildi. Fransa, devrimin ilk beş yılında köleliği kendi sınırları dahilinde kaldırmış olsa da Fransız sömürgelerindeki kölelik fiilen yarım yüzyıl daha devam etti. Dolayısıyla Fransa kendi evrensel devrim ilkeleri olan “özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşliği”, en azından evrensel boyutta hayata geçirmeye bizzat kendisi karşı çıktı. ABD ise köleliği ancak 1865 yılında, iç savaş sonrasında kaldırabildi. ABD iç savaşı büyük ölçüde sınıfsal nedenlere dayanmaktaydı. ABD’nin güney eyaletleri tarım üretiminde köleleri kullanmaktaydı. Güney eyaletleri bundan dolayı köleliğin devamından yanaydı. Kuzey eyaletleri ise sanayileşmeye ağırlık vermekte ve ilave iş gücüne ihtiyaç duymaktaydı. Kuzey eyaletleri bundan ötürü köleliğin kaldırılmasını ve emeğin serbest dolaşımının sağlanmasını savunmaktaydı.

Aydınlanma geleneği, 1789 Devrimi’nin gerçekleştiği Fransa’da olduğu kadar (Voltaire, Rousseau, Montesquieu, vs.) 1776 Devrimi’nin gerçekleştiği ABD’de de pek çok temsilciye sahipti. Kadın hakları savunucusu Abigail Adams ile ulusal bağımsızlık ve cumhuriyetçilik fikirlerinin mimarlarından sayılan Thomas Paine bu isimlerin önde gelenleri arasındaydı. Üstelik, ABD’nin “kurucu babaları” arasında yer alan Thomas Jefferson siyasetçi ve hukukçu kimliğine ilaveten, aynı zamanda bireysel özgürlüklerin gelişmesini savunan bir aydındı. Bununla birlikte hem ABD’de hem de Fransa’da, Aydınlanma’nın temel vaatleri arasında yer alan köleliğin kaldırılması ile kadın-erkek eşitliğinin hayata geçirilmesi, siyasal ortamların elverişli olmasına rağmen uzun süre ertelendi. Üstelik Fransa, tıpkı Sanayi Devrimi’nin beşiği olan ve demokrasi ile Aydınlanma’nın en gelişmiş örneklerinin başında gelen İngiltere gibi, sömürgelerindeki köleliği kendi evinde “köleliği sona erdiren mevzuatı” hayata geçirmesinden yıllar sonra kaldırdı. Berrak olan, modern ulus-devletlerin ortaya çıkma aşamasında demokrasinin Aydınlanma’nın sırtında taşınarak ilerlediğidir. Tartışmaya açık olan ve bu yazı dizisinin ilerleyen yazılarında ele alınacak olan ise, tarihsel süreçte demokrasinin önceliklerini Aydınlanma’nın mı yoksa Kapitalizm’in mi belirlediğidir.  

 

Kaynakça:

Gay, P. (1968). The enlightenment. The Comparative Approach in American History, 33-46.

Meyer, D. H. (1976). The Uniqueness of the American Enlightenment. American Quarterly28(2), 165-186.

Miller, J. C. (2012). The problem of slavery as history: a global approach. Yale University Press.

Otteson, J. R. (2009). Kantian individualism and political libertarianism. The independent review13(3), 389-409.

Sander, O. (2006). Siyasi Tarih Cilt I. İmge.

Taylor, B. (2003). Mary Wollstonecraft and the feminist imagination (Vol. 56). Cambridge University Press.

Wade, I. O. (2015). Intellectual Origins of the French Enlightenment. Princeton University Press.

Bu haber toplam 4087 defa okunmuştur
Gaile 504. Sayısı

Gaile 504. Sayısı